Eksiğimiz, noksanımız bilmemekten ola! Yoldan olmaya! Hak Yol’da can feda yürüyen cümle canlara aşk ola!
(Aspare Astore Qırı / Bozatın süvarisi)
Xızır sadece Çharekli Aşiretinin Tanrısı değil tüm Dünya halklarınındır! Dara Düşenin Dostu ve Kurtarıcıların Kurtarıcısıdır!
Yoksulların, Yaşlıların ve Kimsesizlerin yoldaşıdır!
Onun bilinen mekanı; Dersim’deki kimi mekanlardır!
Günümüzde tekçi na hak zihniyetin geldiği aşamada, insanın doğaya ve kendi doğasına dönmesi düşüncesinin çok daha fazla dile getiriliyor olması Alevilik gibi dinler dışı kalmış ‘’aryenik inançlara’’ olan ilgiyi bir hayli arttırmış durumdadır. 19. yy pozitivizmi ve Hristiyanlıktan doğup bugüne gelen süreç aryenik inançları ‘’ilkel’’ gösterse de; insanlığa yön veren Sokrates, Platon, Aristoteles, Lao, Tzu, Buda gibi yüzlerce ismin bu gelenekten gelmiş olması boşuna değildir. Gitgide ‘’sanallaşan’’ ilişkilere göz attığımızda; tekçi aklın ekonomik ve sosyal manipülasyonlarla insanları bireyselleştirerek köleleştirdiğini ve bu yeni düzenin insanları mutsuz etmekle yetinmeyip sanal bir dünyaya hapsederek bu mutsuzluktan beslenmekte olduğunu görmek mümkün. Böylesi bir dünyada insanın kendi doğası ile birlikte Evrene yani kendi hakikatine yönelmesi kaçınılmaz ve önlenemez bir gereksinimdir. Bu yanıyla Küresel Kapitalizmin bizleri içerisine hapsettiği sanallıktan dışarı çıkmanın tek yolu insanı ve dolayısıyla Doğayı tanımak ve insan mekan ilişkisinin önemini yeniden yaşama katmak olduğu bilinci ile ‘’Kadim Bilgi‘’ye olan itikadımızı asla kaybetmedik. Kadim Yolumuzun bugüne taşıdığı bilgiye olan ilginin devamında küresel kapitalizmin getirdiği ‘’gönüllü kölelik’’ düzeninin ve Doğa / insan ilişkisini tümüyle tahrip eden modernizmin karşısında Xızır’dan uzaklaşan aklın yeniden kendi hakikati ile bütünleşerek, Doğayı tahrip eden ve adeta kendi sonunu hazırlayan insan canlısına bil cümle varlıkla ikrarlaştığını anımsatacağından hiç kuşkumuz yoktur !
Gelişen teknolojinin de yardımıyla çocuklara yoğunlaşan tekçi akıl onları Doğa’dan kopartarak kendi sanal dünyasına ‘’oyun’’ adı ile çekmekte ve böylece tüketimde en üst sıraya çocukları taşımaktadır. Bu haliyle insanlar eski toplumlarda olduğu gibi toplumu oluşturan birey olma halinden de uzaklaşmaktadır. Oysa Kadim Bilgi toplumsal yapı içerisinde ‘’kendini bil’’ düsturu ile bireyin kendisini var eden, kimlik kazandıran toplumsal / kültürel değerler çerçevesinde niteliklerini arttırarak hiçliğe yani kemalete erebilmeyi esas almıştır. Xızır aklı kemalete yani kadim bilgiye / Ahlaki Politik Toplum İlkelerine / Rızalık Şehri Düsturlarıyla bütünleşmeye giden tek yoldur!
İnsan ve Doğa ilişkisi
Tekçi na hak zihniyetin ürünü küresel kapitalizm insan canlısını Doğa’dan dolayısıyla da kendi kimliğinden uzaklaştırmayı önemli bir iş edindiğinden; geçmişten bugüne biriken tüm kültür mirasının yok etme üzerine kendisini dizayn etmiştir. Bu dizayn biçimi kendi koşullarına göre farklılıkların olmadığı bir dünya yaratmaya programlıdır. Bu çerçevede tıpkı günümüzde yoğun bir şekilde gözlemlediğimiz;Din ve Milliyetçilik gibi birçok aracı kullanmaktadır. Bu bağlamda günümüzde Raa Haq Alevi süreğini dolayısıyla Xızır’ın varlığını, yaşam içerisindeki tezahürünü ve Doğa’ya yansıyan aklını doğru anlamak ve öğrenmek bu büyük oyunu anlama noktasında bir kez daha önem kazanmıştır. Küresel boyutta güçlenen böylesi tekçi akla karşın kadim bilgiyi öğrenmek ve yeni nesle aktarmak için yola çıkan canların olduğunu görmek önemli bir gelişmedir.
Tüm Alevi süreklerinin ‘’Doğa tabanlı’’ yani İnsan ve Doğa ilişkisini esas alan, bil cümle varlığın ikrar bütünlüğü ile (günümüzde modern yaşamın etkisiyle olumsuz etkilenmiş olsa da) ikrar bütünlüğünü bir şekliyle bugüne dek taşıyan bir inanç sistemi olduğunu biliyoruz. İnsan ve Doğa birlikteliğini kısmi olarak açarsak; başlangıçta insan canlısının varlığını sürdürebilmesi için yaşam tümüyle doğaya bağlıydı ve tabiki insan Doğadaki her türlü olaydan
ayrı değildi. Bu nedenledir ki Doğadaki her unsura bir kutsallık atfetti, bu kutsallıklarla birlikte onlara zarar vermeden, uyum içerisinde toplumsal yaşamı inşa etti. Ancak ne yazık ki gelişen kent yaşamı, sınıflaşma ve teknolojik icatlarla birlikte Doğa’nın ve Kutsallarının önemini fark etmektense Doğa ile bir bütün olduğunu unutarak Doğa’yı yenmek için çalışmaya, onunla savaşmaya başladı. Onu alt etmek gibi bir gafletle yeni yeni icatlar üretmeye başladı. İşte tüm bunlara rağmen Alevi sürekleri; çevremizde gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyin ‘’kutsal’’ olduğuna ve bu kutsallıkta ‘’Hakk’ın nurunun, Xızır aklının tezahür ettiğine’’ inanmaktadır. Bu ikilem aynı zamanda insan canlısının bu kutsallığı taşıyan bil cümle varlıkla bütünleşerek kutsallaşması manasını da taşır. M.Ö. 100.000 civarında ölüsünü gömmeyi öğrenen Neanderthal insanını göz önüne alırsak insanlık Doğa ile arasındaki kutsal bağı bilinenden çok daha evvel keşfetmişti. Alevi Sürekleri insan canlısının Doğa ile bütünleşen bu kutsallık halini ‘’var’dan var olma’’ öğretisi ile bezemiş, tarih boyunca farklı sembollerle ifade ederek yolun reyberleri sayesinde bu güne ulaştırmıştır.
Bugün uygarlık olarak adlandırılan kültür kalıplarını ve bilgiyi depolamayan insan toplulukları Doğa ile ilişkisini olabildiğince özgür bir biçimde yaşayarak keşfetmiş ve bugüne kadar ulaşan Alevi Yaşam sisteminin temellerini inşa etmiştir. İnsanın Doğayı kutsallaştırması itikadımızın asimile edilmemiş yalın halini oluşturmuştur. Bu yalın halden bugüne baktığımızda ‘’kutsallığa en yakın olduğu vakit ne zamandı’’ sorusuna ne yazık ki tam anlamıyla yanıt vermemiz mümkün görünmüyor. Tarihte yaşamış topluluklardan bugüne kalan buluntular incelendiğinde henüz özel mülkiyetin oluşmadığı dönemlerde yani ‘’ana soylu’’ dönemlerde kültürel hazinesini oluşturduğunu ve bu dönemin binlerce yıl sürdüğünü gözlemlemek mümkün. Yazımın başlangıcından itibaren izaha gayret ettiğim üzere; Raa Haq Alevi Süreği bilinen tüm dinlerden farklı olarak kutsallığı Doğadaki her varlığa dağıtmış, Tanrısallığı soyutta değil somutta sembolize ederek yaşamış ve yaşatmıştır. Kimi uygulamalar zamana, toplumların / süreklerin yayılma alanlarına göre ritüellerde farklılık gösterse de katliam, sürgün ve asimilasyon politikaları ile dejenere edilmiş olsa da kök hep aynı kalmıştır. Kadim bilgeliğin bugüne taşıdığı öğretinin yüzyıllardır aynı kalan esasları çerçevesinde yorumlanarak yaşama katılması kendi hakikatine aykırı değildir. Tam tersine binlerce yıllık ilm deryası kendisini başlangıçtan bugüne bu yöntemle taşımıştır.
Daha önce de belirttiğim gibi Alevi öğretisi ve yaşam biçimi Doğa / insan temellidir. Doğayı esas almak, onunla uyumlu yaşamak ve onun içerisinde bir birey olmak! Binlerce yıldan bugüne gelen yaşam biçimiyle, oluşan deneyime / akla ‘Xızır aklı’ diyerek kutsallaştırmış ve korumuştur. Aslında Doğa ve insan ilişkisinin içsel bir uyum olduğunu göz önüne aldığımızda her ne kadar küresel kapitalizm tarafından bu uyum yok edilmeye çalışılsa da genetik kodlarımızla hala muhafaza edildiğini de unutmamak gerekir.
Dersim Merkezli Raa Haq Alevilikte Xizir ve Doğa ilişkisi
Günümüz insanı tekçi kalıplar içerisine sıkıştırılmış yaşam biçimiyle; Doğadan dolayısıyla da binlerce yıldan bugüne gelen Xızır aklının zuhur ettiği kadim bilgelikten kopmuş bu durum onun biyolojik ve ruhsal dünyasında sayısız erezyona yol açmıştır. Öte yandan kültürel birikimi ve binlerce yıldan bugüne gelen yaşamı bir sonraki nesle aktaran ana kadın ne yazık ki her geçen gün Xızır bilgeliğinden ve kadim bilginin koroyucusu / aktarıcısı olma halinden uzaklaşmaktadır.
Zone Ma Zone Xızıro, Donema Done Xızıro (Sey Qaji)
İnsanlık kendini bilip var etmeye başladığı demden itibaren yaşamın / varoluşun hakikatini ve ölümsüzlüğü aramıştır. Kah bir dağa / taşa / güneşe / aya / yıldıza / korktuğu bir canlıya dolayısıyla doğaya ölümsüzlük atfetmiş, kah Tanrıçalar ve Tanrılar yaratmış ölümsüzlüğü onlara yüklemiştir. Bu kutsallıklar karşısında kendisini anlamaya / anlamlandırmaya çalışıp ölümsüzlüğü kendisinde var etmenin yol ve yöntemlerini aramıştır. Binlerce yıldır aranan ölümsüzlük bilgisinin kilit anahtarlarından birisi Xızır’dır. Xızır üzerine konuşmak cesaret işi olsa da ne yazık ki günümüzde sığ anlatımların içerisinde sadece İslam’a ait bir kimlikmiş gibi yansıtılarak, hakikatinden uzaklaştırılarak boğulmaya çalışılmakta böylelikle kendi manası ile buluşması bir boyutuyla engellenmektedir. İçinde bulunduğumuz dem i devranda tekçi na hak zihniyet kendisinden olmayan tüm kesimlere varlığını kabul ettirmek böylelikle zulmünü meşrulaştırmak için mezhepsel söylemlerini arttırarak, farklı etnisiteleri kimliksizleştirme politikalarını yaygınlaştırmışken bizlerin binlerce yıllık bir inancın simgeleştirdiği kavramları izah etmesi oldukça zorlaşmakta.
Cihan var olmadan, Ketm i ademde Hak ile yektaş idim ben,
Yarattı bu mülkü, çünkü o dem’den yaptım tasvirimi nakkaş idim ben.. (Şiri)
Simge ve semboller Raa Haq süreğinde önemi bir yere sahiptir, okunan nefeste söylenen sözde çoğu zaman sır simgenin içerisindedir. Tıpkı midyenin içerisinde saklanan inci gibi ! Simgeleri araştırdığımızda içerisindeki sır aklımızı büyük bir düşünce alemine götürür ve mana ile karşılaşırız. Simgeler dışında genel olarak bakıldığında itikadimizde sır ‘’Hak’’ın sırrıdır. Evrenin içerisinde / dışında – insanın içinde /varlığında gizli sırrı bulma işi yine insana düşer. Sırrı faş etmekse ‘Hal ehli’ yani Kemalete ermişlerin işidir. Kemalete ermiş insan Xızır’ın mihman olduğu kişidir. Peki kimdir Xızır ? Bir anne ve babası varmıdır ? Varsa kimdir? Asıl ismi nedir? Evlenmiş midir? Çocukları var mıdır ? Nasıl ölümsüz olmuştur? Xızır sadece İslam alemine mi aittir ? Gerçek midir yoksa hayal mi? Gelmiş geçmiş onlarca Peygamber ölümsüz olamamışken o nasıl ölümsüz olmuştur ? Bu ve bunlara benzer onlarca soru sorabiliriz çünkü; Xızır’ı konuşuyoruz. O tek Tanılı dinlerde de çok Tanrılı dinlerde de birçok felsefi akımda
kendi varlığını koruyarak günümüze kadar gelebilmiş tüm insanlığın en gizemli yanlarından birisidir. Peki ya kimdir- nedir Xızır?
Ya Xızıre sate tenge /Ya Xızıre hazıre hazır nazır
Ya Xızıre vayıro, azo xer, risko xer / Ya Xızır to esteka esta
Ya Xızır to himmete Heqa /Ya Xızıre vayure mazluman..
(Ya Xızır dar zamanın sahibi; Ya Xızır sen hazır ve nazır olansın.Ya Xızır; azığın ve bereketin sahibi. Ya Xızır; sen varsın, sen Hakkın himmetisin. Ya Xızır; sen mazlumların sahibisin.)
Zikri Zikrim, Zikrim Zikri,Aynıyız
Xızır ismi Arapça kaynaklarda Hadr olarak yer alır ve Arapça olduğu kabul edilir. Türkçe de Hızır ve Hıdır şeklinde kullanılır. Hadr yeşil- yeşilliği fazla olan yer manasındaki ahdar kelimesi ile eş anlamlıdır. Ahdi Atik’te ‘’adı filiz olan adam’’ olarak geçer. Kimi kaynaklarda ise Xızır isminin İlya’nın Arapça’laşmış şekli olan Belya olabileceği iddia edilmektedir. Sadece
Ismi değil varlığına dair tartışmalar günümüzde de yoğun bir şekilde devam etmektedir. Resmi İslam kaynaklarında kendisinden peygamber olarak söz edilir. Mesela Asım Köksal’ın hazırladığı ‘’Peygamberler tarihi’’nde Xızır Peygambere rivayetler düzeyinde değinilir. İshak Peygamberin oğullarından biri olup İbrahim peygambere iman ederek onunla birlikte Babil’den hicret ettiği, büyük Zülkarneyn’e kılavuzluk ettiği ve İlyas Peygamberle buluştuğu söylenir. Genel olarak bakıldığında; Xızır’ın isminin Mikan olduğu Xızır ismini bir künye / lakap olduğu ve Nuh Peygamberin oğlu Sam’ın soyundan geldiğine dair yaklaşımlarda geçerliliğini korumaktadır. Kimi görüşlere göre evlenmemiş, kimi görüşlere göre ise evlenmiş ancak evlendiği kadınla birlikte olmamıştır. Tüm bu görüş farklılıklarına rağmen ortak fikir şudur ki; hala yaşadığı ve insanlar üzerinde büyüleyici bir etkisi olduğudur.
Xızır’ın Ab-ı Hayat Suyunu Bularak Xızır Olması
Xızır’ın Ab-ı Hayat Suyunu bularak ölümsüzleşmesi üzerine sayısız rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetleri incelediğimizde farklı bölgelerde, farklı tarih ve kültürlerde geçen anlatılar arasında çok fazla benzerlik görmekteyiz. Örneğin; Gılgameş Destanının kahramanı Gılgameş arkadaşı Enkidu’nun ölümüne üzülür ve ölümsüz olmaya karar verir ve buna dair arayışa girer. Ölümsüzlüğün sırrını bilen Utnapiştum’u bulmaya karar verir. Aynı arayış İskender ve Xızır birlikteliğinde de görülür. Rivayetlerin genel anlatım ortaklığını göz önüne alarak hareket edersek, İskender-i Zülkarneyn ab-ı hayat suyundan içenin ebedi yaşama sahip olacağını öğrendiğinde Zulumat’a birçok sefer düzenler. Bu seferlerden birinde Xızır ve İlyas’ın da bulunduğu ve Zülkarneyn tarafından bu istek doğrultusunda yolculuğa ortak edildikleri, Zülkarneyn’in kendilerine birer at verdiği, Zülumat’ta iki çerağ buldukları, çerağlardan birini Zülkarneyn’in aldığı diğerini ise yollarını bulmaları için Xızır ile İlyas’a verdiği işlenmiştir. Xızır ve İlyas karanlıkta yürürken nurdan bir su görür, o suda ellerini ve yüzlerini yıkar susuzluklarını gidermek için içerler. Acıkırlar ve karınlarını doyurmak için yanlarındaki balığı çıkarttıklarında ellerinden balığa damlayan su ile balık yeniden can bulur. Her ikisi de bu suyun aradıkları Ab-ı Hayat Suyu olduğunu anlayarak bu suda yıkanır, ebedi hayata kadem basar. Artık Xızır ve İlyas ölümsüzdür. Bu çerçevede sayısız rivayet anlatıla gelmiştir.
Semitik İnançların Ölümsüz Tanrılarına Karşın
İnsanlığın Ölümsüz İmzası Xızır
İnsanlık tarihinin en tartışmalı kahramanı Xızır’ın ilk kez Mezopotamia da kültleşerek var olduğunu görmekteyiz. Batılıların deyimizle ‘iki ırmak arası’ medeniyet, Xızır’ın iki suyun birleştiği yeri mekân tutması bir tesadüf olmasa gerek! Bugün Dersim merkezdeki Jara Gola Çetu ziyareti Xızır mekanı olarak bilinir ve ilginçtir ki orada da iki akar su birleşmektedir. Xızır mekanı denilen yerlere baktığımızda hemen hemen hepsinde bir su kaynağı karşımıza çıkmaktadır. Bu bize ilginç bir detayı anımsatıyor, tüm kutsal metinlerde / kitaplarda Tanrı insanı bir damla su ile özdeşleştirerek, ondan yani sudan var etmiştir. Xızır inancı var oluşa dair derin şifreleri kendi içinde sır ederek karşımıza çıkar. İnsanı bir damla su’dan yani spermden yaratan Tanrı bu bir damla suyu ana rahminde başka bir su ile buluşturmaktadır. Yani; babadan çıkan su / sperm ana rahminde anneden salgılanan su /sıvı ile birleşmektedir. İşte iki suyun birleştiği noktada zigot yani can oluşmaya başlar. Peki bu semitik inançlara göre şirk yani Tanrıya eş koşma hali değil midir ? Tanrı’ya ait olan var etme gücünü ve ölümsüzlüğü kim
çalmak ister ki ? Tanrı Peygamberlerini özel yaratmışken ve özel yarattığı kullarını seçerken dahi onlara böylesi bir meziyet vermemişken neden Xızır’a Ab-ı Hayat Suyunun yerini göstermiş ve içmesine müsaade etmiştir ? Bu durumda ister istemez kimi yorumla yüzleşiriz; Ya Xızır Tanrı’nın / Hakkın kendisidir ya da İnsanın kemalete ererek Tanrılaştığı / Hakka ulaştığı mertebedir. Raa Haq Süreğinin Kamil insan tanımına baktığımızda kabullenilmesi hiç de zor olmayan bir yorum değil mi? Ölümsüzlüğü kim istemez ki? Ölüm sonrası bilinmezlik değil mi insan canlısını Tanrı ile tanıştıran? Tanrılara inat ölüm sonrasına dair merak edilenlere Xızır çare olmuş, sonsuz yaşamın ismi olmuş ve yazılı tarih öncesi şifa dağıtarak ölüme çare olan, sonsuz yaşamın bilgisini barındıran birçok Ana Tanrıçanın görevini üstlenmiştir. İlginç olan şu ki; Xızır’ın tüm bunları yaparken toplumlar tarafından kabul gören bir dil kullandığını, toplumsal ve inançsal yaşamda varlığını kabul ettirdiğini gözlemlemekteyiz. Düşünün Hallac ı Mansur’un, Ene’l Hak felsefesini Tanrı’ya küfür olarak adleden ve katlini vacip kılan tekçi zihniyet Xızır inancında zerre müdahale etmemiştir. Hallac’ın katline sebep olan noktadan baktığımızda Xızır’ın da katli kaçınılmazdır aslında! İşte burada karşımıza ölümsüzlük isteğinin cennet inancı ile teselli edilemediğini ve Xızır’a müdahale edilemediğini görmek mümkün.
Zerdüşt’ün Avesta’sında ki Gathalarda; Ahura Mazda’dan ‘geçmişte olanlardan ve gelecekte olacaklardan bana haber ver’ diyerek İlm-i Ledün’ü yani Xızır’ın kadim bilgisini istemiştir. Zerdüşt’ün kitabı Avesta da dokuz önemli kutsama bulunmaktadır; Tabiat Anayı kutsama ki bu toprağı kutsamadır. Hayat suyunu kutsama, bu suyu yaşamın merkezine koymaktır. Hayatın babasını kutsama, bu Güneşi kutsamadır. Sonsuz yaşamı kutsama, Yaşam Evrensel bir eylemdir ve yaşam döngüsü hep devam eder. Hayatın sahibini kutsama, bu herşeyin parçası olan insanı kutsamadır. Yaşam ışığını kutsama, bu insanın Doğa ile bir bütün olarak ürettiği değerlerdir. Yaşam ateşini kutsama, bu insanı tenin ve ruhun temizliğine götüren kutsamadır.
Bin yılları aşan anlatıların gizemli kahramanı, insanlığın gizli kalan sırrı Xızır öylesine derin manaları kendisinde toplayarak bugüne taşımıştır ki nereden doğru bakarsak bakalım her konuya dair bir ışık görmek mümkündür. Xızır itikadinin özünde Semitik inançlardakiyle birebir aynı olmasa da bir Tanrısallık, Doğa ve insana can veren sonsuz enerji, diğer bir deyişle var eden, koruyan bir nurdanlık görülmektedir. Xızır’a ilişkin şöylesi bir söylemle karşılaşmakta mümkündür; Xızır suda güneş ışınları ile doğmuştur. Musa aslında ‘sudan gelen, sudan çıkan’ manasındadır. Güneş ışınları toprağa değdiğinde maddi dünyamızda birçok şeye enerjisini vermiştir ancak bir tek şeyde hayat oluşmuştur, o da ‘klorofil’dir. Klorofil yeşildir ve su ile fotosentez sonrası oluşmuştur.Yani; Güneşin ışınları suyu döllemiştir. Bu döllenme ile suyun içindeki kadim bilgiyi taşıyan bellek ( tasavvufta ‘’ilm- i mahfuz’’ olarakta adlandırılır ) hayata dönüşmüş, yeşil – Xızır olmuştur.Bu bağlamda Xızır Hadr yani yeşildir, yani suyun kadim bilgisinin döllenmiş halidir. Kur’an da Xızır’a dair anlatıla gelen kıssa batini manada incelendiğinde yani anlamsal arka plan incelendiğinde; Xızır’ı Musa teyyalündeki Tanrı olarak görmek mümkündür.
Xızır ile Musa’nın Yolculuğu
Xızır Çark eyler gelir, cümle alem seyran eyler.
Xızır’a bir niyaz eyledim, Cümle Hakikat sırları beyan eyler!
Kur’an da geçen ve bir çoğumuzun defalarca okuduğu Xızır ile Musa’nın iki denizi aşan yolculuğunu anlatan kıssayı hemen hepimiz biliriz, o yanıyla anlatıyı tekrarlamadan özetlersek; Keyf Suresi 60 ile başlayıp 82 ile biten Musa ve Xızır’ın buluşmasını yazıldığı gibi okursak ne yazık ki arka plan bilgisini yani hakikatini göremeyiz. Okuyanların da dikkatinden kaçmadığını düşündüğümüz üzre anlatı zahiri manada birçok çelişkiyi içermektedir. Musa Tanrı ile konuşurken kendisinden daha fazla bilgiye sahip bir başkasının olduğunu öğrenince Mecmu Al Bahreyn yani iki büyük denizin birleştiği yere Xızır’dan ilim öğrenmeye gider, orada Xızır’ı bulur ve kendisinden ilim öğrenmek istediğini belirtir.Xızır Musa’ya kendisinden ilim öğrenme sabrını gösteremeyeceğini sözlese de Musa’nın ısrarı karşısında ikrarlaşarak yola çıkarlar. Yolda Xızırı’ın yolculuk yaptıkları gemiyi delmesi, karaya çıktıklarında karşılaştıkları bir çocuğu öldürmesi ve gittikleri şehirde yıkılmak üzere olan duvarı tamir etmesi üzerine yaşanılanlar karşısında Musa sabredemez ve verdiği ikrarı bozarak Xızıra sorular sormaya başlar. Xızır’ın verdiği cevaplar şöyledir, gemiyi deldim çünkü; gemi fakir bir ailenindi korsanlar el koymasın diye gemiyi kusurlu hale getirdim. Çocuğu öldürdüm çünkü; o çocuğun ailesi iyi insanlardır, çocuk ise büyüdüğünde ailesine ve çevresine zarar verip eziyet edecekti. Duvara gelince ise, o duvarın olduğu ev iki mazlum gencindir, babaları onların bulması için duvarın dibine define saklamıştı, duvarı onardım ki gençler gelene dek defineyi zalimler bulup el koymasın. Hikaye özetle böyle, peki bu anlatının bizi ilgilendiren manasal boyutu ne olabilir? İki denizden maksat Şeriat ve Hakikat ilmidir, Şeriat Peygamberlerin, Hakikat ilmi yani İlm i Ledün ise Velilerindir. Xızır’ın iki denizin birleştiği yerde olması her iki ilme de sahip olduğunu gösterir. Gemi aslında Musa’nın beden gemisini delinmesidir, Xızır delinmemiş bir gemide irşad nasıl yapılır ki der ve öncelikle Musa’nın gönül gemisini delerek açar. Musa’nın gönlüne hakikat ilmi dolmaya başlamıştır. Cafer- i Sadık dört kapıyı anlatırken; ‘’Şeriat gemisine bineceksin, Tarikat denizine açılacaksın, Marifet dalgıcı olacak ve Hakikat incisini bulacaksın’’ der.
İnsan bedenini dörtte üçü sudur, Tarikat denizine açılmak insanın kendi bedenini tanımaya yönelik seferidir. Çünkü kendisini bilen Hakkı bilir, Marifet dalgıcı ise insanın aklıdır, akıl ilimle dalar. Hakikat incisi ise insanın gönlündeki Hak’tır. Hikayede anlatıldığı üzre Xızır’ın çocuğu öldürmesi insanın kendi nefsini öldürmesidir, reyberlerimizin söylediği üzre, nefis çocuğunu öldüremeyenler kemalet çocuğunu göremezler.Aynı zamanda çocuğun öldürülmesi, cüz-i ruh mertebesinden külli ruh mertebesine erme halidir. Duvar ise insanın beden duvarıdır, insan beden duvarını doğrulukla yoğurup sağlam örmelidir. Son olarak duvarın dibindeki hazine insan bedeninin içerisinde kendisini var eden Hak’tır.
Kadim Rıza Şehrinin Ortaklık Geleneğini Sürdüren Dersim’de Xızır
Bu kısıma başlamazdan evvel Dersim’den kastın Mamekiye (bugün Tunceli olarak adlandırılan bölge ) olmadığını bir bütünen Koçgiri ve Karakoçan’a komşu olan bölge olduğunu özellikle belirtmiş olayım. Deylem Ocaklar ile Anatolia Ocakları arasında hayati bir köprü misyonu olan Dersim uzun yıllar boyunca hem Deylem’in hemde Anatolia’nın sırlarını sakladı.Bugün bir biçimde kimliğini koruyabilmesinin önemli nedenlerinden birisi de bu olsa gerek.
Rumi takvime göre Ocak ayına inançsal olarak ‘’Xızır Ayı yani Asme Xızırı’’ denmektedir. Bu ayda oruç tutulur, Xızır adına lokmalar yaparak kutsal adledilen yerlere gidilir. Bu ay
boyunca Xızır’ın konukluğa çıktığına ve insanlarla buluşacağına inanılır. Xızır Qır = Boz atına binerek kim ikrar vermişse gidip ikrarına sahip çıkar. Bu ayda gerek xanede yaşayan ev halkı, gerekse komşuları birbirlerinin incitmemeye çalışır, birbirleri ile dargın ve kırgın olanlar barışırlar. Düşmanlıklar bu ayda unutulur, mümkün olduğunca aile bireyleri ile zaman geçirilerek rızalıkları istenir.
Xızır Orucu Xızır Ayı’nda ve yalnız üç gün tutulmaktadır. Kimin yani hangi aşiretin hangi hafta oruç tutacağı nineden dededen bellidir, bu gelenek uzun yıllardır sürdürülür. Farklı haftalarda oruç tutmak bir gelenektir, inancın getirdiği bir zorunluluk değil. Bu yanıyla oruç Xızır Ayı’nın herhangi bir haftasında da tutulabilir. Hangi hafta oruç tutulacağı belirlendikten sonra Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri oruç tutulur. Xızır yaklaştığında adanmış kurban diğer hayvanların arasından seçilir ve ayrı bir itina ile bakılır.Oruç tutulmadan önce evler temizlenir, çamaşırlar yıkanarak gerekli tüm temizlik ihtiyaçları giderlir. Orucun üçüncü günü konuk (Xızır) beklenmeye başlar ve buna yönelik hzırlıklara girişilir. İitikade göre konuk Cuma gecesi gelir, bundan dolayıdır ki ‘Şewe ini’ en kutsal gecedir. Bu arada unutmamak gerekli Büyük Dersim olarak adlandırılan bölgenin Cuma gecesi dediği Perşembeyi Cuma’ya bağlayan gecedir. Cuma gecesine yönelik yapılan hazırlık ve etkinlikler şöyledir;
Önce bir ormana gidilir, balta veya bıçkı ile bir meşe ağacı kesilerek eve getirilir. Kesilen meşenin kabuğu balta ile budanarak soyulur ve adına Xızır Kütüğü = Qila Xızırı denilir. Ocak hazırlanır, xane halkı kütüğü tutuşturarak uyur. Sabaha kadar yanan meşe odunu ocağın taşlarını iyice ısıtarak yapılacak niyazların kolayca pişmesini sağlar. Akşam yakılan kütüğün ateşine Tıramiya Xızıri yani Xızır’ın Közü denmektedir. Yine bu akşam hedik pişirilir ve bu hedik götürülerek hayvanların ağılına saçılır ve denir ki; malımız davarımız artsın! Bunu ardından evin içerisine su serpiştirilir ve ‘Ailemiz çoğalsın’ diyerek dua edilir. Genç kızlar ve Erkekler Perşembeyi Cumaya bağlayan gece ateş üzerinde sacda kavrulmuş ve dövülmüş buğdayı yavan yerler ve gece hiç su içmeden uyurlar. Uyurken rüyalarında kimin elinden su içeceklerini merak ederek uyurlar. Rüyalarında birisi su ikram ederse o kişi ile evleneceklerine dair işaret olarak görürler. Yine aynı akşam bir miktar un elenir, (bu unla sabah Xızır niyazı pişirilir ) eleği kaldırıp elenen un bir sini yada küçük bir sofraya yayılır, üzerinden oklava ile geçilerek düzeltilir, bu işlemden sonra kimse una elini sürmez. Unun etrafına mumlar dikilerek yaklır, kaç mum olduğu sayılmaz yirmi de olabilir on da. Etrafında mumlar yanan unu kimi evin orta yerine, kimisi ise ‘’teberik’’ olarak bilinen, kutsal yer ve ziyaretgahlardan getirilen özdeklerin bir torbacıkta asılı olduğu duvar / sütünun önüne koyarlar. Sabaha dek mumlar bu şekilde yanmaya devam eder, bunun nedeni ise şudur; şayet Xızır bize konuk olarak gelirse ya elini una basar yada boz atının ayağını ! Bundan farklı olarak ateşin üzerine konulan saca dövülmüş buğday konulur ve iyicene kavrulur. Buna ‘bijeriki’ denilir. Bijeriki tepsiye alınır, düz bir kaba doldurulur, üzeri düzlenir ve bir yüklüğün altına indirilir.( Burada da maksat aynıdır Xızır bize konuk olduğunda izini bırakır )
Kimileri de kavrulmuş buğdayı el değirmeninde öğütür buna Qawute denir. Diğerlerinde olduğu gibi qavutu da düzeltip, etrafına mumlar yakarak en uygun yere koyarlar ve Xızır’ın avcunun izini veya Bozat’ın ayak izinin görüleceğine inanılır. Qavutun hoş bir kokusu vardır, bu nedenledir ki ‘’Qavutun kokusunu hem ölüler hemde diriler alır ‘’denilir.
Nadir de olsa kimileri bacadan çıkarttıkları kurumu götürüp yollara evin etrafına saçarlar, ‘Xızır gelirse Bozat’ın ayak izleri burada çıkar’ diye açıklarlar.Cuma günü olduğunda şafak vakti daha gün doğmadan uyanılır, Xızır’ı gözlerken yapılan una, Qavuta ve kuruma bakarlar. Olası herhangi bir ize rastlarlarsa mutluluktan adeta kanatlanırlar, kurbanlar artar.Yok şayet herhangi bir ize rastlanmaz ise önceden belirlenen kurban tığlanır. Akşam etrafını mumlarla donattıkları unu ile Xızır Niyazı pişirilir. Niyaz pişip, kurban işi de bittiğinde komşunun lokması dağıtılır. Bekar gençler pişirilen niyazı evlerinin saçaklarına koyarlar, kargalar bunu görüp hangi eve doğru uçarsa ‘kaderi o evden yana açılacak, o xaneden evlenecek’ diye inanılır. Kurbanlar tığlanır ve akşam cem bağlanır.
Sonuç Yerine
Her ayağın kolayca giremediği,dönem dönem Doğulu – Batılı birçok yağmacı / fetihçinin hükümranlık sahası içerisine girse de, hiç kimsenin hükmedemediği bir meydan olarak bu güne kadar kendisini korudu Dersim ! İnsanlık tarihinde ilk ortaklık mekanı olarak Semitlerin yaşamında Eden olarak geçen, İranilerde ‘Airyana Veyah’(iranlıların kutsal ülkesi) , Sümerlerde Dilmon, Raa Haq Süreğinin geçmişten bugüne taşıdığı Rıza Şehri’nin ortaklık geleneğini Komala veya Komana olarak sürdürdü Dersim. Dersim’de Doğa ve İnsan ilişkisi yoğun tahribat ve talan üzerinden sürdürülürken, en önemli yaşam kaynağı Xızır aklından da her geçen gün kopartılmaya çalışılmaktadır. Düşünün düne kadar Ana Soylu yaşam eksenin de Mananalis ( Mamiki, Anamisi, Anahiti ) isimleri ile yani Kutsal Ma Ananın halkı ve toprağı diye anılırken bugün Hakkın aynası Xızır dahi tümüyle erilleştirilerek ‘ak sakallı yaşlı adam’ olarak imgelenmeye başlamıştır. Oysa birçoğumuzun hafızasında bir yerlerde Xızır’ın cinsiyetinin olmadığı ve sadece ‘Ak Sakallı Yaşlı Adam’ olarak zuhur etmediği canlıdır.
Yapılan araştırmalara göre Xızır kimi zaman küçük bir kız çocuğu, bazen bir küçük serçe, kimi zaman ise yaşlı bir kadın donunda zuhur etmiştir. Söylence ve anlatılar bunu kanıtlamaktadır. Özellikle 10 = 11. yy Arap ve İran kaynaklarında hatrı sayılır miktarda kadının tasavvuf konusundaki olağanüstü başarılarından söz edilir Yine bu kaynaklarda Xızır’dan el alan kadınlar anlatılmaktadır. Kendi coğrafyamızda ise Elazığ, Manisa ve Konya bölgelerinde Xızıra yönelik anlatılarda fazlasızla kadın motifine rastlamaktayız. Yine Dersim Merkezli Raa Haq Süreğini incelediğimizde Xızır’ın binin üzerinde ismi olduğunu görüyoruz, bunlardan en ilginci şu; ‘Meymane Ana Yemise / Ana Yemisenin Konuğu’’ bu isim bile başlı başına bir inceleme konusu iken tarihsel verilere bu boyutuyla ulamamanın eksikliğini yaşıyoruz ve inanıyoruz ki hakikat asla karanlıkta kalmayacak, gün ışığı ile buluşacaktır. Tüm farklılaştırmaya rağmen hali hazırda Xızır’a ilişkin söylencelerde Ana Kadın kimliğinin geçiyor olması kadim bilginin zülumata karşı direnişi, Xızır aklının kendini koruma gayredir diye düşünüyorum. Bu vesile ile; Xızır zülumat nesline karşı Mazlumların evrensel dilidir. Nerede Mazlum var ise Xızır o dilde o renktedir. Bu inanç ve itikat ile oruçlarını tutup Hakka niyaz olan tüm canların gönülden geçen dile dökülen niyazları Hak katında kabul u makbul ola. Dar günlerde zor zamanlarda zülumat neslinin zorbalığına karşı birbirine Xızır olabilenlere aşk ola !!