fbpx

Biraz sabır… Nabi Kımran

Paylaş

KÖH, söylemiyle değil eylemiyle, eyleminin içeriğiyle değerlendirilmesi gereken bir harekettir. Hariçten gazel okuma makamından konuşmadan, devrim ve demokrasi saflarındaki herkese şu çağrıyı yapabilirim: Kürt halkının elli yıllık mücadelesinin yüzü suyu hürmetine biraz sabır, biraz güven…

Adını herkesin başka türlü koyduğu süreçle ilgili kafalar karışık. Ziyadesiyle belirsizlik var. Bilinen dünyanın tabutu çivileniyor gözümüzün önünde. Ve Ortadoğu’nun savaş cephelerinden yükselen toz duman kafalarımızın üzerine sis bulutu gibi çöküyor…

Bu büyük kargaşada yolumuzu nasıl şaşırmayacağız?

Alacakaranlıkta hangi işaretlere bakacağız, neleri kerteriz alacağız?

Şovenlere, sosyal şovenlere denecek bir şey yok: Onlara göre Kürt hiçbir zaman doğru bir şey yapmadı ve yapamaz. İyi niyetle, cehaletle, alıklıkla, aldatılmışlıkla ya da domuzuna bilinçli bir düşmanlıkla faşist sömürgeciliğin savaş arabasına bağlanmış bu yaklaşım barikatın karşı tarafında duruyor. Irkçı zehirlenmenin emekçi saflardaki izdüşümlerini sağaltma çabası dışında, domuzuna ırkçılar devrimcilere, sosyalistlere ve Kürt halkına hangi “hislerle” yaklaşıyorlarsa öyle karşılık görürler; kimse boş değil, “hisler karşılıklı”.

Meselenin bu yanına değinip geçtikten sonra asıl konumuza gelebiliriz: Bizim cenahta neler oluyor?

Kürdistan politikası Kuzey Kürdistan’dan mı ibaret?

Yapılan en büyük hata Kürt Özgürlük Hareketi’ni salt bir Kuzey Kürdistan hareketi olarak değerlendirmektir. Hayır, KÖH uzunca bir zamandır dört parça Kürdistan gerçekliğine göre politika yapıyor, çünkü dört parçada da örgütlü, etkin bir kuvvet. O kadar çok yazı çizi döktürüldü, TV, YouTube programı yapıldı, o kadar çok vileda saplı emekli paşa ahkam kesti ki, ilkokul çocukları bile son barış sürecinin merkezinde Suriye-YPG-Rojava’daki fiili özerk yapı olduğunu biliyor. Haliyle sol da bunu biliyor. O halde fesih ve silah bırakma neden sadece PKK’nin formel varlığının sona ermesi (ki daha önce de kendini feshedip Kongra-Gel adını almıştı) ve Kuzey Kürdistan’da silahlı mücadeleye son verme, silahları bırakma meselesine indirgeniyor? (Şu soru da bir kenarda dursun: Özyönetim direnişlerinden bu yana Türkiye’de silahların ağırlığı ne oldu?) Güncel sürecin merkezinde Rojava duruyorsa şu soruların sorulması gerekmez mi: Rojava’daki 50 ya da 100 bin YPG/YPJ savaşçısı silah bırakıyor mu? YPG-SDG-özerk idari-siyasi yapı tasfiye mi ediliyor? Örneğin Tişrin Barajı’ndaki çatışmaların kaderini ne tayin etti? Ve bugün Erdoğan’ın beslemesi SMO’dan tutun da Colani’nin IŞİD artığı çetelerine kadar etrafta kurt sürüsü gibi gezinen katilleri Fırat’ın batısına çivileyen şey ne? Fesih kararı mı? Bu soruların cevabını herkes bildiği halde nedir bu öldük bittik, tasfiyecilik, teslimiyetçilik, değerler feveranları? Devlet Bahçeli 12 Mayıs’ta “PKK’lilerin silahlarıyla birlikte YPG’ye iltihakının dikkatle izlenmesi gerektiği” mealinde bir yazı neşrettiği halde, enternasyonalist dayanışma saflarında şehitler vermiş yapılarda dahi nedir bu kafa karışıklığı? KÖH kuzey coğrafyasından mı ibaret? Yapıp ettiklerinin dar anlamıyla “bizi ilgilendiren” meseleler dışında bir anlamı olamaz mı? Dünya bizim etrafımızda mı dönüyor?

Politika verili durumun analiziyle, düşmanın ve kendi gücünüzün hesaplanmasıyla ve bir dizi karmaşık etkenin değerlendirilmesiyle yapılır. KÖH Gazze, Lübnan, Suriye, İran eksenini ağır şekilde gerileten, Rusya’yı bölgede düşük profile, ağır prestij kaybına sürükleyen bir süreçte belli ki kuvvet-imkân-risk değerlendirmesi yaparak böyle bir adım attı. Yapısını ezdirmemek, halkını olası katliamlardan korumak, kazanımlarını hukuki-meşru ve uluslararası tanınırlık zeminine oturtarak gelecek için bir köprübaşı tutmak istedi. Tüm tarihinde rastlandığı gibi -belki de bu kez en ağırından- risk üstlendi. Ve yine yarım asırlık mücadele tarihinin, birikim ve tecrübelerinin verdiği özgüvenle, eğer süreç akamete uğrarsa bir B planı oluşturduklarından da şüphe edilemez. Tasfiye endişesi duyanların anlayacağı dille ifade etmek gerekirse, “PKK’nin Suriye uzantısı olduğu iddia edilen YPG yüz bine yakın silahlı savaşçısını terhis etmiyor”, keza İran’daki PJAK’ı da. Silahlı mücadelenin kazanımları ve açtığı yol sayesinde kurumlaşan ve fakat bugün kendini yaratan zemini de beslemeye devam eden, hatta bir bakıma siyasi temsil yoluyla Kürt halkının hakkını hukukunu korumada etkin bir rol oynayan yapılar olduğu yerde duruyor. Örneğin son birkaç seçimde Erdoğan’ın temel endişesi -Saray rejiminin/devletin taktik hesaplarında diyelim- gerilladan çok HDP/DEM Parti ekseninin kime oy vereceği olmadı mı? Uzatmayalım. Ortada tasfiye değil bahse konu zeminde manevra yapma ve risk alma hamlesi var. İşler kötüye giderse Rojava, Başur ve Rojhilat’taki silahlı güçler KÖH için bir sigorta olarak değerlendirilemez diye kanun hükmünde kararname mi var? Ya da terör gerekçesi formel olarak ve bir süreliğine dahi olsa sahneden çekildiğinde hangi sebeple kayyumlar, Kobane süreci tutsakları hapishanede tutulacak? Onların bırakıldığı yerde bırakalım Gezi tutsaklarını Ekrem İmamoğlu Silivri’de tutulabilir mi? Tutulmaya kalkışılırsa 19 Mart’ın kızgın közleri üzerine benzin dökmüş olmaz mı Erdoğan?

Keza, “Kürt savaşı batıdaki halkımızı şovenizme sürüklüyor, sınıf mücadelesini akamete uğratıyor” diyenler için “sınıf mücadelesinin” önü açılmış olmuyor mu? Şaka bir yana Gezi silahların sustuğu bir dönemde, 19 Mart isyanı ise yeni sürecin konuşulduğu günlerde sahneye çıkmadı mı? Bu vesileyle “yerim dar, yenim dar” günleri sona ermiyor mu?

Başınıza Kürtler kadar taş düşsün!

“Kürtler Erdoğan’la anlaşıp bizi satacak” diyenlere söylenecek tek söz var: Kürtler kadar taş düşsün başınıza! Bereket İmamoğlu ve Özel bu rezalete mesafeli duruyor, Yılmaz Özdillere, viledalı-faraşlı TV yorumcusu paşa eskilerine kalsa Kürtlere derhal savaş açıp ömrü yettiğince Erdoğan’ın başkomutanlığında yaşamaya razı olacaklar. Kürtler bizi satacak diyenler, emin olunsun tüm tarihleri boyunca Kürtleri sattılar. Örnek: Anayasa’ya aykırı ama Selahattin Demirtaş’ın içeri atılmasına yol açacak yasal düzenlemeye evet! Uzatmaya gerek var mı? Buna mukabil Kürtler ne yaptı? Ne öncesinde ne de 2015’ten bu yana bir an olsun Erdoğan’ı desteklemediler; buna mukabil CHP’ye başarı getiren tüm süreçlerin örtülü/açık destekçisi oldular; CHP hayranlığından değil, Erdoğan rejiminden kurtulmak için! O halde bilinmeli ki, hâlâ bu kokuşmuş sakızı çiğneyip duranlar, sürecin nezaketi bir yana, Kürtlerin salt bu söyleme duydukları öfkeyle Erdoğan’a yakınlaşabilecekleri endişesini hiç gözetmeyenler, Erdoğan’ın en büyük destekçileridir. Sureti haktan görünerek CHP’nin merkezinde durduğu muhalefet cephesini arkadan hançerleyenlerdir!

Devletin beka endişesi

Peki devlet neden bu işe kalkıştı? Uzun analizlere gerek yok. 1991-2003 Irak savaşları Güney Kürdistan’ın özerkliğini, 2011’de başlayan Suriye savaşı ise Rojava’yı yarattı. Hali hazırda süren ve dünya çapında pek çok savaşla etkileşimde olan, öncekilerden daha kapsamlı, yıkıcı -ya da yaratıcı- sonuçlar doğuracağı kuvvetle muhtemel olan savaşın neler getireceğini kim kestirebilir? Üstelik, Demirel’in deyimiyle son Kürt isyanı daha önceki 29’unda görülmemiş örgütlenme, toplumsal destek, silah, politik kuvvet, tecrübe, yetenek ve uluslararası tanınırlığa sahip iken. Ve Saray rejimi de -bakmayın kostaklanmalarına ve kendisine tevdi edilen geçici görevlere- dış politikada Cumhuriyet tarihinin en güvenilmez, en yalnız hükümeti pozisyonundayken. Onlar da kendi cephelerinden risklerden kurtulmak için gerekli uzlaşmaları yapmak vs. durumunda kalıyorlar. Ötesi? Top yuvarlak, maç herkes için sürüyor…

Kimse kimsenin elini tutmuyor

Bu durum ve tabloda en hafif sözleri tasfiyecilik olanlar ne öneriyorlar KÖH’e? Savaştaki 30 yıla yayılan uzatmalı pat durumunu KÖH lehine bozabilecek mucizevi bir önerileri var mı? Türkiye devrimciliği hangi ağırlığı oluşturarak rejimi geriletti de Kürt hareketini bugün beğenmedikleri girişimlere bir bakıma mecbur kılan zemini ortadan kaldırdı? Kendilerinin gördüğü riskleri 50 yıldır Ortadoğu’nun kurtlar sofrasında ayakta kalmakla yetinmeyip Kürt halkını ayağa kaldırmış kadroların göremediğini düşünmelerine neden olan kibrin kaynağı nedir? Tişrin’de toprağa düşen savaşçıların, bombaların, dronların altına feda ruhuyla yürüyen Kürt halkımızdan, kendi halinde insanların daha kanları kurumamışken, bu halka ve öncülerine değerler dersi vermeye kalkışmak niye? Bizim hatırlatmamızla mı öğrenecekler değerlerin ne olduğunu?

Son olarak hayattan çok kitaba bakarak konuşmak, kitabın dediği ile denilenin hayata geçtiği mesafe ve dolayımlar hakkında hiçbir fikir sahibi olmamak, “kitaba aykırı” görünen adımların her şeyin sonu olduğuna vehmetmek niye?

Nihayet bu durumdan çıkarılabilecek yegâne tutarlı vazifenin KÖH’ün yapamadığını yapmak olduğu açık değil midir? Eğer bu son şart pratikte karşılık bulmazsa ortalığı kuşatan yüksek perdeden konuşmaları nereye koyacağız?

Risk yok mu?

Peki her şey güllük gülistanlık mı? Hayır. Risk yok mu? Var. Yanlışlar yok mu? O da var! Yavuz Selimler, İdris-i Bitlisiler vs. üzerinden (ki birileri buna Hamidiye Alayları’nı da eklemeye kalkışabilir) tariflenen Türk-Kürt ittifakı söylemleri -retorikten öteye geçmeyeceği açık olsa da- vahimdir. Kürt halkımızın içine sinmeyen kimi durumlarda söylediği gibi, “taktik heval, taktik” diyerek, böyle olduğunu umarak bu söylemlere katılmadığımızı belirtip geçelim.

Keza kategorik olarak silahların çağının kapandığı genellemesi verili dünya gerçekliğiyle bağdaşıyor mu? IŞİD çetelerinin bıçağı boynuna dayanmış Rojava Kürtleri neden silah bıraksınlar ya da bırakıyorlar mı? Daha söylendiği anda boşa düşen sözler bunlar.

Öte yandan ihtiyatla yaklaşılması gereken sözleri esas alarak ve 50-100 bin kişilik silahlı yapının Rojava’da korunduğu gerçeğini yok sayarak, durumun hak ettiğinin ötesinde endişeye kapılmak; eylemi/durumu değil, söylemi her şey haline getiren bir yaklaşımın ifadesi olabilir ancak.

Söylem mi, eylem mi?

Hakkında en çok konuşanların, KÖH gerçekliğini anlamaktan en uzak olanlar oldukları hissine kapılıyor insan ortalığı kaplayan uğursuz kehanetleri dinledikçe. Öyleyse kendi tecrübelerimizi de hatırlatan bir “kritik eşikler” panoraması çizmeye çalışalım.

  • 1992’de İşçinin Yolu’nun Yazı İşleri Müdürü’ydüm. Derginin de bünyesinden çıktığı Varyos Yayınları’ndan bir kitap neşrettik o günlerde: “Dine Devrimci Yaklaşım mı, Kürt İslam Sentezi mi?” Öcalan’ın Müslüman Kürtleri devrim ve ulusal kurtuluş mücadelesine kazanmaya hasredilmiş görüşlerini yerden yere vuruyordu bizim kitap. (PKK sonraları Alevilere, Ezidilere ve diğer dinsel topluluklara dönük açılımlar da yaptı.) Bugün olduğu gibi o gün de kitabın orta yerinden hüküm kesen analizler ilk bakışta son derece doğru “görünüyordu”; pratikte ise bu açılımı yapan KÖH, dindar Kürtleri kazandı. Salt Hizbullah/Hizbulkontra gerçeğine bakmak bile KÖH’ün yaptığı açılımın değerini anlamak için yeterlidir. Kitap elimize imzasız olarak gelmişti, müdür olarak benim imzamı attık altına. Kitapta biz haklıydık, hayatta ise KÖH’ün haklı olduğu kısa sürede herkesin anlayacağı açıklıkla ortaya çıktı. Altında imzam olan kitap ise tatsız bir şaka gibi duruyor bir kenarda…
  • 1990’da SHP ile ittifak yaparak parlamentoya 18 milletvekili sokan ve SHP’den ayrılarak 1991’de HEP’i kuran politik hamle de yerden yere vuruldu. Şimdi Tayyip destekçiliğiyle suçlanıyor Kürtler, o zamanlar ise Kemalizm kuyrukçuluğuyla suçlanıyorlardı. (Oturup karar verseler iddia/itham makamları Kürtleri neyle suçlayacaklarına da herkes rahatlasa.) İddia makamı kitaba göre haklıydı elbette; hayata göre ise Kürtler haklı çıktılar: Risk alınarak o gün açılan kapıdan bugüne dek süren yasal Kürt partileri geleneği doğdu. (Salt Kemalizm kuyrukçuluğuyla değil, yasalcılıkla flört ederek PKK’nin silahlı mücadeleye yan çizdiğini dile getirenler de vardı o günlerde.)
  • 1993 ateşkesi tasfiyecilik ve teslimiyetti bazılarına göre.
  • Öcalan’ın yakalanması, savunmaları, bağımsızlık hedefinden vazgeçilmesi, Osman Öcalanların başını çektiği grubun yarattığı kayıplar vd. her şeyin sonuydu.
  • Gerillanın Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye sınırları dışına çıkması ve 4-5 yıl süren ateşkes “çürütme koridoru” idi, bunca yıl eylemsiz kalan gerillanın bir daha etkili olabileceği şüpheli idi.
  • Oslo ve İmralı müzakereleri felaket değildiyse eğer, özyönetim direnişleri, hendekler mutlak felaketti. (Evet taktik bir yenilgi aldı orada gerilla; ve fakat şu da unutulmasın ki Kuzey’in tarihinde ilk kez bu çapta şehir savaşı yürütüldü, bunun dersleri hatmedildi.)
  • Kobanê’nin IŞİD’ten kurtarılması iyiydi de etrafta Amerikalılar olunca KÖH’ün 50 yıllık devrimci tarihi bir kalemde silinip gitmiyor muydu?
  • Şimdi de Rojava acaba kim bilir hangi “procelerin”, hangi “Sevr’lerin” ürünüdür?
  • Rojava’da bulundum. Türkiye-Suriye sınırını boydan boya kateden karayolu üzerindeki şehirlerin içinden geçen yoldaki aydınlatma direklerinin iki tarafına asılan binlerce fotoğrafı gördüm. Kilometreler boyunca şehirleri boydan boya geçerken size gülümseyen gencecik kadın ve erkek gerillaların fotoğrafları: 12 bin fotoğraf…
  • 1919-22 aralığındaki Milli Mücadele yıllarında Genelkurmay kayıtlarına göre Türk ordusunun kayıpları 7.500 – 9.000 civarındadır. Taş patlasa üç milyon nüfuslu Rojava ise IŞİD barbarlığına karşı 12 bin evladını toprağa verdi! Bu tabloya rağmen Kürtlerin kendi aklı, iradesi, hesabı kitabı yok ve olamaz öyle mi? Gelsin Tayyip destekçiliği, gitsin Amerikan işbirlikçiliği. ABD ile şu veya bu sebeple kurmak zorunda kaldıkları ilişkiler Kürtlerin dostlarının canını yakar; ve fakat dostlar, fırsatçı gibi davranıp, “aha yakaladım sizi” kolaycılığıyla davranmaz. Endişesini, eleştirisini usulünce dile getirir, 50 yıllık birikimi bir kalemde silip atmaz.

Burada hatırlattığımız son 35 yılın tablosu, riskli süreçler ve sonuçları ne söylüyor bize?

Şunu: KÖH, söylemiyle değil eylemiyle, eyleminin içeriğiyle değerlendirilmesi gereken bir harekettir. Kaynağını kitabi doğrulardan alan “isabetli” ithamlar KÖH’ün eylemi karşısında ağustosta güneş görmüş kar gibi eridi gitti bunca yıldır. Gitti de fikri takip denilen mefhumun yüzü suyu hürmetine “iddia makamından” dişe dokunur tek bir özeleştiri görmedik bugüne dek. KÖH’ün söylemindeki sorunlu yanlar mı? Olduğu apaçık, can sıkıcı oldukları da öyle. Üstelik KÖH saflarından bu söylemleri dillendirenlerin de canı gönülden değil, “taktik heval” makamından kerhen konuştukları da açık gören gözlere. 30 yılı aşkın zamandır KÖH’ü söylemiyle değil eyleminin içeriğiyle değerlendirme alışkanlığı edindim kendimce ve iddialı bir laf olacak ama yanılmadığımı da gördüm: KÖH, tüm bu riskli süreçlerin üstesinden geldi, Kürt halkını, dostlarını, devrim, sosyalizm ve demokrasi cephesini tarihinin hiçbir döneminde yüz üstü bırakmadı. Öyleyse bu bahiste de Lenin’e kulak verelim: “Bir örgütün niteliğini belirleyen şey eyleminin içeriğidir.” (Ne Yapmalı’dan.)

Kürtlere kader tayin edilecek…

Bir sınır kasabasında doğdum. Doğduğum Kazdağı yamaçlarındaki evin 2 km aşağısında Türkiye’nin kara sınırları sona eriyor, deniz başlıyordu. Denizin karşısında ise Yunanistan’ın Midilli adası uzaktan el sallıyordu doğduğum köye. Köyümüzün yaşlılarının çoğu gibi ninem orada doğmuştu, onun kocası ise Selanik’te. Kürt nedir bilmezdik. Köyümüzde Kürt Ahmet vardı, bazen bahçıvan Ahmet diye de anılırdı, hepsi bu. 1970’lerde çocukluğunu yaşayan çoğu akranım gibi sosyalist bir çocuk olmuştum, abilerimiz sosyalistti biz de öyleydik. Kahvehanelere gelen gazeteleri okurduk, “Fatih’in Fedaisi Kara Murat – Suat Yalaz çizdi”nin müdavimleriydik. Bazen ihtiyarlarla sandık gibi radyolardan “ajans haberlerini” dinler, bazen de gazetelerdeki ciddi haberlere şöyle bakar geçerdik. Bir gün bir karikatür ilişti gözüme, bir daha hiç unutamadım. Keban Barajı’nın açıldığı haberinin yanında bir Türkiye haritası vardı. Ortasından ikiye bölünmüş haritanın doğusu siyah, batısı ışıl ışıldı. Siyah kısmın bir yerine Keban Baraj Gölü çizilmiş, oradan çıkan ve batıya uzanan kablonun ucunda bir ampul yanıyordu; batı aydınlıktı, baraj gölünün de içinde olduğu doğu ise kapkaranlık. Karikatür-haritanın altında hatırlayabildiğim kadarıyla şu cümleler yazıyordu: “Keban Baraj Gölü için sular altında kalan köylerin yerine, gölü gören yamaçlara kurulan köylere hala elektrik verilmiyor!”

Çocuklarda nahif bir bencilliğe, yer yer acımasızlığa rastlanır, örneğin kanatları koparılmış sineklerle oynayabilirler vs. Fakat çocukların çoğu asıl olarak doğaları gereği komünisttir. Önlerine bir çuval altın bıraksanız, saklambaç oynarken arkasına saklanabilir miyim diye düşünürler. Fakat bir dilim salçalı ekmeği başkalarına göstere göstere kemiremezler, ille de yarısı arkadaşa verilecek, üleşilecek! 70’lerin çocuğu olarak o karikatürü gördüğümde -hangi gazetede hatırlamıyorum, Günaydın bile olabilir, çünkü köy kahvesine Günaydın ve “solcu” Milliyet dışında pek gazete gelmezdi- beynimden vurulmuşa döndüğümü hatırlıyorum: Böyle bir şey nasıl olabilirdi! Evimize elektrik ilkokul dörde başladığım yıl bağlanmıştı, düğmeye “çıt” diye basıp odanın aydınlanıvermesinin ne demek oluğunu biliyordum, “binlik” diye tabir edilen gazyağı şişelerini bakkaldan getirirken düşürüp kırmanın mahcubiyetinin ne olduğunu da. (Mağduriyet değil şansımdır o masalsı yılların son demlerinde dahi olsa yaşayabilmiş olmak.) Ve öğreniyordum ki, köyleri sular altında kalanların barajı gören yeni köylerine elektrik verilmemişti hala! Ve biz “çıt” diye düğmeye basarak oradan gelen elektriği kullanıyorduk! Dünya nasıl hâlâ bildiği gibi dönüyor, biz nasıl oluyor da bunu bilerek hiçbir şey olmamış gibi yiyip içmeye, yatıp uyumaya, misket oynamaya devam edebiliyorduk?

Sonradan nelere alıştık, geçelim bir kalem.

Yıllar sonra Gırgır değilse eğer Leman dergisinde, 1990’ların başında herhalde, bir başka karikatür gördüm: “Kürtlere kader tayin edilecek” yazıyordu ironinin, istihzanın dibine vurarak. Kendi kaderlerini tayin edebilmek için kan ter içinde yola revan olan, dönüşsüz biçimde halk katında zemin tutan bir hareketin, “kendisine tayin edilen kadere” nanik yapması yansıyordu o karikatürde. Ve bugün hala “Kürtlere kader tayin ediyor” birileri, geçiniz…

O iki karikatür arasında hayatlarımızda çok şey değişti. 1970’lerdeki karikatürle çocuk vicdanıma giren Kürt meselesi bir daha hayatımdan çıkmadı. Bir çocuğun nahif vicdanı, Che’nin komünist şiarıyla perçinlendi sonraları: “Dünyanın öbür ucunda bir insana haksız yere atılan tokadın acısını yanağında hissetmiyorsan devrimci değilsin”; bu hayatlarımızın ilkesel rehberiydi, en azından bu sözün öğrencisi olmaya çalıştık. Şimdilerde bazılarına anlaşılmaz geliyor ama Kürtlerin yanında durmak için Kürt olmak şartına göz ucuyla dahi bakmak ne kadar ayıp bir şeydir! Komünist, tutarlı demokrat, hatta sadece vicdanlı bir insan olmak yetmez mi haksızlığa isyan etmek için? Pratik politik boyuta gelince; Che’nin ilkesel diskurundan ilhamını almakla yetinmeyen; tüm tarihi boyunca devrim, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin sağlam bir bileşeni olan (eksikliği durumunda Türkiye devrim ve demokrasi güçlerinin çok şey kaybedeceği) Kürt hareketiyle dayanışmanın politik değerinin farkındalığıyla da dostluk-yoldaşlık zeminini korumaya hep inandım. 1992 Ağustos ya da Eylül’ünde Şırnak’ın kontrgerilla tarafından boşaltıldığı günlerde bir sosyalist basın heyetiyle birlikte Cizre ve Şırnak’ta bir hafta geçirdim: Hiçbir kitabın anlatamayacağı “yok ülke” gerçekliğini o bir hafta içinde fark ettim. Yasak ülke Kürdistan’ı gözlerimle gördüm, ruhumda hissettim ve bir daha asla onun mahzun, suskun hüznünün altındaki ışıl ışıl direnci, yaşama sevincini, umudunu unutamadım. Hapishanelerde KÖH’ün kadrolarıyla yattım. 2017’de Rojava’ya gidiş yolculuğunda Gare sırtlarında meşelerin, cevizlerin altında Atakan Mahir ve Ali Haydar Kaytan ile üç unutulmaz gün geçirdim… Rojava’da DKP savaşçısı Sinoplu Türk işçi Muzaffer Kandemir’in mezar taşına sarılıp ağlayan Derikeli Kürt ananın gözyaşlarını gördüm; oğlu kuzey Kürdistan’da dağlarında toprağa düşmüştü, bir mezar taşı yoktu şu koca dünyada, Muzaffer artık onun evladıydı, ona emanetti…

Bunları gördüm, yaşadım, düşündüm, hissettim…

Hariçten gazel okuma makamından konuşmadan, devrim ve demokrasi saflarındaki herkese şu çağrıyı yapabilirim: Kürt halkının elli yıllık mücadelesinin yüzü suyu hürmetine biraz sabır, biraz güven…

Eğer her şey kötüye giderse yapılabilecek tek şey var: Düşmez kalkmaz bir Allah. Eğer düşersek, düştüğümüz yerden birbirimize tutunarak hep birlikte kalkalım! Geride bırakılan yıllarda olduğu gibi, fotoğraflardan bize gülümseyen gençlerin gözlerindeki ışıltıya tutunarak, nefesimiz, aklımız, gücümüz neye yetiyorsa ona tutunarak devrim ve sosyalizm bayrağını bir kez daha yükseltelim el birliğiyle!

Kaynak: Sendika.org