fbpx

Bir kenti sevmenin sınıfsallığı: Napoli

Paylaş

Yolda olmayı çok seven bir insan olarak gözümün önüne gelen en büyük distopyalardan biri, seyahat etmenin günün birinde anlamını yitirmesidir. Dünyadaki tüm ülkelerin, her biri farklı karaktere sahip olan tüm şehirlerin ve tüm halkların artık tamamen aynı olduğu ve on binlerce kilometre kat etmenin mahallenizde gezintiye çıkmaktan herhangi bir farkının olmadığı, tek renkten oluşan bir dünyadan bahsediyorum.

Elbette -ve neyseki- insan hayatı tüm bu aşamalara tanıklık etmek için hala çok kısa. Ancak zamanın getirdiklerine baktığımda, “o günün” bir gün gelmeyeceğini kesin olarak söyleyemiyorum. Tüm şehirler aynı olmayacak, bütün insanlar aynı dili konuşmayacak ve seyahat etmek nostaljiden ibaret olmayacak diyebilmek istiyorum. Gezerken hemen her şehirde karşılaştığım ve üzerinde “I love filanca şehir” yazan selfie çerçeveleri, her buzdolabı süsünün arkasında gördüğüm “made in China” ibaresi ve birbirlerine benzediğini düşündüğüm devasa alışveriş merkezleri bu isteğime engel oluyor.

Şehrin “asıl” sahiplerinin hükümetin imar politikalarıyla belirlendiği bir ülkede doğdum. Şehrin yeni sahiplerine yer açmak için, muhtemelen şehirlerinden başka kaybedecek pek bir şeyleri olmayan insanların banliyölere, TOKİ konutlarına sürgün edildiklerini gördüm.

Bir süredir yaşadığım popüler Avrupa şehrinin merkez semtlerinde de çocukluklarını orada geçiren veya fabrikada çalışan insanlar değil, ülke kültürü hakkında çok az bilgiye sahip olduklarını düşündüğüm, halktan kopuk beyaz yakalılar yaşıyor. Şehrin eski sahipleriyse doğduğum ülkedeki “kaderi” paylaşmakla yükümlüler. Ekonomik durumları ancak banliyöde yaşamaya yetecek ve eski mahallelerinde açılan üçüncü nesil kahvecide muhtemelen hiçbir zaman bir şeyler içemeyecekler.

Yıl biterken çıkacağım bu seyahatin popüler kültür kaynaklı kaygılarımı hafifletebileceğini hiç düşünmedim. Pompei’yi görmek, Amalfi köylerini gezmek, Maradona’yı anmak ve merkezde pizza yerken Moretti birası içmek, birçok insan gibi benim için de yeterli bir motivasyondu. Bunların hepsini yapma imkanım oldu ve hepsi çok güzel deneyimlerdi. Ancak şehre vardığım günün akşamı, bu deneyimlerle yetinmek zorunda kalmayacağımı anladım. Avrupa’daki diğer şehirlerden alışkın olduğum şık mekanlar, bal dök yala sokaklar, takım elbiseleriyle boy gösteren insanlar ve “gösterişli” İngilizce kelimeler yoktu. Sokak yemekleri satan tezgahtarlar, uzun zamandır tadilat görmediği anlaşılan taş binalar ve afişlerle kaplı duvarlar vardı. Rastgele girdiğiniz her sokak sizi şaşırtabilirdi. Bir süre sonra üniversitede okuduğum zamanlara geri döndüğümü hissettim. Bazı sokaklar eski İstiklal’e benziyordu, bazı yerler Pera’ya, bazı yokuşlar da Kazancı’ya. Şehrin o an İstanbul olduğuna inanabilmem için eksik olan tek şey, ketçaplı pilav yemek için sık sık uğradığım, iddia bayiinden bozma o dükkandı.

Napoli, Alaz Sümer

Meksika’da dövme yaptırdığım sanatçı benden önce görmüştü Napoli’yi. Şehri kendi memleketine, Mexico City’e benzettiğini söylüyordu. Seyahat, genelde yeni yerler keşfettiğimiz bir eylemdir ancak bazen kaybettiklerimizi de bize başka formlarla geri verir. Napoli de beni üniversite yıllarıma geri götürdü. Beyoğlu sokaklarında İtalyanca konuşuluyordu, evlerden sarkan çamaşırlarda İtalya formaları vardı. Şehrin delisi Lazario, ona öpücük atarak sataşan esnaf, öğrenciler, işçiler, sokak afişleri, tozlu binalar… Şehri var edenler onlardı, şehir onlarındı. Yılbaşı gecesi atılan havai fişeklerin ve çocukların patlattığı torpillerin yarattığı sisten göz gözü görmezken sokaklarda yürümek; yoldan geçerken pencereden dışarıyı izleyen yaşlı teyzeleri, işe gidip gelen insanları görmek mutlu ediyordu. Napoli ziyaretimi değerli kılan şey şehrin ilginçliği ya da daha oryantalist bir bakış açısıyla “otantikliği” değil, şehrin asıl sahiplerinin şehirde hala başrolde olmaları ve onların mücadelelerinin etkileyiciliğiydi.

Napoli belki de dünyanın dört bir yanında, şehirlerini çok seven ama onlardan uzak kalmak zorunda bırakılan insanlar için son kalelerden biri. Şehirlerin birbirinden farksız hale getirilip değersizleştirilmesinin, kimliksizleştirilmesinin karşısında duruyor. Şehir; sokaklarında dolaştığınızda kime ait olduğunu, kimden beslendiğini, gelecekte de kiminle var olacağını anlatıyor ve popüler kültürün “işgal”i altında olan diğer şehirlere sesleniyor. Tıpkı doğduğum şehrin futbol takımlarından birinin en ünlü marşında dediği gibi: Issız kuytu köşelerden ant olsun ki döneceğiz.