fbpx

Halk sağlığı yerine piyasa – Nevra Akdemir

Paylaş

Sağlık üzerine kısa bir değini!

Son dönemlerin en can yakıcı konularının başında sağlık alanında yaşanan gelişmeler ve sağlık emekçilerinin durumu bulunuyor. Pandemi deneyimi, sağlık alanının hayatımız açısından önemini açıklıkla ortaya koydu. Ancak insanlık hemen unutuyor, malum çağımız büyük unutkanlıklar üzerine kurulu. Sağlık alanındaki tüm hizmetlerin piyasadaki değeri ve karlılığı üzerinden bütçelendirmeye dayalı bir sektöre dönüştürülmesi ile sağlık alanının kamusal haklar ile bağının koparılmasının ölümcül sonuçlarının görmezden gelinmesi de bu unutkanlık çağına içkin.

Kamusal hak ve toplum sağlığı bağlamından koparılmış bir sağlık hizmetinin anlamını uzun uzun anlatmaya gerek var mı, yaşıyoruz işte. Sigortanızı eksiksiz ödeseniz de hangi hastalığınızın bu kapsamda olduğunu bilmeniz mümkün değil. Ayrıca özel sigorta sistemine eklemlenmiş sosyal sigortalar, sağlıksızlık durumunun kaynağının ne olduğunu bir dedektif inceliğinde hesaplayıp suçu sizde bulup ödemelerden kaçınıyor. Sağlık çalışanları minimum maliyet, maksimum kar olarak özetleyebileceğimiz bir piyasa hedefiyle hastanelerde büyük baskı ve zaman ile yarışıyor. Hasta olarak ise bir sağlık emekçisinin açıklamasına muhtaçken siz, sağlık emekçilerinin size ayıracak, açıklama yapacak, durumu anlatacak ve sizi teskin edecek ne vakti ve hali kalıyor. Dahası hastane ve diğer sağlık alanı da önemli ama kar getirmeyen hizmetlere ayrılan bütçenin düşüklüğü nedeniyle yetersizleşen hale geliyor.

Hastaneler birer şiddet mahalli

Türkiye gibi halk sağlığı geleneğinin güçlü olduğu bir yerde, bu çürümeye rağmen sağlık emekçilerinin deneyimleri ve meslek örgütlerinin çabaları ile nispeten daha iyi bir sağlık hizmeti hala sürebiliyordu. Geçmiş zaman kipi boşa değil, zira hastaneler bir süredir şiddet mahalli. Türkiye’de sağlık sektöründe çalışanlara yönelik şiddet, iktidarın hekimleri hedef göstermesinin ardından daha da büyüdü. Geçtiğimiz günlerde ise bir hekim öldürüldü. Bir hafta içinde gördüğü şiddetin ardından, diplomasını yırtıp atan, istifa eden ve göç etmeye hazırlanan pek çok sağlık emekçisi gördük. Zira hastaneler bir şiddet mahalli.

Sağlık emekçilerinin öz örgütlerinden TTB 29 Mayıs “Emek Bizim, Söz Bizim, Sağlık Hepimizin” ismiyle düzenledikleri mitinginin çağrısında Bilal’e anlatır gibi anlatıyor: Sağlık reformu garabetinden sonra, hastaların randevu alamadığını, aldığında sadece beş dakika ile sınırlı bir muayene odasında bulunma mühleti verildiğini, bu yüzden acillerin şiştiğini, özel hastanelerde sadece yüksek meblağlar değil, aslında yüksek maliyetli tedavilerin önerilmesi için hekimlere baskı yapıldığını, yüksek rant değeri nedeniyle mahallelerdeki hastaneler yerine şehir hastaneleri denilen komplekslerde sağlık hizmetlerinin kentlerden uzaklaştırıldığını, sağlığa ayrılan bütçenin yetersizliğini, sağlık emekçilerinin aşırı çalıştığını, toplum sağlığını önceleyen politikaların yerini piyasacı politikaların almasıyla sağlık çalışanları ile hastaların karşı karşıya getirildiğini…

Ne kadar açık ve yalın bir dizi çalışma koşulu özeti sunuyorlarken, aynı zamanda tüm toplumu ilgilendiren büyük bir soruna da bizleri uyarıyorlar. Sağlık emekçileri, mesleki koşullarını anlatırken aslında hepimizin hayatına dair bir şey söylüyorlar. Meslekleri hayatta kalmamızı sağlama sorumluluğu içerdiği için, hepimize sorumluluk ve örgütlenme bilinci yüklüyor. Dahası, çalışırken aşırı iş yükü nedeniyle ve hasta/hasta yakını şiddeti nedeniyle ölüm riskiyle karşı karşıya yapıyorlar mesleklerini. Sosyal medyada ise gündemde, hekimlerin maaşları; göçmen olup olmadıkları var. Ne şuursuzca!

Ulusaşırı sağlık emeği

Yapılan araştırmalara baktığımızda bir ülkede ekonomik, siyasi ve sosyal istikrarsızlıklar arttıkça, gelecek güvencesi ve iş riskleri katlanılamaz boyutlara geldikçe, çalışma koşulları kötüleştikçe ve mesleki gelişim fırsatları daraldıkça insanlar ne yaşayacaklarından emin olmadıkları yerlere göç etme eğilimde oluyorlar. Türkiye’yi düşündüğümüzde, otoriterleşmenin gündelik hayata yönelik şiddet olarak yansıyan her biçimi haberlerde önümüze her gün düşüyor. Dahası ekonomik krizle baş etme biçimi olarak iktidarın sürekli hedefinde olan gruplar arasında sağlık emekçileri. Daha sektörel olarak da bakıldığında, cerrahi veya dahiliye gibi alanlardan daha moda endüstrisinin yönlendirdiği “kozmetik” alanlara kaydığı da sıkça dillendiriliyor. Elbette, sağlık emekçilerinin insan canıyla direkt içiçe olan alanlarında çalışanların işyüküne neoliberal saiklerle piyasalaşan hizmet organizasyonuyla, hastanelerin kent dışındaki büyük komplekslere dönüşerek mekansallaşan bu sürecin nasıl yansıdığı ortada. Sağlık emekçilerinin zorunlu hizmet nedeniyle Türkiye’de iç göçü, yani hekim eksiği olan bölgelere gönderilmesi bir rutin. Ancak dışarıya yani başka bir ülkeye göçü, daha uzun irdelenmesi gereken bir konu.

2020 yılında yapılan Birleşmiş Milletler araştırmasına göre dünyanın sağlık emekçilerinden doktorları en fazla kabul eden ülkeleri sıralanmış: 50.6 milyon ile ABD, 15.8 milyon ile Almanya, 13.5 milyon ile Suudi Arabistan, 11.6 milyon ile Rusya Federasyonu ve 9.4 milyon ile Britanya’ymış. Göçmen sağlık emekçilerinin kaynak ülkeleri ise 17.9 milyon ile Hindistan, 11.2 milyon ile Meksika, 10.8 milyon ile Rusya, 10.5 milyon ile Çin ve 8.5 milyon ile Suriye. Mültecilik süreçleri ile adını sıkça duyduğumuz ülkeler, yüksek eğitimli ve deneyimli sağlık emekçilerinin de kaynağı görülüyor ki.

Daha iyi çalışma koşulları (daha az iş yükü olarak tanımlayabileceğimiz daha az hastaya daha fazla zaman ayırarak tedavi etme), iş ve çalışma güvenceleri (gerekli olmayan ameliyata hekimleri zorlamama örneğin), finansal güvence ve aileleri için daha iyi hayat koşulları sağlayan yerlere doğru bir akış böylece gerçekleşiyor elbette. 2000’lerde yapılan ve altı Afrika ülkesini konu alan bir araştırmaya göre, sağlık profesyonellerinin göçü ile ilgili nedenler çeşitlenmiş. Bazıları çok tanıdık gelecek: yaşamın temel ihtiyaçlarını karşılamayı imkansız kılan düşük ücretler; mesleki gelişim fırsatlarının ve eğitim kurumlarının eksikliği; çalışma alanında riskler ve iş yükü açısından gerçekçi olmayan maaşlar; sosyal ve/veya emeklilik yardımlarının olmaması; uzmanların uygulamak için gerekli gördükleri ve uygulamak üzere eğitildikleri prosedürleri yerine getirmek için uygun ekipman eksikliği; ve tatmin edici olmayan veya istikrarsız bir siyasi ortam. Dünyanın en büyük hekim kaynak ülkesi Hindistan ve hemşire kaynak ülkesi Filipinler. Ancak sağlık profesyonellerinin dağılımı, diğer göç akımlarından farklı görünmüyor pek çok ülkede. Türkiye’de “yabancı” sağlık profesyonelinin tüm sağlık emekçilerine oranla binde 2 olduğunu ifade etmek istiyorum.

Göçün çekici faktörleri ne kadar “çekici”?

Göç literatürü içinde özellikle yüksek eğitimli göçmenlerin nasıl göçe karar verdiği, neler deneyimledikleri, göçmenlik klişelerini yıkan pek çok veriyi barındırıyor uzun zamandır. Sağlık profesyonellerinin göçü de benzer bir işleve sahip. Son 20 yılda sağlık profesyonellerinin OECD ülkelerine göçü yüzde 70 artmış. Bu ülkelerde yaşlanan nüfus ve sağlığın metalaşması nedeniyle, sağlık emekçilerine olan ihtiyaç yüksek. İşin ilginç yanı, göç alan ülkeler de bu süreçte kibirli entegrasyon politikaları ile göçmen emeğini değersizleştirme yönelimli politikaları nedeniyle pek sağlık alanında güç kazanamamışlar.

Kanada’da göçmen sağlık profesyonelleri üzerine yapılan bir araştırmada, bu göçün sağlık alanındaki emek kıtlığını bir ölçüde olumlu etkilediğini ancak, hekim ve hemşirelerin kendi deneyimlerine ve mesleki becerilerine uygun şekilde ve yerlerde çalışamadıkları kaydedilmiş. Aynı durumu pek çok farklı ülkede görüyoruz aslında. “Brain drain” olarak ifade edilen beyin göçü kavramı ile beraber “brain waste” yani beyin israfı kavramlarının aynı OECD metinlerinde birlikte geçtiğini görmek mümkün.

Britanya’da ise her 100 sağlık personelinin 15’inin “yabancı” olduğu istatistiklere yansımış. Yani yüzde 5’i Asyalı (Hindistan ve Filipinler), yüzde 5’i Avrupa Birliği ülkelerinden geliyor ve yüzde 2,5’u Afrikalı (Nijerya özellikle). Ancak bir makalede okuduğum kadarıyla hemşireler ve bazı alanlardaki hekimlerin Britanya’da eşit çalışma haklarını elde etmesi de kolay olmamış, açlık grevi da dahil pek çok direniş ile haklarını alabilmişler.

Almanya’da Polonyalı nüfusu 2 milyon, Türkiyeli nüfusu 1.8 milyon ve Rusya’dan gelenlerin miktarı 1.2 milyon iken Kazakistan’dan 1.1 civarı ve Suriye’den 707 bin kişi çeşitli zamanlarda gelmiş. Sağlık profesyonellerinin dağılımı da benzer eğilim gösteriyor olmalı. İşsiz bir göçmene destek aldığı iş ve işçi bulma kurumundan hızlıca yönlendirildiği işin özellikle bakım olduğunu düşünecek olursak. Zira Almanya’da eğitim görmüş profesyoneller, daha iyi koşullar çalışma ve yaşam koşulları nedeniyle özellikle İsviçre, Norveç, USA, İsveç gibi ülkelerde çalışmaya gidiyor. Almanya’ya özellikle Macaristan, Polonya, Brezilya ve Türkiye’den sağlık emekçileri göç ediyor çalışmak için. Almanya’da eğitimini Almanya dışında almış hekimlerin oranı yüzde 11 iken Almanya dışında doğmuş hekimlerin oranı yüzde 20 civarında. OECD ortalamasından düşük olduğunu söylemek mümkün. Ancak Almanya’ya göç eden sağlık emekçilerine rağmen, Almanya’dan göç eden sağlık emekçilerinin sayısı çok daha fazla. Dahası özellikle Almanya’da sağlık hizmetlerinin piyasalaşması ve çalışma koşullarının kötüleşmesi nedeniyle sıkça hastanelerde grev olduğunu da görüyoruz. Almanya dışında okuyan sağlık profesyonellerinin mesleklerinin tanınması ve dil öğrenmeleri branşa göre değişse de uzun bir süreç. Yapısal ırkçılık ve ayrımcılıklarla iç içe. Dahası sistem bu uzun ek eğitim süreleri ve sağlık sistemlerinin farklılığına uyum sağlama zorlukları nedeniyle sağlık profesyonellerini dekalifikasyona da itiyor denilebilir.

2018 yılında yapılmış bir araştırmaya göre dünyanın sağlık konusunda en endişeli ülkeleri arasında yine kısmen bu ülkeler var. Macaristan yüzde 72, Polonya yüzde 62 ile; yüzde 40 bandında Brezilya ve Britanya , yüzde 38 bandında Çin ve ABD, Rusya yüzde 27; hatta tanıdık gelecek ama yüzde 13 bandında Almanya ve Hindistan; yüzde 3 Türkiye. Baştaki ilk iki ülke Avrupa’nın en fazla hekim göç veren ülkesi. Hatta köklü bir sağlık geleneğine sahip olmalarına rağmen, hem sağlıktaki piyasalaşma hem de sağlık emekçilerinin bu piyasalaşan koşulların yarattığı şiddet ve değersizleşmeden uzaklaşma istekleri ile özellikle batıya göç etmeleri ile bu ülkelerdeki otoriter yönetimlerin güçlenmeleri arasında bağ kuran çalışmalar bile yapılmış. Zaten son birkaç yıldaki bilimsel bilgi ve hakikatlerin yerini dolduran sloganlar ve safsatalar ile entelektüelliğe yönelik düşmanca saldırıların, sağı güçlendiren ve öfkelileri örgütleyen güç olduğu da ortada.

Sermaye aklı

Berlin merkezli bir göçmen kadın dayanışma örgütü olan PUDUHEPA’nın yaptığı ihtiyaç analizinde, Türkiye’den yakın dönemde göç edenlerin sağlık hizmetini Türkiye’den almaya devam ettiği, ilaçlarını hala Türkiye’den temin ettiği ve bunun sadece bir dil problemi olmadığı ortaya çıkmıştı. Almanya sağlık sistemindeki pek çok sorun ve hizmetlerin yüksek metalaşma ve özel sigorta sistemleriyle eklemlenme düzeyi nedeniyle, Almanya’da yaşayanların önemli bir kısmı bazı sağlık hizmetlerini civardaki ülkelerden almayı tercih ediyor. Diş tedavisi için turlar organize ediliyor örneğin.

Bu ülkeler içinde en profesyonel hizmet verip, mekânsal yatırımları bu hedefle gerçekleştiren ülkelerden biri Türkiye. Dolayısıyla bölgesel ve ulusal kalkınma planlarında bir süredir düzenli olarak yer alan hedef, “sağlık turizmi”nin ne olduğunu, Berlin’in en işlek caddesinde yürürken anlaşılır hale geliyor: Berlin sokaklarında yürürken dünyanın her yerine özgü tat ve kokuları Berlin sokaklarına taşıyan gıda işletmelerini, inşaatlar için gerekli olan hizmetleri, kıyafet markalarının zincir mağazalarını tahayyül etmek kolay. Ancak Türkiyelilerin uzun zamandır yerleştiği bölgeler yerine kentin turistik-ticari merkezinde Acıbadem hastanesini ve yanında Denizbank’ı, Bahçeşehir kolejini gördüğümüzde biraz şaşırmak normal olmalı. Göçmenler sadece emekçi olarak değil, sermayedar olarak da taşıyor kendi varlığını başka coğrafyalara.

Diğer toplumsal hak tanımlı hizmetlerin yanı sıra sağlık olunca konu ve turizm ile beraber anılınca elbette tartışılacak nice soru ve sorunlar da ardından geliyor. Bu turizme odaklanmış sağlık hizmeti konseptinin büyük miktarlarda sağlık profesyonelinin ve hastaların hayatını nasıl bir kocaman sorun düğümüne çevirdiğini de bilfiil yaşıyoruz.

Sözün özü, sağlık emekçilerinin göçünü sağlık sorunlarının sebebi olarak gören görüşlerin aksine, sağlıkta kamusal haklardan kopuk piyasalaşma mantığı hem şiddetin hem genel anlamda sağlığın kaybının nedeni. Kapitalizmin tüm eğilimleri sağlık ve sağlıkla ilişkilenmiş herkese bir cehennem vaat ederken, neoliberalizmin öbür yüzü ırkçılık, otoriterlik ve hatta faşizm de bu cehennemin zebanilerini aramızdan seçiyor.