Für die deutsche Version bitte hier klicken
Çeviren : Mehmet Ali Ayan
Kadınlar, ikili cinsiyet rejiminin arasında ya da dışında kalan insanlar, yaşadığımız cinsel şiddete ve dehşete dikkat çekmek ve onu sona erdirmek amacıyla tekrar tekrar sokaklara çıkıyor.
Bu bağlamda burjuva siyasetçilerden sık sık gelen faillere daha ağır cezalar verilmesi yolunda çağrılar da var. Güvenliği sağlamak için kamusal alanı daha iyi gözetlemenin ve polis sayısını arttırmanın şart olduğunu söylüyorlar. Ancak bu talepler feminist hareketin onlarca yıldır masaya getirmekte olduğu temel gerçeklerin inkarıdır. Bir kere, polis varlığı ve kamusal alanın denetimi esas olarak uyuşturucu bağımlılığı ya da seks işçiliği gibi baska damgalar da taşımayan beyaz kadınlar için güvenlik sağlar. Öte yandan, Avusturya’da yapılan bir araştırmaya göre, cinsel şiddet vakalarının yüzde 80’inde failler mağdurların tanıdığı kişilerdir.[1] Bir kadın için en büyük tehlike partnerinden veya eski partnerinden gelir, yabancı erkekten değil.
Dolayısıyla, kamusal alanın topyekûn gözetim ve denetiminin cinsel şiddet sorunuyla mücadeye gerçekten hizmet ettiği kuşkuludur; çünkü kadınlara ve kadın sayılan insanlara yönelik şiddetin nedeni kamusal alanda değil, toplumu bir uçtan bir uca kesen kadın düşmanı, ataerkil iktidar yapılarında bulunmaktadır. Ben hâttâ totaliter gözetim ve denetim sistemleri kurmanın sorunu daha da azdırdığını iddia edeceğim. Güvenliği bu şekilde sağlamak feminist özgürleşmeyi değil, tersine, ataerkil de olan otoriter bir denetim kertesini davet eder ve savaşılması gerekeni üretir. Bunu açıklamak için, burjuva kapitalist toplumlarda ataerki ile faşizm arasındaki sosyo-psikolojik bağlantıları göstermeye yönelik bir bir girizgâh yapacağım. Bunlar, siyasi tartışma yaparken hissettiğimiz veya gösterilerde sloganlarımızı pes peşe sıralarken önümüze gelen bağlantılardır; ancak, altlarında yatan ve bu şiddeti üreten çoğunlukla otoriter öz-yapıların bir çözümlemesi yok.
Faşizm ile ataerki arasındaki bağlantıları daha 1930’larda İngiliz yazar, feminist ve barış eylemcisi Virginia Woolf‘un çalışmalarında buluyoruz.
Woolf faşizm üzerine bir denemesinde (1938) şöyle yazar: “Orada [politikacıların ve gazetecilerin beyanatında] diğer insanlara nasıl yaşamaları ve ne yapmaları gerektiğini buyurmayı kendisine hak gören (…), ki bu hakkı Tanrıdan mı, doğadan mı, cinsiyetinden veya ırkından mı aldığının önemi yok, bir yaratığın, diktatörün embriyo hali vardır ”[2] Faşizm, ona göre, aksi halde sağlıklı olan bir toplumdaki barbarlığın başlangıcı değildir; fakat burjuva, ataerkil, kapitalist toplumun doğasında vardır. Bu toplum, faşizmin üzerinde yükselebileceği temelleri oluşturur.
1940’larda benzer çözümlemeleri Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisinde, yani Theodor Adorno ve Max Horkheimer’da da buluruz. Onlar, Aydınlanmanın Diyalektiği’nde, “İnsanlık, gerçekten insanca bir duruma girmek yerine, [faşizmle birlikte] yeni türden bir barbarlığa neden batıyor?”[3] sorusunu ele alırlar. Odysseia destanını kullanarak bir olgunun izini sürerler: Burjuva devrimi ile sonuçlanan Aydınlanma’nın ilerlemesi -sırtını tanrıya, yüzünü bilime çevirmekle, feodalizmin üstesinden gelmekle ve modern burjuva devletlerinin kuruluşu ile- sonuçlanan bu olgu, aynı anda nasıl oldu da gericiliğe dönüştü; hepsi modernite ruhu içinde olmak üzere, zulme, aşırı sömürüye ve doğanın yıkımına yönelik bir dünya yarattı?
Bununla birlikte, burjuva devriminden önceki Avrupa tarihi de romantize edilmemelidir. Şiddet ve ataerki ona her zaman damgasını vurmuştu ve başka yönleriyle sürekli yol arkadaşıydı. Fakat pek çok insana özgürlük getiren Aydınlanma Çağında kadınlara da erkeklerin astları olarak bir yer tahsis edildi. Eskiden toplumsal hiyerarşi lonca düzeni ile güvence altına alınmışken, onun yerini gitgide bir sınıf ve cinsiyet düzeni aldı. “Kadın” ötekileştirildi, nesneleştirildi ve, tıpkı doğa gibi, erkek burjuva özneye tabi kılındı ve sömürüldü.[4]
Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Horkheimer ve Adorno, bir burjuva özne olmanın iki yolunu betimlerler. Bunu Homeros’un Odysseia destanındaki siren (deniz kızı) şarkıları örneği ile resmeder ve böylece Avrupa için önemli olan kültürel bir anlatıdan yararlanırlar. Destanda Odysseus sirenlerin şarkı ve ayartmalarını dürtülerine yenik düşmeden dinlemek için kendisini geminin direğine zincirletir ve acı çekerek olgunlaşır.[5] Bu yontulma ve nefsine hakimiyet onu gerçek bir erkek haline getirir. Astları olan kürekçiler ise farklı bir yol tutarlar. Kulaklarını mumla tıkayıp kendilerine söylendiği gibi kürek çekerler. “Onların yolu itaat ve çalışmaydı, ki tatmin bunun üzerinde sürekli, ama sadece bir görüntü, iktidarsız bir güzellik olarak parlardı”.[6] Burjuva erkek özne, böylece, kendini ya itaatle ya da kendi doğasından ve dürtülerinden ayrışıp onları zaptederek şekillendirir. Erkeklik, demek ki, Adorno ve Horkheimer’in Ulysees çözümlemesine göre, ya itaat ve sıkı çalışma yoluyla ya da kendi dürtülerini, özellikle de cinsel dürtülerini denetim altına alarak inşa edilir.
Çalışma ve boyun eğme yoluyla erkek özneleştirme yönteminin tersine, kadınların dürtülerinin varlığı inkar edildi ve bu şekilde özneleşme onlardan esirgendi; özellikle de Aydınlanma Çağı’ndan beri. Erkeklik ev dışında faaliyet ve gelir getiren çalışma ile ilişkilendirilirken, onlara ev içi alanda pasif bir rol verildi. Bu bölünmeler o zaman da şimdi de özellikle işçi sınıfı içinde sürekli olmasa bile, ikili cinsiyet ayrımının ideolojisi bugün hala etkili ve doğa vergisi olarak normalleştirilmiş durumda. Süreç içinde kadınlar, zapturapt altına alma ya da sıkı çalışma ve itaat zoruyla onların özne haline gelmesini sağlayabilecek hiçbir içgüdüleri olmadığı için, burjuva öznelikten yoksun bırakılıyor. Ev işi, çocuk doğurma veya yaşlı hasta ve çocuk bakımının, sosyal bakımdan gerekli emek oldukları halde öyle sayılmadığı, gelişmekte olan kapitalist toplumun mantığı içinde bir doğal kaynak olarak anlaşıldığı tamamen göz ardı ediliyor. Bu durum, Care Revolution (Bakım Devrimi) ağının başını çektiği feminist mücadeleleri ya da yaşam için çalışmayı merkeze koyan Frigga Haug gibi marksist feministleri çok daha da önemli kılıyor.
Psikanaliz üzerine ara söz
Horkheimer ve Adorno, çalışmalarında dolaylı olarak Sigmund Freud’un teorilerini anımsatarak, Odysseus’un özne haline gelişini psikanalitik bir perspektiften açıklar. Freud, burjuva özneyi, çifte anlamda boyun eğdirme yoluyla biçim verilmiş üç ögeli bir hiyerarşinin birliği olarak anlar. Onun modelinin tepesinde “süperego” (üst-benlik) vardır. Kuralları, değerleri, itaati ve ahlakı temsil eder. Bu, aynı zamanda, ikinci kerte olan “ego”nun (ben) toplumsal tanınma için uymak zorunda olduğu ataerkil kural ve inançları da içerir. İkinci kerte “Ben”, kararlar alan ve birinci kerte ile üçüncü kerte “id” (o), yani libido gibi ihtiyaçlar arasında aracılık eden bilinçli gündelik düşünüs olarak iş görür. Bu amaçla “Ben”, dürtüleri, duyguları ve etkileri ayırarak, otorite, “süper-ego” yönünde “O”na boyun eğdirir. Sonuç olarak, “Ben” çifte teslimiyet eylemi üstlenir. Kendisi kurallara uyar ve ihtiyaçlarını da “süper ego”nun buyruk ve yasaklarına uydurur.
Böylelikle, tabi kılmanın ve tabi olmanın heteropatriarkal, kapitalist toplumlarda sürekli bir işlem olduğu sonucuna varılabilir. Bunun faşizme varması şart değil ama aynı mantığa tekabül eder. Kabullenmeyi ve çeşitlilik içindeki bir topluluğu koyabileceğimiz mekanın yerini -insan olarak kendi içimizde olduğu kadar kendi dışımızdaki toplumda da- boyun eğme ve yıkım talep eden büyük ölçüde bilinçsiz bir süreç alır.
Boyun eğdirme ve faşizm
Klaus Theweleit kırk yıl önce kendini faşizm ve erillik arasındaki bağlantıya adamıştı. “Männerphantasien” (Erkek fantezileri) adlı çalışmasında Alman Freikorps* yazınını çözümledi; boyun eğdirme ya da burjuva özneleştirme, ataerki ve faşizm sorunlarını yeniden tartışmaya açan kışkırtıcı ve heyecan verici tezler geliştirdi ve, başka şeylerin yanı sıra, ulus ve erillik konularını da bunlara ekledi.
Örneğin ulusun ya da ulus inşasının üç tezahürünü tanımlar[7] : Ulus, her şeyden önce ve her şeyden fazla asker olma, yani militarizm aracılığıyla akla getirilir. O burada, ulusal sınırlarla ve devlet biçimiyle ya da hatta bir kültürel toplulukla değil, daha ziyade “erkeğin çoktan beri ‘özlem duyduğu’, ‘kan çağrısı’ aracılığıyla vücut bulmaya başlayan (…) ve askerî nitelikte olan (…) çok özel bir erkek topluluğu ile” ilgilenmektedir.[8] Bu ulus icraatı örneğin, Freikorps’un silahlandırılmasıyla el ele gider ve siperlerdeki askeri toplulukla yakından bağlantılıdır.
İkinci tezahür, (askerî) erkeğin kendisindeki ulusa göndermede bulunur. Eril ruh ulusun birliği için mücadelenin arenası haline gelir ki bu, aynı zamanda, “askerî erkek bedeninin ağır çevreleme savaşlarından sonra kendi kendisiyle-bir-olması” biçimini alır.[9] Bu arenada aynı zamanda yaşam ile ölüm, anlam ile delilik, tatmin ile hiçlik arasında bir mücadele görürüz.[10] Bu anlamda, Adorno ve Horkheimer tarafından betimlendiği ve Freudcu yapısal modelin bir parçası olduğu gibi, belli bir kendine düşmanlık da ortaya çıkar.
Ulusun üçüncü tezahürü, Theweleit’e göre, boyun eğdirilen ve boyun eğdiren insanı iktidarda görür. Bir devlet ancak bir ulusçu, önder (Führer), hatta askeriye tarafindan yönetilirse ulusal olabilir.[11] Ulus “halkın kendi özü” olarak anlaşılır.[12] Bu, “sıkı çalışma ürünü olan ulus tavrını benimsemek” için tekrar tekrar kendi kendiniz olmaktan çıkıp kendinizi kalıba dökmekle ilgilidir.[13] Böylece halk, ulusu oluşturmak için işlenen hammadde haline gelir.
Ulusun her üç tezahürünün de ortak yanı erilliği merkeze almalarıdır. Theweleit şöyle açıklıyor: “Bu adamların [..] kendi Almanya’ları, kendi vatanları, kendi sevdikleri, kendi halkları için savaştıklarını ve bunu bir ulus olarak yaptıklarını söylemesi, açıkça, onların geri kalanlara egemen olmak için savaştıkları anlamına gelir”[14]
Sadece Alman Nasyonal Sosyalizminde değil, Neo-Osmanizm’de de rastladığımız işte tam bu fanatik kanaattır. Türk yöneticisi Erdoğan’ın “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet”[15] propagandası bunu açıkça yansıtmaktadır: Bu, halkın mücadele için hammadde haline gelmesiyle, ulus, devlet, vatan ve bayrak birliğinin çok özgül (erkek egemen) bir biçiminin yaratılmasına ilişkindir.
Bu bağlamda ulus için mücadele, Adorno/Horkheimer veya Freud’da da özne düzeyinde verildiği gibi, çifte anlamda bir boyun eğme mücadelesidir. Ama şimdi sahne topluma dönüyor. Kural, fedakarlık yapılmasını talep eder:
Bir yanda fedakarlık öte yanda onu yapanın başkalarını feda etmesine izin verilmesi için gerçekleşir. Ulus fedakarlık talep eder, ki bu önderi takip edenlere çoğu kez maddi olmayan, ahlaki bir şey, bir erdem gibi görünür. Gelgelelim onlar, aynı zamanda, fedakârlıklarından daha ağır basan bir şey de alırlar: Bu, Theweleit’in yazdığı gibi, “Kendini feda etmek istemeyeni […] öldürme hakkıdır”.[16]
Bu anlamda, milliyetçiliğin değerlerine (dil, din, devlete bağlılık …) tabi olan adama, kendisinin “millileştirilmesine” izin vermeyeni tabi kılma hakkı verilir – ki bu, Türkiye ile ilgili olarak, kendilerini ulusa ait hissetmek yerine bir etnik, siyasi veya dini azınlığa ait olan herkes demektir.
Bu hükmetme ve (başkalarını) feda etme hevesinde, faşizm ve ataerkinin mantıklarında ortak olan bir merkezi nokta görüyoruz. Çünkü erkekler,[17] otoriter bir ideolojiye boyun eğerek başkalarını feda etme hakkını elde ederler. Feda etme listesi, ataerkinin kurallarını hiçe saydıkları için kadınların aşağılanmasından kadın cinayetlerine, imhaya kadar uzanır.
Mülk** olarak dişil bedenler
Otoriter mücadelelerin mekanı haline gelen sadece erkek bedenleri değildir. Ataerki de fedakarlık yapar. Kadın bedenleri, erkek egemenliğini güvence altına almak için savaş alanı olarak stilize edilmiştir.[18] Meksika’da yaşayan feminist aktivist Emanuela Borzacciello’nun betimlemesidir bu.
“Bedenim bir savaş alanı” başlıklı yazısında Borzacciello, Meksika’da kadınların kendi bedenlerine sahip olmaktan çıkarılarak kadın bedenlerinin nasıl tahakküm altına alındığını anlatır. Tüm mekanların en güvenlisinde, evlerinde öldürülürler. Bedenlerinin gündelik hayatlarını yaşadıkları yerlerde sergilenmesiyle manevi olarak yağmalanır, soyulur ve aşağılanırlar. Kadın bedenleri erkeğin toplumdaki gücünü kanıtlamak için kullanılır.
Burada ataerkinin eleştirisi olarak Borzacciello’nun tarif ettiği şey, 12 Ekim 2019’da İslamcı milisler tarafından vahşice infaz edilen Kürt siyasetçi ve kadın hakları aktivisti Havrin Khalaf‘in hikayesi de olabilir. Bu suikast filme alındı ve tam da faşist erkeklerin gücünü hepimizin hafızasına kazımak üzere cesedine saygısızlık edildi.[19]
Borzacciello, Mexico City’de binlerce kadının deneyimlediği şiddeti bu cinayetle aynı şekilde betimliyor: “Her kim ki bir mülke egemen olmak ister, onu işaretlemesi, sınırlarını çizmesi gerekir. Bunu yapmak için bedenler kullanılır. […] Bugün fail cinayetinin izlerini artık örtmek istemiyor. Böylece kimin iktidari elinde tuttuğunu, kimin korkuyu yönettiğini, kimin karar verebileceğini herkes biliyor.”[20]
Havrin Halef cinayetinde faşist ve ataerkil şiddet tekleşiyor, çünkü fail ve yöntem besbelli ki aynı anda her ikisini de kendinde cisimleştirmektedir. Fakat bedeni sahipsizleştirme ve ahlaken talan etme yoluyla güç gösterisinin hem ataerkil hem de faşist bir uygulama olması şaşırtıcı değildir. Milyonlarca kadın için bu gündelik hayattır, çünkü vücutları erkeklerin kullanabileceği bir kaynaktan başka bir şey değil.
Yakın tarih için ara söz
Türkiye NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip ve silahlanmaya 17 milyar ABD doları harcıyor. Askerileşmedeki artış Türkiye’de olduğu kadar diğer NATO ülkelerinde de hissedilmektedir. Bunun yanında bozkurtların ve diğer faşist milislerin silahlandırılıp öldürmeye gönderilmesi de var. Theweleit’in yerinde betimlemesiyle, onlar, kendilerini gönüllü olarak feda etmek istemeyenleri öldürme hakkını elde ediyor.
Bu feda etme ve boyun eğme mantığını ataerki ve diğer burjuva kurumları da takip etmektedir. Uygulayanların, HDP görevlisi Deniz Poyraz vakasındaki gibi, öldürsün diye salıverilen faşist milisler olması şart değil. Eşcinsel voleybolcu Ebrar Karakurt‘u küçük düşüren, Virginia Woolf’un embriyon halindeki Yaratık/Diktatör[21] diye betimlediği, gazeteciler de olabilir. 2021’de İstanbul ve Ankara’da düzenlenen Onur Yürüyüşleri’ndeki, fakat aynı zamanda 2021 8 Mart’ında da Zürich’teki gibi, doğrudan bedenlerimize saldırarak aşağılayan, ya da Amed’deki Rosa gibi kadın merkezlerini kapatarak egemenlik alanını işaretleyen devletin kendisi de olabilir.
Burjuva devletinin kendi mülkünü işaretlemek, bizi bedenlerimizin ve yaşamlarımızın sahipliğinden yoksun bırakmak için birçok yolu var. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinde olduğu gibi, şiddeti normalleştiren ve failleri koruyan yasalar çıkarabilir. Türkiye kadın düşmanı yasalara sahip olmak bakımından yalnız değildir. Avrupa’da da feminist hareketler, ister kürtajla ilgili tartışmalarda, ister kadın bedenlerinin ya da kadın olarak görülen bedenlerin yaptığı tüm işlerin günlük değersizleştirilmesinde olsun, kendi bedenleri veya bizim bedenlerimiz için sürekli olarak çekişme içindeler.
Bedenlerimizin şartlandırılmasını normalleştiren ve bunu bireyler olarak öz-anlayışımıza kadar genişleten, burjuva toplumunun çeşitli kertelerinin karşılıklı etkileşimidir. Ataerkillik ve faşizm, başkalarına boyun eğdirme ayrıcalığını, hakkını ve görevini elde etmek için herkesin boyun eğmesi gereken bir düzen inşa eder.
Kapitalist modernite, insanları kendilerine ve başkalarına düşman edecek tarzda şekillendirir. Burada işleyen mekanizmaları faşizmle, fakat aynı zamanda ataerkiyle de somut olarak karşı karşıya geldiğimizde hissederiz, çünkü boyun eğdirme mantıkları birbirine bağlıdır. Faşizmi kınayanlar ataerki ve onun normları hakkında da sessiz kalmamalıdır. Ne de olsa, bedenlerimizi yok etmek ya da darbeleriyle işaretlemek babalarımızın, kocalarımızın, hayat arkadaşlarımızın ya da kardeşlerimizin binde bir yaptığı şeyler değildir.
Başkalarının varlığını insanın kendi varoluşu için bir önkoşul olarak anlamak gerektiği halde, ataerkil, kapitalist ve otoriter normların mantığında vurgulanan boyun eğdirmektir. Bu, çekirdek ailede sevgi-barış-mutluluk için bir rica değil, daha ziyade içinde yaşadığımız koşulları değiştirmek için bir çağrıdır. Özgürleşme, burjuva özgürlük fikrinin bizi inandırmak istediğine aykırı olarak, her zaman bir mücadeledir aynı zamanda.
Kadın bedenleri ve öyle algılanan bedenler bir kaynak olarak anlaşıldıkları için her zaman çekişmeli bir mülktür ve aynı zamanda bir direniş alanıdır. Sadece varoluşsal tehdit durumlarında değil, başkalarıyla dayanışma içinde ve dostane bir toplulukta geçirdiğimiz her an kendimiz için de bir karar alırız. Ötekilere boyun eğdirmeyi veya kendimiz boyun eğmeyi reddettiğimiz her an, başka bir dünya için umut da büyür.
Franziska Stier İsviçre’deki Basel’in güçlü Alternatifi (BASTA!) Partisi’nin Genel Sekreteri’dir.
* Freikorps: I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve ordusu Versay Anlaşması uyarınca dağıtılan Almanya’da, sosyal demokrat hükümetin çağrısıyla, kimi eski subayların terhis edilmiş askerlerden kurduğu gönüllü birlikler. Büyük çoğunluğu sağcı, milliyetçi ve faşizan olan bu birlikler esas olarak Spartakist devriminin bastırılmasında, Luxemburg, Liebneckht, Jogisches gibi komünist önderlerin katledilmesinde kullanıldı. 1921’de feshedildikten sonra epeycesi Hitler’in SA örgütüne katıldı. Almanya tarihinin bir dönemindeki özgül işlevlerinden ötürü ve Türkçesi de bir şey ifade etmeyeceği için çevrilmedi -ç.n.
** Mülk: Burada Osmanlıca, yani “devletin egemen olduğu toprakların tümü” anlamında. Almancadaki “territorien” kavramının yeni Türkçede daha iyi bir karşılığı yok. Mülk her zaman ülke ya da yurt ile özdeş değil; özellikle de çok uluslu veya çok kavimli devletlerde bu böyle. Bölge, yöre, toprak gibi kelimeler ise yazarın meramını anlatmada yetersiz kaldığı için kullanılmadı. -ç.n.
1 https://www.sexuellegewalt.at/informieren/zahlen-fakten/
2 Woolf, Virginia; Drei Guineen (Üç Gine), 2001, s. 191; ayrıca bakınız Maihofer, Andrea; Femina Politica 2017/1 s.167
3 Horkheimer/Adorno; Dialektik der Aufklärung (Aydınlanmanın Diyalektiği) s.1
4 Yanlış anlaşılmamak için, ataerkil düzenlerin gelişmekte olan kapitalizmden çok daha eski olduğunu açıkça belirtmek isterim. Ancak onlar burjuva devrimiyle birlikte farklı bir anlam kazandılar. Avrupa Ortaçağı’nın lonca düzeni, örneğin, cinsiyet farklılıklarının öneminden daha ağır basıyordu.
5 bkz. Horkheimer/Adorno; Dialektik der Aufklärung, s. 39
6 Horkheimer/Adorno; Dialektik der Aufklärung, s. 40
7 bkz. Theweleit, Klaus; Männerphantasien (Erkek Fantezileri) 2, s. 127ff
8 Theweleit, Klaus; Männerphantasien 2, s. 129f
9 Theweleit, Klaus; Männerphantasien 2, s. 135
10 bkz. Theweleit, Klaus, Männerphantasien s. 134
11 bkz. Theweleit, Klaus; Männerphantasien 2, s. 142
12 bkz. Theweleit; Männerphantasien 2, s.135
13 Theweleit, Klaus; Männerphantasien 2, s. 136
14 Theweleit, Klaus; Männerphantasien 2, s. 136
15 Almancası: “Eine Nation, eine Flagge, ein Heimatland, ein Staat”, (Almanca metinde bu slogan Türkçe olarak yer alıyor).
16 Theweleit, Klaus; Männerphantasien 2, s. 150
17 Burada erkeklerden söz ediyorum çünkü onlar ataerkil ama aynı zamanda faşist ideolojiler içinde daha güçlüler ve bu gücü de kullanıyorlar. Ancak kadınların aynı zamanda ataerkil değer ve kuralların taşıyıcısı olduğunu ve çoğu zaman bunları aktardığını söylemek önemlidir. Onları örrneğin çocuklarına aktarırlar ve böylece otoriter ya da ataerkil kuralları pekiştirirler. Aynı zamanda, örneğin fahişeleri aşağılamak ya da mağduru suçlamak gibi davranışlarla ataerkil hakları kullanarak diğer kadınları baskı altına alırlar.
18 bkz. https://www.rosalux.de/publikation/id/40077#_ftn4
19 https://anfdeutsch.com/frauen/syrischer-frauenrat-fordert-handeln-gegen-invasion-15532
20 https://www.rosalux.de/publikation/id/40077#_ftn4
21 bkz. Woolf, Virginia; Three Guineas, 2001, s. 191 ayrıca bkz. Maihofer, Andrea; Femina Politica 2017/1 s. 167