Adem ile Havva’dan başlamak üzere, kadın erkek ilişkisi hep suç kavramıyla birlikte düşünülmüş. Önceleri klâsik edebiyat, şimdi de gazetecilik mesleği, insan soyunun aşk halini cinnetle, cinayetle ilişkilendiriyor. Sıkça “aşk cinayeti” gibi başlıklar okuyoruz.
Marquez’in “Aşk ve Öteki Cinler” kitabından da anlıyoruz ki, dünyanın öbür ucundaki kültürlerde de bu konuda insanlara cin-ifrit takımının musallat olduğundan söz ediliyor.
Yıllar önce, kültürü bambaşka Belçika’da tanıdığım bir ailenin başından geçenleri hatırladıkça, bu düşünceler dolaşıyor kafamda. Ama hatırlamamak elde değil ki!
Katilin sevgisi
Julos Beaucarne, Belçikalı ünlü bir müzisyen. 1970’li yıllarda özellikle Valon bölgesinde fırtına gibi esiyor. Birlikte turne yapıyor, konser veriyor, radyo programlarına katılıyor, hafta sonları da onun kentten kaçmak için kullandığı çiftlik evinde yeni besteler üzerinde çalışıyoruz.
Julos, Nazım Hikmet’in Fransızca’ya çevrilmiş şiirlerini besteliyor. Bu çalışmalara enfes Fransız yemekleri ve Bordeaux şarapları eşlik ediyor. Zarif ve güzel karısı da bize katılıyor. Bahçedeki çimenlerin üzerine kurulu masa “Kırda Bir Pazar” filminin dekoru gibi. Evin içinde flüt sesleri, bahçede huzur… Julos’un eşi, sadece filmlerde gördüğüm eski zaman kontesleri gibi, kol yeninin içine işlemeli bir mendil sıkıştırıyor. Bir de Kuzey Afrikalı bir delikanlı var, onlarla birlikte yaşıyor. Evdeki ve bahçedeki işlerde yardımcı oluyor.
Turne bitip de Stockholm’e dönerken “Dünyada şiddetin erişemeyeceği, güzel, şiir dolu bir huzur mekânı varsa, bu çiftliktir” diye düşünüyorum. Ne kadar yanılmışım.
Kısa bir süre sonra Belçika korkunç bir cinayet haberiyle sarsılıyor. Kuzey Afrikalı çocuk, Julos’un karısını bıçakla delik deşik ederek öldürmüş. O hayal gibi kadın çırpına çırpına can vermiş. Sebep malum: Aşk! Delikanlı uzun zamandır, kadına karşı tek taraflı gizli bir aşk büyütüyormuş içinde.
Bir gün eve televizyoncular gelmiş. Akşama kadar çekim yapmışlar. Hava kararınca Julos onları istasyona götürmüş. Dönünce de karısını kanlar içinde bulmuş. Daha sonra anlaşılacağı üzere, kara sevdalı oğlan, kadının televizyonculara dostça yakınlık göstermesini kıskanmış ve yalnız kaldıklarında hunharca parçalamış biricik aşkını.
(Yıllar sonra Kardeşimin Hikayesi romanında kullandığım bu acı hikâyenin en ibret verici tarafı ise şu: Daha o akşam Julos televizyonda konuşuyor ve bunun bireysel bir suç olduğunu belirterek, korkunç cinayetin Belçika’da yabancı düşmanlığına dönüşmemesini diliyor. Peygamberce bir davranış değil mi?)
Aşk, insanın içindeki karanlığa da çok yakın, aydınlığa da. Aklımdan hiç çıkmayan yıllar önceki bu olaya karşıt, ama aslında çok benzer dürtülerden kaynaklanan birçok olay sürekli yaşanıyor dünyada. Yüzyıllardır, bütün kültürlerde. Sanırım hepsi, “ego” kavramıyla ilişkilendirerek anlaşılabilir.
İçimizdeki iktidar
Her insan egosu tarafından yönetilir. Kendimizi özgür sanırız ama aslında egomuzun esiriyizdir. İçimizdeki bu asıl “ben” sahibimizdir.
Biyolojik varlığımızın talepleriyle kültürel varlığımızın kontrol mekanizmaları arasında bir denge kurar. Bazen de kuramaz. Her durumda, bizim yerimize kararları o alır, bizi çeşitli ruh durumlarına sokar. Hiç istemeden öfkelenmemizin altında bu vardır. Hırslarımızı ego yönetir. İçimizden başka türlü gelse de, bazen aklımız başka türlü söylese de, ego “hayır” der, “öyle değil böyle davran.” Ve biz ister istemez onu dinleriz.
Her şeyi yapabilirsiniz ama insanın egosuna dokunamazsınız. Bunu yaptığınız anda karşınızdaki insanın çıldırdığını, her türlü deliliği yapma noktasına geldiğini, hatta sizi öldürmek istediğini fark edersiniz.
Ego, insanı mantık dışı tavırlara sürükler. Kadınla erkeği düşman kılan, arkadaşlıkları bozan, siyaseti çekilmez hale getiren şey egodur.
Milyonlarca insanın öldürüldüğü savaşları, çoğu zaman iki komutanın egosu yönetir. Birbirlerinden çok uzak oldukları, hatta hiç karşılaşmadıkları halde başka insanların hayatı üstünden bir ego oyunu oynarlar. Galip komutanın rakibine uzaktan “Seni yendim ey general!” demesi bundandır.
Başlangıçta bütün dinler egoyu terbiye etmek ve belirlemek üzerine kurulmuştur. Bazı çilekeşlerin kendi bedenlerine eziyet etmeleri, aç kalmaları, cinsellikten uzak bir hayatı tercih etmeleri, mağaralara inzivaya çekilmeleri, nefsi terbiye etmek içindir. Böyle durumlarda ego, insanın içindeki biyolojik taleplerden yana değil, içselleşmiş denetim mekanizmalarından yana karar vermiş demektir.
Tanrı buyrukları, peygamber sözleri hep “şeytan” olarak tanımlanan egonun insanı aldatmasını engellemeyi hedefler. İnsanın efendisinin ego değil, Tanrı olmasını sağlamaya yönelik telkinlerde bulunurlar.
Bu yüzden de bütün kutsal kitaplar insana bu dünyanın geçici bir sınav yeri olduğunu, dünya zevklerine kapılmaması gerektiğini, asıl yaşamın öbür dünyada olduğunu vurgular ve sürekli olarak ölümü hatırlatır. Çünkü ölüm egoyu da öldürecektir.
Olgunluk, bilgelik egoyu denetim altına almak demektir.
Bazı insanların sözleri, hatta yazıları buram buram ego kokar. O kişi sürekli kendini kanıtlama halindedir. Hangi konudan söz açılsa, “ben” diye düşünür ve öyle cevap verir. O gizli ve derin egosunu zaman zaman gözlerinde, sesinde, kelimelerinde görebilirsiniz. Egolarının kölesi olan bu tip insanlar, ömür boyu huzur bulamazlar.
Adı aşk
Egoyu öldüren tek şey aşktır. Gerçek, derin, tutkulu, özverili, canını verecek, kendi kimliğini silip eritecek, yok edecek kadar büyük bir aşk.
Dünyayı hiçe satmaktır, adı aşk
Döküp varlığı gitmektir, adı aşk
Bestelediğim bir şiirinde, böyle diyor şairimiz. Böyle bir esrimenin karşısında ego yaşayamaz, insanın içindeki egemenliğini sürdüremez. Yenilmeye mahkûmdur.
Var Eşrefoğlu Rumi bil gerçeği
Yaşamayı yok etmektir, adı aşk
Fakat buradaki “yaşamayı yok etmek” sözü, asla sevgiliye veya üçüncü kişilere yönelik bir ifade değil. Eşrefoğlu Rumi’nin diğer yapıtlarıyla ve o felsefeyle birlikte ele alındığında, açıkça görülüyor ki, “egoyu yok etmek” kastediliyor burada.
İnsanı tutkuyla savuran büyük duyguların yaşandığı günlerde, egoyu yok etme durumu gerçekleşmezse, o zaman cinnet durumları ortaya çıkabilir. Aslında aşkın egoyu yenememesi söz konusu olamaz. Bu, aşkın tanımına aykırı. Demek ki, öyle cinnet durumları, bir adamın çok sevdiği için bir kadını öldürmesi falan, ancak “aşk yanılsaması” ile açıklanabilir. “Ya benimsin ya toprağın” anlayışı, memleketimizde, önceki kuşakta yaygınlaşan arabesk kültürüyle, çok tehlikeli biçimde benimsendi. Ve ne yazık ki, kalıcı bir etki yarattı. Oysa geçmişimizde öylesine büyük bir kültürümüz var.
Hayatın gerçekliğine uygun kültürümüz sayesinde de biliyoruz: Kendi varlığını başka bir varlık içinde eritmek isteyen kişi çok güçlüdür. Yenmekle veya yenilmekle ilgilenmez, bir yarışı kazanmak umurunda değildir, sevgiliyle bütünleşmek, olmazsa da onun için yaşamak eğilimindedir.
Çünkü ego onun efendisi değildir artık. Yeni bir efendisi vardır, adı aşk.
Kaynak: Gazeteoksijen