fbpx

Türkiye’de sermayenin 100 yıllık seyri – Mehmet Türkay* / Tolga Tören**

Paylaş

Türkiye sermayesi kuruluşundan bu yana devlete yaslanmış ve desteklenmiştir. Kendi suretinde bir dünya yaratmış ve toplumun büyük çoğunluğunu buna mahkum etmiştir.

Genel olarak sermayenin seyrini anlamak için devlet ve toplumsal dönüşüm dinamiği göz önüne alınmalıdır. Dolayısıyla belirli bir tarihsellikte yaşanan toplumsal dönüşüm, bağlı olarak sınıf kompozisyonunun dönüşümü ve nihayetinde bu dönüşümlerin devlete yansıması sermayenin toplumsal var oluşunun sınırlarını oluşturur. Böyle bir çerçeveden bakınca Türkiye’nin yaşadığı yüz yıllık süreç “dış dinamikler”in de müdahil olduğu bir özelliğe sahiptir.

Bu anlamda, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecinde ortaya çıkan Avrupa’ya olan borçların tahsilatını gerçekleştirecek olan Düyunu Umumiye, bir servet aktarım mekanizması olarak işlev görmeye başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı koşullarında yaşanan bu süreç Osmanlı’nın son toprak parçasında bir ulus devlet kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bilindiği üzere ulus devlet kapitalizmin asli kurumu olarak aristokrasiye karşı burjuvazi tarafından desteklenen sınıfsal bir yapılanmadır.

Ancak bir kuruluş sürecinden bahsediliyorsa o süreçte bir dışlama/içerme mantığı devreye girecektir. Kuruluşun mantığı gereği Batı ile doğrudan ilişkili sermaye tarafları bu süreçten dışlanmış diğerleri zor ya da rıza yoluyla içerilmişlerdir. Milli sermaye yaratmaya dönük bu tasarruf, servet transferi biçiminde II. Dünya Savaşı sürecinde Varlık Vergisi ile en görünür halini alacaktır. Kuruluş koşullarında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nin liberal kararları sermaye açısından geleceğe dönük bir garanti oluşturmuştur. Bu süreçte SSCB’nin de kuruluşuyla 1. Dünya Savaşı çıkış amaçlarına hizmet edememiş ve Avrupa faşizme mahkum olmuştur. Dünya ikinci savaşa hazırlanmaktadır.

İzmir İktisat Kongresi

Bu koşullar Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkeler açısından bir fırsat yaratmış ve Türkiye, kapitalist bir toplumsal kuruluşun temellerini 1929’da başlayan dünya kriziyle “devletçilik” olarak tanımlanan süreçte hayata geçirmiştir. Diğer bir değişle sermayenin üzerinde yükseleceği asgari zemin bu dönemde oluşturulmuştur. Dolayısıyla “devletçilik” diye adlandırılan süreç sermayenin var olma koşullarını hazırlamıştır.

Ancak bu süreçte Köy Enstitüleri gibi toplumsal ihtiyaca cevap verecek kurumsallaşmalar da hayata geçiriliyordu. Siyasal yanı bir tarafa bu önemlidir çünkü gençler becerilerini geliştiriyor ve “Aydınlanma” ilkeleri doğrultusunda eğitim alıyorlardı. Bu diğer taraftan bakıldığında uzun vadede sermayeye nitelikli eleman yetiştirmek anlamına da geliyordu.

Bu süreç İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle yeniden kurulan dünya hiyerarşisinde savaşa katılmayan Türkiye’yi bir yere oturttu ancak Avrupa’da yükselen sosyal demokrasi ve “Soğuk Savaş”ın başlaması, Türkiye’yi Marshall Planı ile bağlayan ABD’nin rotasına soktu. Bu Türkiye’deki sermayenin bağımsız davranma koşullarını da belirledi. Simgesel bir ifade olarak Vehbi Koç’un “Ben tüccarlıktan sanayiciliğe ABD ziyaretinden sonra geçtim” vurgusu kendi başına önemlidir, çünkü ticaret sermayesi hiyerarşideki yerini üretici sermayeye bırakmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan dönem, üretici sermayenin uluslararasılaşmasının tanımlayıcı bir dinamik olarak devreye girmesi ve dünya ölçeğinde kapitalist iş bölümü ve hiyerarşinin bu zeminde yaşanacak olmasıydı. Bu durum Türkiye ve benzeri ülkelerin dünya kapitalizmiyle entegrasyonunu da biçimlendirdi. Elbette burada tek yönlü bir belirlenim söz konusu değildi.

SINIF ÖRGÜTÜ OLARAK TÜSİAD

Entegrasyon süreçleri karşılıklı etkileşim üzerinden biçim alırlar. Dolayısıyla bu süreçte Türkiye’nin entegrasyonu 27 Mayıs 1960 Darbesi’yle oluşturulan DPT ve ilgili kurumlar aracılığı ile “ithal ikamecilik” olarak tanımlanan bir strateji üzerinden kuruldu. İçerde üretip içerde tüketmek olarak tanımlanan bu strateji dönemin bir kısım sol hareketlerinden de destek aldı ancak değişen sadece ithalatın kompozisyonuydu. Eskiden tüketim malları ithal edilirken artık söz konusu tüketim mallarını üretmek için gerekli ara ve yatırım malları ithal edilmeye başlanmıştı. Bu durum Türkiye’de üretici sermayenin var olma zemini anlamına gelmektedir. Nitekim zaman içinde üretici sermaye belirli bir güce erişti ve 1971’de bir sınıf örgütü olarak TÜSİAD kuruldu.

1970’li yıllar sınıf kompozisyonunun büyük ölçüde netleştiği ve çatışmaların yoğunlaştığı bir dönem olarak yaşanmıştır. Diğer bir ifade ile bu süreç dünya ölçeğinde kapitalizm karşıtı hareketlerin yükseldiği bir döneme tekabül etmektedir ve Türkiye’de oluşan güçlü muhalefet, sistemi zorlamaya başlamıştır. Bu duruma karşı sermaye, TÜSİAD aracılığı ile mevcut Bülent Ecevit hükümeti karşıtı tam sayfa gazete ilanları vermeye başlamış ve nihayetinde 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle amaç hasıl olmuştur. Bu durum elbette dünya ölçeğinde yaşanan neoliberal dönüşümle doğrudan ilişkilidir. Bu aşamadan sonraki süreç, muhalefetin denetim altına alınması ve asli olarak sermaye içi çatışmalarla biçimlenmiştir.

NEOLİBERAL DÖNÜŞÜM

Bilindiği üzere sermayenin asli amacı kâr etmektir. Ancak beklenen kârın nasıl bölüşüleceği önemli ölçüde yaşanan siyasal ortamla bağlıdır. Uzun süre yaşadığımız siyasal ortamın asli temsilcisi ANAP olmakla birlikte bugün AKP’dir. AKP iktidarı bu süreçte kendi sermayesini de yaratmıştır. TÜSİAD, başından beri uyum sağladığı sürece son dönemlerde mahcup itirazlarını dile getirmektedir. Ancak bu itirazlar bir pazarlık önerisinden öteye gitmemektedir. Bugün gelinen aşamada sermaye içi denge devlet marifetiyle büyük ölçüde AKP’nin desteklediği sermaye lehine dönmüş durumdadır. Bu anlamda sermaye içi bir mücadele süreci yönlendirmektedir. Sermaye içi mücadele bir taraftan ücretlerin baskı altına alınması diğer taraftan sermayenin merkezileşmesi, diğer bir ifade ile tekelleşmesinin hızlanması anlamına gelecektir. Nihai olarak ifade etmek gerekirse; toplumsal bir ilişki olarak sermaye AKP iktidarı sürecinde yeniden düzenlenmiş, bir kısım sermaye el değiştirmiş bir kısmı da özellikle inşaat, ulaştırma, altyapı ve hizmet sektöründe devlet müdahaleleriyle yaratılmıştır. Bu haliyle bakıldığında sermaye, kadim ifadeyle, kendi suretinde bir “Türkiye” yaratmış görünmektedir. Elbette tüm bunların üzerinde gerçekleştiği bir zemin olmalı.

TOPLUMSAL BİR İLİŞKİ OLARAK SERMAYENİN ZEMİNİ

Yukarıda, bu zemini tanımlamak için kimi noktalar vurgulanmıştı. “Sermayenin seyri”, “servet aktarım mekanizmaları”, “dışlama/içerme mantığı”, “devletçilik” olarak tanımlanan politika ile birlikte, “sermayenin var olma koşullarının hazırlanması”, “1980’lerin neoliberal dönüşümünde açığa çıkan sermaye içi çatışmalar” ve nihayetinde AKP’nin kendi sermayesini yaratmasına dönük inşaat, ulaştırma, altyapı ve hizmet sektörlerindeki “devlet müdahaleleri”. Esas olarak liberalizm budur. Sermayenin kurucu ideolojisi olarak liberalizmin özgürlükçülüğü sınıfsal bir niteliğe sahiptir, o da aristokrasiye karşı verilen mücadelede anlam kazanır. Sonrasında kapitalizmin asli ideolojisi olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti de kendini bu temelde örgütlemiştir.

Malum, Cumhuriyet’i simgeleyen cümlelerden birisi, “demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” idi. “Ağ”, yani yol, ulaştırma, bir yandan, yeni kurulan bir cumhuriyette “sermaye”nin üzerinde yükseleceği coğrafyanın, yani ulus devletin kuruluşunu simgeliyordu. Diğer yandan da, ulus devlet olarak tanımlanmış bu coğrafya üzerinde biriken sermayeyi ve onu biriktirecek aktörleri yaratan bir mekanizma işlevi görüyordu. Demiryollarını inşa eden müteahhidin “Demirağ” soyadını alması, önemli bir sembolik örnek elbette.

Dönemin haritaları, özellikle de inşa edilen karayollarının gösterildiği haritalar incelendiğinde, yukarıda zikredilen Marshall Planı kapsamında inşa edilen karayollarının, hammadde üretim merkezlerini liman kentlerine bağlayacak şekilde tasarlandığı kolaylıkla görülebilir. Bütün bu imar faaliyetlerinin ya da bu faaliyetlerde kullanılan makinelerin ithalat ihalelerinin ve bayiliklerinin, dönemin sermayedarlarına birikim yaratacak şekilde dağıtıldığı da bilinen bir gerçek. Bu anlamda bahsi geçen iki dönemden birincisi (1920’ler ve 1930’lar), sermayenin “kuruluşu”nu, ikincisi ise (1940’lar ve 1950’ler), kurulmuş olanın daha geniş bir ölçeğe “yayılması”nı ifade eder.

2008 KRİZİ VE SONRASI: YENİDEN KURULUŞUN BAŞLANGICI

Bugün de, özellikle de 2008 krizinden bu yana, benzer bir dönemde olduğumuzu söylemek mümkün. Şöyle ki: David Harvey Marx, Sermaye ve İktisadi Aklın Cinneti (Marx, Capital and Maddness of Economic Reason -2017-)(1) başlıklı çalışmasında, ABD’de 1900-1999 yılları arasında 4 buçuk milyon ton çimento kullanıldığını ifade eder. Çin’in sadece 2011 ve 2013 yılları arasında kullandığı çimento miktarının 6 buçuk milyon ton olduğunu ekleyerek. Harvey’e göre, Çin inşaat, kentleşme projeleri, altyapı yatırımları, ulaştırma gibi alanlarda yaptığı yatırımlar, yani yarattığı “mekan ekonomisi” aracılığıyla, krizin olumsuz etkilerini ABD’ye kıyasla çok daha hızlı bir şekilde ortadan kaldırmıştır. Sonuçta 2000 yılında ABD’deki iş kayıpları 7 buçuk milyona varırken, Çin’de 3 buçuk milyonda kalmıştır.

Harvey, 2008 krizi sonrasında Türkiye’nin de Çin’e benzer bir kentleşme sürecinden geçtiğini ifade eder aynı çalışmasında. Harvey’in kentleşme olarak ifade ettiğini, inşaat sektörüne ek olarak, kamu özel ortaklığı yoluyla gündeme gelen “çılgın projeler”, karayolu, havayolu ve liman inşaatları vs. olarak genişletmek de mümkün. Dolayısı ile inşaat sermayesi ve bağlı sermayelerin ihtiyaçları yaşanan sürecin biçimlenmesinde kritik bir rol oynamaktadırlar.   

SERMAYE TOPLUMUN HÜCRELERİNE KADAR YAYILIYOR.

2014-2018 yıllarını kapsayan 10. Kalkınma Planı’nda(2), sermaye stokunu etkin kullanmak ve özel sektörü desteklemek için Türkiye’de altyapı yatırımlarına ihtiyaç olduğu ifade ediliyor. Yatırım Destek Ajansı’nın 2018 tarihli bir raporuna göre ise(3), 1986-2002 yılları arasında 16 olan kamu özel işbirliği projelerinin, 2003 – 2017 yılları arasında 158’e yükseldiği ifade ediliyor, ki bunların önemli bir kısmı 2008 yılı sonrası için geçerli. Bu kamu özel işbirliği projelerinin kompozisyonuna bakıldığında, 86’sının enerji, 42’sinin karayolu, 22’sinin liman, 21’inin sağlık tesisi, 18’inin havaalanı, 17’sinin marina, 15’inin sınır kapısı, 2’sinin sanayi tesisi, 1’inin demiryolu, 1’inin de kültür turizm alanında olduğu görülüyor. Telekomünikasyon alanındaki 21 proje yap-kirala-devret, enerji alanındaki 93 proje işletme haklarının devri, 106 ulaşım projesi yap-işlet-devret, su alanındaki 5 proje de yap ve işlet modeliyle bağlanmış durumda(4). Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ise, geçtiğimiz sene hazırladığı Ulaştırma ve Lojistik Mastır Planı 2053 başlıklı metinde, ulaştırma alanında yapılacak yatırımların önümüzdeki yıllarda daha da artacağını ifade ediyor.(5)

Nitekim, örneğin demiryollarının liberalize edilmesi ya da özelleştirilmesi sürekli olarak gündemde olan bir madde. Bu konuda başta 11. Kalkınma Planı ve özel ihtisas komisyonları raporları olmak çok sayıda doküman olduğunu söylemek mümkün.(6) Tüm bunların neredeyse bütün sermaye örgütlerinin son yıllarda ulaştırma ve lojistik ve benzeri alanlara dönük vurguları ile örtüştüğünü de belirtmek gerek. TÜSİAD’ın 2012 tarihli Türkiyede Dış Ticaret ve Lojistik Süreçleri: Maliyetler ve Rekabetçilik Faktörleri başlıklı raporu bu konudaki örneklerden sadece birisi.(7) Bu tür raporlardaki, lojistik merkezi olma, Avrupa’nın ulaşım bağlantı noktası olma ve benzeri vurguların çok sayıda resmi metninde tekrarlandığını söylemek mümkün. Çünkü sermayenin aklı devlete hakim.

SERMAYENİN YAYILMA DİNAMİKLERİ

1950’lerde yapılan karayolları haritaları ile, bugün, yukarıda ifade edilenler de akılda tutularak, lojistik, ulaştırma vb. alanlarda yapılan ya da planlanan yatırımların gösterildiği haritalar karşılaştırıldığında, görülecek en önemli şey, sermayenin yayılma dinamiklerine zemin hazırlayan bir gelecek tahayyülü olacaktır. Bir başka ifade ile, 1950’lerde hammadde üretim merkezlerini ihracat limanlarına bağlayan yolların çeşitlendiği, karmaşıklaştığı, ama ayrıca ulus içinde ve ulus ötesinde yeni noktalara ulaştığıdır.

Bu anlamda, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına doğru yol alırken, sermayenin, kendi işleyiş mantığı çerçevesinde, ama aynı zamanda kendi içindeki mutabakat ve çelişkilerle hareket ettiği vaka olarak karşımızda duruyor. Bu süreç, mekanda yayılarak, yeni proleterleşme biçimlerinin açığa çıkmasına yol açarak, ekolojik tahribatı derinleştirerek devam ediyor. Esas olarak sermaye kendi için vardır. Kendi var oluşunu destekleyecek her şeyi denetler ve kullanır haldedir.  Genel işleyişe uygun olarak Türkiye sermayesi de kuruluşundan bu yana devlete yaslanmış ve desteklenmiştir. Bunun tersi mümkün değildir zaten. Kapitalist bir toplumda devlet, sınıfların karşı karşıya geldiği bir alan olarak düşünülmelidir. Bugün bu alan sermayenin kontrolündedir ve yaşanan sorunlar kendi iç mutabakatları ile devlet üzerinden çözülmektedir. Sermayenin yaşam alanı kapitalizmdir ve bu alan Türkiye’de çok çeşitlenmiştir. Daha önce de vurgulandığı gibi sermaye kendi suretinde bir dünya yaratmış ve toplumun büyük çoğunluğunu buna mahkum etmiştir.

*Prof. Dr. (E), Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Bölümü

**Dr. Kassel Üniversitesi


NOTLAR:

(1) Harvey, D. (2017), Marx, Capital and the Maddness of Economic Reason, London: Profile Books. 

(2) Kalkınma Bakanlığı (2014) 10. Kalkınma Planı, https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/08/Onuncu_Kalkinma_Plani-2014-2018.pdf

(3) Yatırım Destek Ajansı (ISPA) (2018) “Investing in Infrastructure and Public Private Partnership in Turkey”, Ankara: ISPA.

(4) agm.

(5) Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı (2022) 2053 Transport and Logistic Master Plan, https://sgb.uab.gov.tr/uploads/pages/yayin-sunum-ve-tablolar/uab-2053-master-plan.pdf

(6) Kalkınma Bakanlığı (2018) “Onbirinci Kalkınma Planı Lojistik Hizmetlerinin Geliştirilmesi Özel İhtisas Komisyonu Raporu”, Ankara: Kalkınma Bakanlığı.

(7) TÜSİAD (2012) Türkiye’de Dış Ticaret ve Lojistik Süreçleri: Maliyetler ve Rekabetçilik Faktörleri, https://tusiad.org/en/reports/item/5337-foreign-trade-logistics-in-turkey-cost-and-competition-elements.

Kaynak: Gazete Duvar