fbpx

Gülfer Akkaya: “Yazmasam olmaz; emek hırsızı erkekler!”

Paylaş

Ötekilerin Gündemi internet gazetesinden Hamza Özkan “Kadınlardan Ne İstiyoruz, Derdimiz Ne? ” röportaj dizisi çerçevesinde Gaste Avrupa yazarlarından Gülfer Akkaya’yla da bir röportaj gerekleştirdi. Kadın mücadelesinin sorunları, talepleri, Alevi kadınların durumu üzerine pek çok konuya değinen röportajı yayınlıyoruz.

Ötekilerin Gündemi:: Tarihsel ve zorlu bir süreçten geçiyoruz; bu geçiş sürecinde savaşlarda ve ölümcül salgınlarda kadınlara biçilen roller nelerdir? Dünyada demokratik süreçlerini tamamlamış toplumları da baz alırsak gerçek anlamda kamusal alanlarda kadınlar yerlerini alabilmişler midir?

Evvela belirtmek isterim ki tarihin hiçbir döneminde kadınlar erkeklerin kendilerine biçtiği rollere sıkışıp kalmamış. Elbette kadınların çok büyük kesimi cinsiyetçi baskı ve roller altında kalmış. Ancak her zaman o rolleri parçalayıp atan kadınlar da olmuş. Kendilerine erkekliğin biçtiği rollerin dışına çıkma, idealleri, hayalleri ve istedikleri hayatı kurabilmek için bu rolleri def edip atmanın çeşitli mücadele yöntemlerini bulmuş, kendilerinin seçtiği biçimlerde direnen kadınlar olmuş, tıpkı bugün olduğu gibi. Yani kadınların her dönem erkeklerin biçtiği roller içinde kıstırılıp bırakıldığı miti kadınların yürüttüğü mücadeleleri örtmeyi amaçlayan erkeklik manipülasyonundan başka bir şey değil.

Demokratik toplum, demokrasi kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinde yeterli kriterler değildir. Bireyler ve iktidarlar demokrat olduğunda ya da demokratik toplum kazanıldığında kadınlar, LGBTİ+’lar otomatikman haklarını kazanmazlar. Kadın erkek eşitliği feminizm perspektifi olmayan, bunu içselleştirmemiş bir demokrasiyle de, başka sistemle de gelmez.

Kadınların toplumsal alanda haklarını kazanması, mesela eğitimde yüzde 100, ücretli çalışma alanlarında kadın cinsiyetinin yüzde 85-90 oranında olması yani ekonomik açıdan erkeklere bağımlılıktan kurtulmuş kadın nüfusunun varolabilmesi için bile her alanda cinsiyet eşitliğini savunan feminist politikaların amasız fakatsız kabul edilip uygulandığı bir demokrasi gerekmekte.

Sözüm sadece siyasi iktidarlara ya da devlete değil; kendisini demokrat sayan siyasi partilerden sivil toplum alanına, sendikalara, medyaya… Bütün bu toplumsal kesimlerde var olan demokratların, hatta devrimcilerin kadın erkek meselesinde kendilerine sormaları gereken kritik soru cinsiyet eşitlikçi olup olmadıklarıdır. Demokrat erkek, demokrat koca, demokrat baba olmak kadınlara şiddet uygulamaktan alıkoymaya yetiyor mu? Nice demokrat, hatta solcu, hatta hatta devrimci erkek kadınlara şiddet uyguluyor, onların emekleri ve bedenleri üzerinde tahakküm kurmak istiyor. Bu nedenle demokratlık, demokrasi biz kadınlar açısından cinsiyet eşitliği söz konusu olduğunda yeterli bir kriter değildir.

Savaşlarda, afetlerde kadınlara biçilen rol iki alanda da (özel ve kamusal alanda) erkeklerin istediği gibi, istediği kadar yer alması şeklindedir. Kadınlardan savaşlarda evde olmaları, aileye bakmaları ve erkek işgücü azlığı nedeniyle onlardan boşalan ücretli alanda ucuza, fedakarca çalışmaları istenir. Kadınlar için biçilen vatanseverlik gömleğidir bu. Ayrıca savaşta sakat kalan, savaş sonunda sağ kalan, psikolojisi bozulmuş erkeklere bakmak gibi görevler de verilmiştir. Aslında devletin yapması gerekli görevler kadınlara yüklenmiş, kadınlar bir yandan sömürülürken, öte yandan erkek şiddetine, militarizme teslim edilmiştir.

Patriyarka ve kapitalizm işbirliği

Devletin politikaları salgınlar zamanında da aynen sürdürülmüştür. İçinden geçtiğimiz pandemi sürecinde de bunu yaşıyoruz. Kadınlar evişlerinden sorumlu, aileden sorumlu ve bakım işlerini omuzlamış haldeler. Erkeklerin huzura kavuşması, çocukların mutlu olması, süreçten etkilenmemesi, ailenin birliği, mutluluğu hep kadınların üzerinde. Kadınların bu sorumluluklar altında çıldırma noktasına gelmesi, yaşadıklarının toplumsal mobbing olması ne erkeklerin, ne devletin, ne sermayenin umurunda. Onlar kadın emeğini sömürerek daha fazla kar etme ve kendilerini güçlendirmenin peşindeler.

Görüldüğü üzere savaş ve salgın hastalıklar döneminde kamusal alan politikalarının da tıpkı özel alanda olduğu gibi temel zemini kar etme üzerine kurulu. Yani bu dönemlerin esas politikası kadın emeğinin sömürüsü üzerinde şekillenmekte. Ücretli alanda işten çıkartılanlar ilk olarak kadınlar. Çünkü cinsiyetçi sisteme göre eve para getirmek erkek işi. Evin tüm sorumluluğu ve işler kadın işleri olduğundan kadınlar evlere gönderiliyor salgın hastalık ve ekonomik kriz dönemlerinde. Zaten düşük olan ücretler bu dönemlerde daha da düşürülerek kadınlar ücretli alanda bir kat daha erkek işçilerden düşük ücretler kazanmaya, kötü şartlarda, çoğu zaman sosyal güvenceden mahrum olarak çalışmaya zorlanıyor, yoksullaştırıldıkça yoksullaştırılmaya devam ediliyor. Pandeminin de cinsiyeti var, savaşların da cinsiyeti var. Bu dönemlerin hepsinde kahramanlar, daha iyi durumda olanlar erkekler.

Ama patriyarka ve onunla işbirliği içindeki kapitalizme karşı kadınlar hep direnmiş. Kadınlar savaşlarda doğrudan cephede de yer almışlar, kadın taburları, kadın orduları ve kadın komutanlar olarak, cephe gerisinde de yer almışlar. Sınıfsal, ulusal kökenli savaşların aynı zamanda kadınların kurtuluşu mücadelesinde patriyarkaya karşı kamusal alanda, cephe ve cephe gerisindeki mücadelelerinden dolayı önemli kazanımlar sağladıklarını; savaşlar, mücadeleler sonrasında kadınların bu kazanımlarını kurumsallaştırdıklarını görüyoruz. Özellikle belirtmek isterim ki kadınların tarihini erkekler anlatınca tarih; pasif, mağdur, çaresiz, savaşa giden erkeklerin dönmesini bekleyen, yas tutan, dayanağını yitirmiş kadın fotoğrafları gösteriyor. Oysa bunların yanında tersi durumda olan kadınlar da vardı. Bu, cinsiyetçi bilimin ve tarih anlayışının özellikle oluşturduğu ve kadınları denetim altında tutmak için yürüttüğü algı yaratma çalışmasıdır. Buna cinsiyetçi resmi tarih diyoruz. Feministlerin yaptığı araştırmalar bunun tam tersini göstermekte. Kadınların her dönem, bulundukları her yerde çeşitli mücadeleler verdiklerini ve bulunmalarına izin verilmeyen yerlerde de inatla, direnerek yer aldıklarını, mücadele ettiklerini artık biliyoruz.

Emek hırsızı erkekler!

Siyasette, kültürde, sanatta ve bilimde kadınların ayak sesleri geç duyuldu, neden? Dünyada ve Türkiye’de bunu nasıl örneklendirebilirsiniz?

Çünkü patriyarkal sistem başından bu yana kadınları sadece eve ve aileye sıkıştırarak, erkeklerin insafına bırakarak, evlilik içinde yaratıcılığını, canlılığını ve yaşam enerjisini bitirerek kadınları teslim aldı. Sanat, siyaset, bilim gibi eğitim, yetenek gerektiren ama ikisinden de önemlisi özgürlük gerektiren bu alanlardan kadınlar özellikle uzaklaştırılmaya çalışıldı. Din bu açıdan en işlevsel araç olarak patriyarka tarafından kullanıldı, hala daha kullanılmakta. Bakınız Afganistan, bakınız Suudi Arabistan, bakınız Türkiye, bakınız Ortaçağ Avrupası. Yine de başarılamadı.

Kadınlar tüm dünyada bu alanlarda, mevcut rejimler yasaklasa da yasaklamasa da çalışmaya, araştırmaya devam etti. Bu baskılar altında başardıkları işlere, icatlara, bilimsel gelişmelere, şiirlere, deyişlere, kitaplara kendi imzalarını koyamadılar. Bunun suç olduğu yıllar uzak değil. Kadınların buluşlarını gasp eden “bilim adamları”, kadınların yazdığı edebiyat eserlerine imza atan erkek yazarlar yok mu? Nobel ödülleri alan kimi erkeklerin aldığı ödüllerin gerçek sahipleri kadınlar değil mi? Dünyada ve Türkiye’de bu durumu en güzel anlatan söylem “Başarılı her erkeğin arkasında bir kadın vardır” lafıdır. Bu lafı olumlu bulmuyorum ben. Kadınların başarısının, emeğinin, aklının ve becerisinin erkeklerce nasıl gasp edildiğini anlatması açısından işlevsel buluyorum. 8 Mart’larda kullandığımız o şahane slogan geldi aklıma. Yazmasam olmaz; Emek hırsızı erkekler!

Bu topraklarda feminizm cumhuriyetten bile eskidir

Son yıllarda, Türkiye’nin toplumsal yapısında kadınlar nereye doğru gidiyor? Şiddetin ve tacizlerin bu denli artması ürkütücü! 68, 78 ve 80 kuşağına bakıp bugünü nasıl değerlendirirsiniz?

Bu topraklarda feminizm cumhuriyetten bile eskidir. Daha cumhuriyet kurulmadan, adından bile bahsedilmezken kadınlar örgütlü feminist mücadele veriyordu; feminizm kavramını da kullanıyordu. Cumhuriyet ilan edilince ne oldu? İlk 10 yılında feminist mücadeleyi bastırdı. Kadınların yükselttiği mücadeleyi komple bastıramayacağı için denetiminde bir kadın hareketinin sürdürülmesine göz yummak zorunda kaldı cumhuriyetin erkek kadroları. 1970’li yılların sonlarından itibaren kadınlar feminist mücadele ile ikinci kez tanışacaktı. Bu topraklarda bugünkü görkemine ulaşacak olan kadınların kurtuluşu mücadelesinin adımlarını bir kez daha atmış oluyor feministler.

Kadınların kurtuluşu mücadelesinde teorik ve pratik olarak cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda olduğu gibi tüm diğer ideolojilerden kopuşu da beraberinde getiren feminist mücadele, erkeklerin özellikle görünmezleştirmeye çalıştığı kadınların sorunlarını görünür kılıp bu sorunlara çözümler üretti ve yükselttiği mücadele ile çokça talebini kabul ettirdi. Eğitim hakkı, seçme seçilme hakkı, ücretli alanda çalışma hakkı, miras hakkı, velayet hakkı, kürtaj hakkı, kocanın izni olmadan kadının çalışma hakkı gibi haklar bir bütün olarak dünden bugüne bu topraklarda yükselen feminist mücadelelerin kazanımıdır. 1970’lerin sonundan itibaren kadın bedeni, erkek şiddeti, başta eviçi kadın emeği sömürüsü ve ücretli alanda kadın emeği sömürüsü ile kimlik mücadelelerinin yanı sıra heteroseksizm, doğanın sömürüsü gibi başlıklar da feminist mücadelenin gündemleri arasına girdi.

Ama tabii tüm bunların nasıl kazanıldığını anlayabilmek için 1968 ve sonrasına değil, çok daha öncesine bakmak gerekir. Bu topraklarda kadınların örgütlü olarak verdiği eşitlik mücadelesi Kadıncık Ana’lardan (1200’lü yıllar) ve belki de daha öncelerinden bugünlere dek sürmekte. Mücadelelerin dünyada yeni bir boyuta geçip hak temelli şekle dönüşmesi ile beraber kadınların mücadelelerinin de yeni bir atak yapması 1700’lü yılların sonlarından itibaren ele alınmalı. 1800’lü yıllara gelince dünyayı sınıf mücadeleleri ve ulusal mücadelelerin yanı sıra sarsan feminist hareketin yükselişine tanıklık ediyoruz.

Türkiye’de bugün en güçlü hareket kuşkusuz feminist/kadın hareketi. Bu hareketi böyle güçlü kılan şey kadınların artık erkeklik safsatalarına yüz vermeyip kadın dayanışmasına güven duyması, kadın dayanışması zemininde örgütlenmesidir. “Kadın kadının kurdudur” tarzı kadın düşmanı erkeklik söylemlerini kadınlar “Kadın kadının yurdudur” eylemine dönüştürmeyi başararak bu ve birçok erkeklik mitini yerle bir etti. Artık daha çok kadın aileye, kocaya, babaya, devlete, iktidarlara rağmen hayatlarının peşinden koşmayı seçiyor. Kadınların tutkuları değişiyor. Ailenin dışında, istediği gibi yaşayarak, namus adı altında bedeller ödemeden, maddi olarak kendi ayakları üzerinde durarak yaşamak istiyor kadınlar. Bu da erkeklik çıkarlarına, aile çıkarlarına ters geliyor. Bu yapıları henüz yıkamasa da bozuyor, gereksiz kılıyor değişen kadınlık durumları. Bu nedenle erkek şiddeti devlet ve aile desteğiyle yükseldikçe yükseliyor. Zamane cadı avı denilebilir buna.

Erkek şiddetinin artmasının temel nedeni hayatlarının, hayallerinin, amaçlarının peşinden koşan, erkeklere eskisi kadar muhtaç olmayan, özellikle ihtiyaç duymayan kadınların sayısının artmasıdır. Ve tabii bu fikrin tüm engellemelere rağmen en ücra evlere dek girebilmesi. Kadınların karşısında sadece tek tek erkekler yok. Kadınların karşısında patriyarka dediğimiz örgütlü bir erkek egemenliği sistemi var. Bunu da 1950’lerin sonlarından itibaren, adına ikinci dalga feminizm dediğimiz feminist hareket (teorik – pratik) sayesinde öğrendik ki bu hareket gezegenimizin başına gelmiş en devrimci şeydir.

Erkeklerin işlediği kadın cinayetleri ya da kadınların zorla evlendirilmesi, evliliğin bu kadar özendirilmesi yahut 12 yaşında evlilik adı altında kız çocuklarının yasal olarak istismar edilmeye çalışılması, hayatlarının gasp edilmeye çalışılması, birden fazla kadınla evlilik, bu devasa sömürü sistemi görülmeden anlaşılamaz.

Kadınların mücadelesi karşısında varlığını korumak zorunda olan, bunun için yeni yeni biçimlere bürünen, kadınların mücadelesi ile teşhir edildikçe yeni şekiller alan bir patriyarka ile karşı karşıyayız. Kapitalizm gibi patriyarka da kendisini yeni koşullara uydurmakta, yenilemekte oldukça esnek. Tüm bunları teşhir eden ve kadınların taleplerini savunan bir yerden mücadele etmeye devam etmekten başka çaremiz yok.

Kadınlar dünyayı yönetseydi nasıl bir dünya olurdu?

Bir tek cinsin dünyayı yönetmesi diye bir fikir, bir ütopya yahut bir amaç olmaz, olamaz. Bir kere sadece kadınlar ve erkekler yok. Fantastik bir roman için bu iyi bir konu olabilir ama gerçek hayatta karşılığı olmayan bir şey.

Kadınlar neye karşı mücadele ediyor? Cinsel sömürüye ve ezilmeye karşı. Bunu yapan kim? Erkeklerin sistemi olan patriyarkal sistem, yani erkekler. Bu yüzden biz feministler kadınların eşit ve özgür yaşaması için patriyarkal sistemin ortadan kaldırılmasını istiyoruz. Yerine de iktidarın kadınlara geçmesini talep etmiyoruz. Bu da feminizm düşmanı erkeklerin sırf kadınlar feminist mücadeleye mesafeli dursunlar diye ürettiği bir mit.

Kadınlık ve erkeklik rollerinin kaldırıldığı, heteroseksist bir toplumun olmadığı, hangi sebeple olursa olsun bir kesimin başka bir kesimi yönetmediği, sömürmediği, ezmediği, ötekileştirmediği bir toplum istiyoruz. Bunun için erkeklerin erkeklik çıkarlarından vazgeçmesi, patriarkal sistemden sağladıkları güçten, ayrıcalıktan ve konfordan vazgeçmeleri, eşitliği benimseyip özümsemeleri gerekmekte. Kendilerini kadınlarla eşitlemeliler. Erkekler kendilerini kadınlardan üstün görüyor, nitelikli özellikleri erkeklere, niteliksiz diye adlandırdıkları özellikleri kadınlara yüklüyorlar. Kadınları cinsel bir nesne olarak görüyorlar. Bunun yarattığı bir erkek cinsiyeti tipolojisi, karakteri var ve bugünkü erkekler bunlar işte. Bu, kadınlar için tehlikeli bir karakter.

Kendilerini dünyanın sahibi olarak gören erkekler, doğanın, kadınların ve hayvanların da sahibi olarak görüp böyle hoyrat davranıyorlar. İşte tüm bunların değişmesi gerekiyor. Doğanın içinde sade bir can, diğer türlerle aynı, doğanın efendisi değil, ancak o doğa içinde, onunla uyumlu bir var oluşla hayatta kalabileceğini kavrayan basit bir canlı olarak görmeli erkekler kendilerini. Ne kadınların, ne doğanın, ne de başka türlerin efendisi değiller.

Kadınların kurtuluşu sömürüsüz, eşit, özgür bir toplum ile mümkün. Cinsiyetçi olmayan mimari ile yenilenmiş evler, kentler, cinsiyetçi olmayan sosyal ilişkilerin kurulduğu bir toplum… Mülkiyet ilişkilerinin olmadığı, evlilik, aile gibi kadınları ikincilleştiren kurumların yıkıldığı bir toplum. Merkezi yönetimlerden kurtulmuş, tekçi anlayışlardan kurtulmuş, kolektif üretip, kolektif yöneten, yabancılaşmanın olmadığı bir toplum. İnsanların birbirlerinden korkmadığı, tıpkı kadın dayanışmasının yarattığı duyguda olduğu gibi dayanışmanın, birlikteliğin verdiği güven, saygı ve umutla yaşadığı bir toplum. Bunun ilk adımı kuşku yok ki erkeklerin erkekliklerinden vazgeçmeleridir.