Yaz yine bitti. Ankara’da yaz insanın aklının almayacağı bir hızla geçip gider hep. O yüzden de muhakkak hazırlıksız yakalanırsınız. Gündüz saatlerinde evden çıkarken yanınıza hiç değilse bir şal ya da bir hırka almadığınız için kendinize lanet ettiğiniz en az bir gün geçirmeden sonbahara girmeyi başaramazsınız. Sabah günlük güneşliktir, akşam saatlerinde kolunuz bacağınız buz tutar. Bu sene nedense yazın bitmesi da bana çok dokundu. Giden yaz ömürden gidiyor diye düşündüm. Bundan sonra böyle “Bu yaz da bitti, önümüzdeki yazlara bakacağız artık” diyeceğimiz bir durum yok. Giden yaz ömürden gidiyor…
Yazın son bir ayında arka arkaya diziler izledim. Bir romandan uyarlanan ABD yapımı Virgin River’la başladım önce, üç sezonu üç gecede bitirdim. Sonra arkasından Normal People’ın birinci sezonu geldi. O da yine bir roman uyarlaması. İrlanda’da geçiyor. En son geçen hafta da The Chair adlı yeni diziyi izledim. ABD yapımı bir komedi-drama. Birinci sezonu görece kısa. Sadece altı bölüm. Şimdi dört gözle bu üç dizinin de yeni sezonlarını bekliyorum.
Dizi izlemek sanırım çoğumuzu mutlu ediyor. Akıp giden günlerin telaşından, tekdüzeliğinden ve dipsiz kasvetinden çekip çıkarıyor. Aslında memleket gündeminin de böyle bir tarafı var, kaptırdığın zaman devamının ne olacağını beklediğin olaylar ve karakterler içinde bulabilirsin kendini. Ama bu “Türkiye” dizisinin insanı hiçbir yerden çekip çıkarmadığını, hatta sürekli kafasından ve omuzlarından ittirip çukura gömdüğünü de unutmamak lazım.
Gerçek olaylar böyle de yerli diziler farklı mı, uzunca bir zamandır birçok yerli dizide aynı çukuru izliyoruz. Kimseye ve kimsenin dizilere döktüğü emeğe haksızlık etmek istemem ama ne zaman bir yerli diziye gözüm takılsa, istediği kadar peşinde sürükleyip götürsün içimdeki sıkıntıyı katmerlendirmekten başka da bir işe yaramayacağını tez zamanda anlıyorum. Dijital platformlarda yayınlanan “Gibi” ya da “Doğu” gibi dizilerden söz etmiyorum. Buralarda bilhassa absürt komedi türünde harika işler var. Ama herkesin eriştiği televizyon kanallarında yayınlanan ve sıradan dünyaları ya da insanları anlatan hikayelere hasret kaldık. Gülseren Budayıcıoğlu vakalarının ekranları kaplaması normal mi?
Sadece bu da değil, yıllardır ara ara gözüm takıldığında gençlik dizilerini izliyorum. Lise ya da üniversite çağındaki gençler birbirinin gözünü oyuyor. Hem de ne için, “aşk için!” Bilhassa genç kadınların akıl almaz bir kötülük kapasiteleri var. Bütün hastalıklı, takıntılı duygular “aşk” kapsamında. Sevişseler, bunun üzerine konuşsalar, birlikte ya da ayrı bir konsere gitseler, bir pikniğe çıksalar ya da top oynasalar biraz kafaları dağılacak. Ama tabii hayatta da dizide de böyle doğal akışlara izin yok. İstilacı bir medya kültürü, bakışlarını ve enerjilerini 7/24 partnerlerine kilitlemelerini ve hayatın diğer alanlarından enerjilerini çeken bir “takıntıyı” aşk adı altında yaşamalarını buyuruyor. Böyle olunca da uzunca bir zamandır söylediğim gibi Kanal D, ATV, Show TV, TRT gibi televizyon kanallarından yayınlanan “klasik” dizilerde karakterlere kalan giderek el artırmış bir kötülük oluyor.
Bu yüzden de sade ve iyi insanları anlatan güzel hikayelere bir açlık var. Ah, Asuman! adlı kısa filmin ilk gösteriminin onca insan tarafından izlenmesi hiç boşuna değil.
Dediğim gibi, koca yaz geldi geçti. Kendimi sadece yukarıda ardı ardınca sıraladığım dizileri izlerken dingin hissettim. Sabah uyandığımda neredeyse “gidip kahvaltımı nehir kenarına konuşlanmış kafe-karavandan aldığım kahve ve kruvasanla yapayım” diyecek oluyordum. Abartmak gibi olmasın ama yarı uyur yarı uyanık, “akşam da bizim Jack’in Barı’na gider ahbaplarla laflarım” diye düşünüyordum. Geç saatlere kadar Virgin River izleyip uymanın etkisi; o duygu durumunu ve atmosferi sürdürmek istiyorsun. İnsanı kendi gerçekliğinden koparıp, hikâye dünyasına atıveren bir dizi. Ya da işte sevdiğim için bana öyle geldi.
Oysa hikâye çok uzak bir coğrafyada, Kuzey Kaliforniya kırsalındaki Virgin River adlı muhayyel bir kasabada, diğer bir deyişle Amerikan taşrasında geçiyor (dizinin esasen Kanada’da çekildiğini de ekleyeyim). Virgin River cennetten kopup oralara düşmüş bir tabiat parçası kısacası. Zaten Allah bir insan topluluğuna tabiat güzelliği verince yanında pek çok başka şey de veriyor. Fakat bir de tabiat üzerinden haksızlık yapmaya görsün, devamı da hep zulüm hep zulüm. Yolu denize çıkmayan Afganistan’a bakın… Dünyanın en kurak bölgeleri arasında Afganistan da sayılıyor. Kuraklık, açlık ve köktendincilik ilişkisini çalışmak lazım. Zira dünya ısınıyor ve giderek daha da kuruyor.
Virgin River -Irak’ta savaşmış ana karakterin travmatik savaş anılarına zaman zaman dönen hikaye çizgileri başta olmak üzere- yer yer epeyce eleştirellikten uzak ve muhafazakâr mesajlar da içeriyor. O da ayrı. Fakat bu sahnelere çok da ağırlık vermiyor. Üstelik doğa güzel, oyuncular iyi ve güzel ve en önemlisi aşk hikayesi çok güzel. Bir bakıma “aşk üçgeni” olarak adlandırabileceğimiz bir durum söz konusu ama kimse kimsenin gözünü oymuyor. Dizinin kötü karakterleri kasabaya da zaman zaman musallat olan birkaç mafyöz karakter. Onun dışında sıradan insanların dünyasında pür bir kötülük yok, pür bir iyilik de yok. İnsanlar kendi kıymetlerini biliyor. Kimse kendi tek ve biricik hayatının anlamını ötekinin varlığında kurmuyor. Kimse kendini dayatmıyor. Hayatı kendine de ötekine de zehir etmiyor.
Daha da önemlisi arkadaşlığı da böyle bir şey sanmıyor kimse. Bir anda dökülmek, varını yoğunu terapi divanındaymış gibi ötekine açmak ve sonra da ya aynı hızla geri çekilmek ya da bedel ödetmek değil arkadaşlık. Arkadaşlık birbirine yavaş yavaş, sakin sakin iyi gelmekle ilişkili bir şey. Kusurlar kabul görüyor, abartılmıyor veya reddedilmiyor. Kimse hayatının en büyük hatalarını ötekine fatura etmeye kalkmıyor. Her nehir kendi yolunda akıyor, henüz…
Virgin River’ın ardından, Sally Rooney’in birkaç yıl evvel yayınlandığında epeyce ses getiren “Normal İnsanlar” adlı romanından uyarlanmış diziyi seyrettim. Hikaye İrlanda’da geçiyor. Yirmili yaşlardaki gençlerin “özerkliği,” özgüveni ve bu tür bir “normalliğin” en başta cinsiyet ilişkilerindeki açıklıkla ilişkisi üzerine uzun uzun düşünmeye sevk ediyor insanı. Manyak gençler bu dizide de yok mu, var elbette. Ama yine de ortalama halleri bizim gençlik dizilerindeki gençlik halleriyle kıyas kabul etmez. Bizim dizilerde gençler daha lisedeyken hayatı nasıl büyük ve sığ bir entrikanın parçası olarak kurguluyor, nasıl mutsuz oluyor ve birbirlerini nasıl mutsuz ediyor, anlatılır gibi değil. Bir kısım izleyici hâlâ Dawson’s Creek, Gossip Girl ve sonra da The O.C.’yi de nasıl kendimize “uyarladığımızı” konuşuyor. Ara ara bunlara da göz atmıştım ama benim en son izlediğim Adını Feriha Koydum dizisiydi ki yeterek artmıştı bana…
Bilmiyorum işte, siyaset ilişkilerine bakıp düşüneceğime yazın son ayında biraz da dizilere bakıp düşündüm böyle. En son dün bir gecede bitirdiğim The Chair’de de “üniversite” denen o yalan balonu patlatılıyor. Patlayan balonun içinde güncel bütün meseleler de var. Kampüste nefret söylemi, faşizm, cinsiyetçilik ya da cinsel taciz tartışmaları ve bu bağlamdaki tekil olguların ele alınması meselesi gibi. Dibine türlü çeşit dinamitler yerleştirilerek patlatılmış bir üniversite dünyasında bu olgular ve durumlar layığınca ele alınabilir mi, alınamaz mı bunları da düşünme fırsatı veriyor. Müthiş güzel gerçekten. Büyük entrikalarla, büyük kötülüklerle, kampüsü basit bir fona çeviren bir ilişkiler yumağıyla değil, gerçek ve güncel üniversite sorunlarıyla boğuşan bir dizi. Anlattığı hikâyeyi kendi içinden kıskıvrak yakalayabiliyor. Kaçış yok. Tabii ki bu komedi-drama türünde bir kıskıvrak yakalama. Bunu da atlamamak lazım.
Kendi hikayemizdeki gerçek sorunlara temas edemeyişimizle, kurduğumuz hikayeler arasında her zaman bir ilişki söz konusu. Bu bana müthiş etkileyici geliyor. Bunlar da en az siyaset kadar analiz edilmeyi ve üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Biten yazın hüznüyle birlikte düşünmek…