Röportaj: Ceren Ataş
Müzik ile nasıl tanıştınız? Doğduğunuz evde müzik kültürü var mıydı?
Önce kendimi tanıtayım sonra bağlayacağım. Ben Dersimliyim, Dersim’de Pertek’te
doğdum. Baba tarafım Pilvank aşiretinden, annemin tarafın da Körtan aşiretindendir. Alan
aşiretidir Körtan. Annem Kırmançki konuşuyor. Duzgin Bava’ya giderken Nazımiye’deki yol
ayrımında yukarı çıkıldığındaki yer Körtan oluyor. Alan aşireti, Demenan aşireti 38’de Seyit
Rıza’ya en çok yardım eden aşiretler olarak biliniyor. 80 dönemlerinde biz ailecek göç ettik
İskenderun Payas’a. Sonra oradan da göç edip Mersin’e geldik. Daha sonra ben yurtdışına
çıkmak zorunda kaldım.
“Biz Dersimliler kimsenin lehçesi pehçesi bilmem nesi değiliz!”
Neden?
Açıklayacağım, bu nedenler tabii ki siyasidir. (gülüyor) Kimliğimizde Tunceli yazması zaten
yetiyor. Bir de Aleviyiz, haksızlığa karşı gelen bir kültürdeyiz. Yurtdışına, dilini bilmediğim,
kültürünü bilmediğim bir yere geldim. Sadece coğrafya dersinde görmüştüm Fransa nerede?
(gülüyor) Geldik buraya, iltica yaptım. 90’ların başında buradaydım. Şimdi sorunuza
gelirsem: biz çok büyük bir aileyiz. 62 tane yeğenim var. 10 kardeşiz. Bizim ailede herkes bir
araya geldiğinde türkü söylemeye başlarlar. Yemek yenir, sohbet yapılır… Yengelerim,
ablalarım yani kadın grubu bir tarafa, erkek grubu bir tarafa oturarak, bir kadınlar söylerdi bir
erkekler söylerdi. Böyle bir ortamda büyüdüm.
Benim babam da kemençe çalar. Kemanı, Sılo Qız gibi tutarak çalar, dizinin üstüne koyarak.
Düğünlerde, bir eğlencede babam çalarmış. Ailede herkesin sesi güzel! Mikrofonu istediğine
uzat! Türkülerle büyüdüm. Hani derler ya “Çocukluktan içindeydi” diye, öyleymiş. Ben iki
yaşında babamı, üç yaşında annemi kaybettim, abilerim büyüttü beni. Abim diyor ki, çatal,
bıçak elime ne geçiyorsa onu mikrofon yapıp sandalyenin üzerinde kendimce türkü
söylüyormuşum. Elimdeki süpürgeyi saza çeviriyormuşum.
Unutamayacağım bir şey var, sanıyorum oradan etkilendim. Bizim evde en çok Ozan
Emekçi, Mehmet Çapan, Hüseyin Doğanay, Sılo Qız, Mahzuni Şerif dinlerdik. O zamanlarda
Mahzuni Şerif Mersin’e konsere gelmişti. Ben abimin bacağına yapışmışım geleceğim
konsere diye. 80’lerden önceydi. 9-10 yaşındayım. Benimle baş edememiş o konsere
gitmişiz. O dönemlerde insanların sanatçıya verdiği değer şimdiki gibi değil. O zaman o
sanatçılara ulaşmak o kadar muhteşemdi ki… Konser çok kalabalıktı. Ben nasıl olduysa
abimin elinden kaçıp, milletin bacak arasından geçerek sahneye fırlamışım! (gülüyor)
Sahnede Mahzuni Şerif’in boynuna sarılmışım. O da beni dizine oturtmuş, hatta fotoğrafı var.
Mahzuni bana sormuş, büyüyünce ne olacaksın diye. Bakmışım sağıma soluma, alkışlar,
insanlar hoşuma gitmiş. “Sanatçı olacağım senin gibi” demişim. Saz çalacak mısın demiş,
çalacağım demişim, beste de yapacak mısın demiş, yapacağım demişim. Tabii bu bir
etkilenmeydi. Sonra Avrupa’ya gelince bir kültür merkezinde gittim, duvardaki bağlamayı
gördüm, aldım elime, bozuk düzen çalabiliyordum. “Ali Haydar Ölmez” eserini çalmaya
başladım. Yandaki stüdyoda toplantı varmış, ben çalıp söylerken onlar da dinlemiş. Bitince
bir alkış oldu, nereye kaçacağımı şaşırdım, utandım. Bir amca geldi “Bugün bir etkinliğimiz
var, o türküyü tekrar söyle” dedi. O dönem insanlar bağlama çalmam, türkü söylemem için
benimle konuştu; ama o dönem aklım başka şeylerdeydi. Çok kitap okuyordum, kendi
tarihimizi öğrenmeye çalışıyordum. Kimiz, nereden gelmişiz? Bir tarafta da müzik vardı.
“Aleviyiz, haksızlığa karşı gelen bir kültürdeyiz.”
1991 yılında ilk konsere beni yazmışlar, Frankfurt’ta, bir tane de sazcı vermişler bana.
Emekçi’den, Ferhat Tunç’tan birkaç türkü yazmıştım. Benim bu söylediklerimi okuyan
gençler olursa onlar bu heyecanı yaşayacaklardır. Mahzuni, var, Emekçi var, Ferhat Tunç var,
Grup Kızılırmak var… Ben diyorum onların karşısında nasıl söyleyeceğim! Emekçi’nin
yanına gittim, ona sarıldım. İzin istedim onun eserini okuyacağım için. Hangisini istersen oku
dedi. Mahzuni de Ferhat Tunç da tamam dedi. Sahneye çıktım, bir geri geldim, sazcı sahnede
duruyor. Ama 18-19 yaşındaydım, gençtim, korktum. Dizlerim titriyordu, sunucu beni itti
“Çık gözlerini kapat, korkma, şarkını söyle” dedi. Gözümü kapatıp söyledim ben de. İndim
geri geldim ama alkışlar durmadı “tekrar istiyoruz” diye. Çıktım aynı türküyü yeniden
söyledim, türkü bilmiyorum öyle pek ezberlememişim! (gülüyor) O benim için çok özeldi.
Büyük ustalarla sahne paylaşıp çok şey öğrendim.
1992 yılında ilk albümümü yaptım. 20 yaşındaydım, 7 eser var söz-müzik bana ait.
Kırmançki, Kürtçe ve Türkçe üç dilden okudum. Üç dili de biliyorum. Türkçe’de biraz
zayıfım; ama kendimi ifade edebiliyorum. 1992’de albümümü yaptım, bakanlığa izin için
yolladık. İki eserimden ötürü izin alamadık, “ikisini çıkarın izin verelim” dediler. O zaman 20
yaşındaydım, benimle çalışan tüm arkadaşlarım “Çıkar, bir şey olmaz, yeter ki çıksın albüm.”
dediler. “Hayır, bunların hepsi beni ben yapacak türkülerdir, asla vazgeçmiyorum” dedim.
Albüm yasak yiyince halk beni tanıdı!
Müzik yapmak iki türlüdür, biri meşhur olmak ve para kazanmak için, burjuva sanatçısı
olmak, bir zirveye gelmek… İkincisi ise, sanat yapmak ve hiçbir karşılık beklemeden,
kimliğini de ortaya koyarak söylediklerini bilinçli bir şekilde sunmak. Bence buna sanat
denir. Neyse ilk albüm böyle çıktı, ikinciyi 2000 yıllarında çıktı. Yedi eserin söz-müzik bana
aitti. Sonra üçüncü albüm yine yedi eser. Dördüncü de Kalan Müzikten çıktı. On eser vardı,
bir eserin yalnızca müziği bana ait, sözleri Garip Şahin’e ait. Böylelikle değerli halkımızın
gönlüne taht kurduğumu düşünüyorum.
Ben sizi bölmek istemedim; ancak anlattıklarınızdan sormak istediğim birkaç şey var.
Evde kadınlar bir tarafta erkekler bir tarafta oturuyor demiştiniz, birincisi kadın erkek
ayrı oturma düzeni mi bunu açalım isterim. Bir de hangi dillerde söylüyordunuz
ailenizle?
Benim babam Pertekli, Perteklilerin çoğu Kurmanci konuşur. Annem de Körtanlı Kırmançki
konuşur. İki dil de aile içinde var. Türküleri bu iki dili daha çok söylüyordu, Türkçe de
söyleniyordu. Ama en çok Kırmançki’ydi.
Diğeri ise kadın erkek ayrımı açısından değildi o oturma biçimi, ses açısındandı. Ben daha
büyüdükten sonra bunu fark ettim. İnce ses, kalın ses uyumu için. Aynı odada karşılıklı
söylüyorlardı. Üç adım kadınlar gelip bir şeyler söylüyor, onlar geriye gidiyor bu sefer
erkekler üç adım ileri gelerek bir şeyler söylüyorlar sonra geriye geliyorlar. Bu tekrarlanıyor.
Bu kültür hala var. Bunu yapanlar var. Bunu kadın erkek ayrımı açısından söylemedim. Sesle
alakalı bir uyumdu.
“Zorluklar çektim, hem kadın olarak hem de kendi dilimden söylediğimden,
ismim Berivan olduğundan çok kaybettim. Çok zorluklar yaşıyorum, halen de
öyle. Dünya yok olsun, bir ben kalayım, yine ben dilimden kültürümüzden asla vazgeçmem.”
“Hiçbir eserim hikayesiz değil. Acıyı nakış nakış işledim.”
Söz yazmaya nasıl başladınız?
Frankfurt’a tekrar gelelim yine. Oradaki o arzuları gördükten sonra daha yakından
araştırmaya. Kim söz müzik yapıyor neye bakıyor. Ben küçükken Mahzuni’ye de söz
vermiştim (gülüyor). Otururken yazdım, yazarken de kendime sakladım. Kimseye fikir
sormadım, yanlış olsun, eksik olsun; ama bana ait olsun. İlk deneyim ilk albümde oldu
dolayısıyla. Çok söz yazmışım, şiirler de var; ama hepsi yerine gider mi gitmez mi iyi
düşünmek lazım. Ama beni ben yapan ilk albümdür. Küçücük bir kız çocuğuydum, sesim de
inceydi. Sonra yaş aldıkça müziğin üzerine daha çok düşündüm. Saz kursuna gittim, gitara
özendim bir ara. Oradan klarnete geçtim, hepsinden biraz biraz derken en sonunda o kursların
hepsini bırakıp konservatuara girmeye karar verdim. Daha farklı müzik yapabilirim,
Fransa’da yaşıyorum, onlarla da müzik yapabilirim diye düşündüm. Şimdi konserlerde
bağlamacı hariç ekibim hep yabancılardan oluşuyor.
Kültür bağlamında Raa Haq’a baktığımızda, inanç-müzik bağını nasıl
yorumluyorsunuz?
Her şeyden önce kendi yaptığım türkülerle örnek vereyim. Kendi türkülerimde halkın
acılarını, inancını, taptığı inandığı şeye seslenişini anlattım. Asırlardır zulüm görmüş,
sömürülmüş, korku yaşamış, yakınlarını kaybetmiş ve sürekli dışlanan bir halkın
durumunu… Ben de o halktan biriyim. Daye Gırano’yu yazarken, bunları düşünerek yazdım.
Hiçbir eserim hikayesiz değil. Acıyı nakış nakış işledim, bu basit bir şey değil, ben bir sözün
üstüne aylarca düşünüyorum. Sizin dinlemeniz beş dakika o türküyü; ama binlerce saat
çalışıyorum üzerine. Nereye bağlıyorum, ben de o halkın içindeyim ve acıları ben de
yaşadım.
Bizim dilimiz bizim inancımız sürekli katliamlarla yok olmaya karşı direnen dil ve bir
inançtır. İnsanların içindeki burukluğu nasıl kendi dilimden türkülere getirebilirim
çalışıyorum. Çünkü ben inanıyorum, Hardo Dewres diyorum eserlerimde. Kerametin
varlığına inanıyorum, beni koruyan, dara düştüğümde elini uzatan bir varlığa inanıyorum.
İnandığım için anlatabiliyorum. Benim yorumum bu.
“Kerametin varlığına inanıyorum, beni koruyan, dara düştüğümde elini uzatan
bir varlığa inanıyorum. İnandığım için anlatabiliyorum.”
Şahsen, Berivan Aral olarak, Kırmançki’yi evinizde, sosyal çevrenizde yaşatabiliyor
musunuz?
Şimdi yeni yeni eserlerde de Kırmançki dilinde yazıyorum, ona yoğunlaşıyorum; çünkü hiç
olmazsa çocuklarımızın kulağı alışsın. Dilin tekrar kazanılması gerekiyor. Bakın bu dil ilk
konuşulan dildir. Tarihler öncesi, ben demiyorum tarihçiler söylüyor. Fransızca’da da birçok
kelime bizim Kırmançki dilimize benziyor. İtalyanca, Latince… Dillerin içerisinde birçok
kelime bizim. Ama biz sürgün edildiğimiz, asimilasyona uğratıldığımız için, hep katliamlar
gördüğümüz için korku içerisinde bu dilin, bu kültürün üzerinde duramamışız. Birçoğu
korkmuş. Dik duranları da görüyoruz, devamını getirmek istiyoruz.
Müziği gerek öğrenme gerekse icra etme döneminizde, cinsiyetçi tutumlara maruz
kaldınız mı?
Evet, bu soru çok güzel. Kaldım. İş arıyorsun, önce senin fizik yapına bakıyor. Türkü bar
olabilir, konser olabilir… Sesin güzel diye çağırılıyorsun; ama önce fiziğine bakıyorlar. Bu
genel erkek egemen zihniyeti dünyanın her yerinde. Eğlenceye de “Gidelim şu kadın türkü
söylüyor” kafasıyla geliyor. Çocukken benim Mahzuni’yi konserde görmek için
heyecanlanmam başka bir şey, şimdikilerde başka bir bakış açısı var.
Zorluklar çektim, hem kadın olarak hem de kendi dilimden söylediğimden, ismim Berivan
olduğundan çok kaybettim. Çok zorluklar yaşıyorum, halen de öyle. Dünya yok olsun, bir
ben kalayım, yine ben dilimden kültürümüzden asla vazgeçmem. Son nefesime kadar böyle
devam edeceğim.
“Biz sürgün edildiğimiz, asimilasyona uğratıldığımız için, hep katliamlar
gördüğümüz için korku içerisinde bu dilin, bu kültürün üzerinde duramamışız.”
Deyiş, kılam üretiyor musunuz? Ya da size ait besteler mevcut mu? Eğer yazarsanız
hangi dilde yazarsınız?
Üretimleri konuştuk. Kırmançki yazıyorum, okuyorum, konuşuyorum. Kürtçe de öyle; ama
tam Kırmançki gibi değil. Pertek, Mazgert tarafında bizim Kürtçemiz biraz daha farklıdır.
Anlaşıyorum herkesle ama Kırmançki dili üzerinde daha çok yoğunlaşıyorum yazarken.
En son Engin Eroğlu için bir şey yazdım. Ölümü beni çok etkilemişti. O annenin acısını
yansıtmak istedim. Amcasına okuttuğumda, ben kendimi ağlamamak için zor tuttum dedi.
Bizim dilde bunlar bir araya nasıl getirildi diye. Çok yazdım böyle ölenlerimize. Usar Usare
Mı Niyo, Cemile kızımıza yazdım. Herkes bir hikayeden yola çıkar. Hayal gücümü
kullanmıyorum, hayali bir şey yaratmıyorum. İstesem yaratırım; ama gerçekleri yazıyorum,
anlatıyorum.
“Kadın nerede durmak isterse, orada durmalı.
Kadın dil hakikatinin içindedir.
Dil ve kadın bütünleşmiştir.”
Bütün kadınların ağlaması aynı mıdır? Bütün kadınlar aynıdır. Değişen dini, dili, ırkıdır.
Fransız kadın şiddet gördüğünde de aynı acıyı çekiyor, başkası da aynı acıyı yaşıyor. Çok
çalışmam var ama herhalde öldükten sonra kıymetli olur.
Deyişleri hiç kadın perspektifinden incelediniz mi? Ya da Dersim’de kadınlar üzerine
yazılan kılamlar hakkında neler düşünüyorsunuz? O coğrafyanın ve kültürün kodları
bu kılamlarda bize neler söylüyor?
Dersim kadınları üzerine yazılanlara bakalım, Xime çok güzel bir kadınmış mesela.
Yürüdüğünde ona kadın da erkek de bakarmış. Endamlıymış. Ona halk hep kılamlar yazmış.
Hüseyin Doğanay’lar ona derleme yapmışlar. Zarife var sonra. Savaşan bir kadın, çok güzel,
ata biniyormuş böyle endamlı. Sadece güzellik fiziki açıdan da değil bunlara yazılanlar,
duruşlarına da yazılmış söylenmiş hep. Gule, Xime, Zarife, Mele olmasaydı şimdikiler nasıl
kılam söyleyecekti? (gülüyor) Erkek sanatçılar için söylüyorum, onların içinde bir Mele
yatıyordur, o kendi Mele’sini anlatıyordur. Sanatın bir yönü de bu. Dersim’deki kadınlar
yiğitmiş, güzelmiş. Onları yazmamak mümkün değilmiş.
“Sesim beğeniliyor, sanatım beğeniliyor; ama bu dil kabul edilmiyor. ‘Bunu
Türkçe söylesen olur mu? Çünkü müziğin güzel’ diyorlar. Bu ırkçılık, kaçıncı
yüzyıldayız yani.”
Alevilik konusunda gelince, biz ikrar verdik mi sonuna kadar gideriz. Sevgidir ikrar. Biz
dinci değiliz, çağırdığımız bir Duzgin Bava’mız var, Ana Fatma’mız var. İnançlarımız bizim
için kutsaldır. Dağlarımız, suyumuz bizim için kutsaldır. İnanıyoruz. Harde Dewresu diyoruz,
o keramet var. Yani demek istediğim Dersim inancı başka… Devrimcilerin bazıları diyor ki
“Var mı ki siz inanıyorsunuz?”, o zaman bana söylesinler Duzgin Bava yaşamış mı
yaşamamış mı? Musahipleri var, ailesi var. Munzır Bava? Ana Fatma? Köy köy geziyormuş
kadın. Var olan bir şey bu, onunla hareket ediyoruz. İneğe mi tapıyorlar, güneşe mi
tapıyorlar, insanlar ne istiyorlarsa onu yaparlar; ama bize karışmasınlar. Bizimki farklı.
Ana Fatma köy köy geziyormuş dediniz, anlatıda onun Fatma olduğu, Ali ile
evlenen Fatma olduğu anlatılıyor genelde?
Böyle bir şeyi ilk defa duyuyorum. Ana Fatma kendisi bir ocak. Maraş’taki Elif Ana gibi,
yaşamış bir kadın evliya. Sadece benden değil, herkese sorun. Doğum yapamayan kadın Ana
Fatma’ya gider mesela. “Ma Ana Fatma, Demeniz” (Ana Fatma’mız, Demenanlı) derler
hemen, aşiretini hemen söylerler. Demenanlı’dır.
Kırmançki dilinde kılam söylüyorsunuz. Dil, kadın ve inanç arasında nasıl bir bağ
görüyorsunuz? Sizce dilin aktarıcısı kadın mıdır?
Kadın topraktır, kadın her şeydir. Kadın nerede durmak isterse, orada durmalı. Kadın dil
hakikatinin içindedir. Dil ve kadın bütünleşmiştir.
Kırmançki dilinin kaybolmasına veya yozlaşmasına dair düşünceleriniz nelerdir?
Eğer bu dil geriye gidiyorsa herkes kendinden yola çıksın, hepimizin eksikliğidir. Her gün iki
kelime ezberlesek, bir senede muhteşem konuşuruz. Bu kadar korkunç bir şey değil. Dil
bilmek insan bilmektir. Ben Suriye’ye gitsem çok rahat anlaşıyorum; çünkü Kürtçe
biliyorum. Türkçe, Kürtçe, Kırmançki, Fransızca, Almanca biliyorum, bir tek İngilizceyi
istemiyorum, onu da bilinçli istemiyorum nedense (gülüyor). Ama öğrenmek lazım.
Maalesef Saxan Ağa’nın kellesini götürüp subayın önüne seren kardeşidir. Her şeyi bir tarafa
koyun kültürümüzün çok güzel yanları var. Ben nerede bir Dersimli görsem tanırım. Ciğerine
kadar bilirim gözlerine baktığım anda. O ne kadar dese ki “ben burada Fransız olmuşum”,
hayır, yüzü hep Dersim’e dönük. Bu dili unutamayız, atamayız. Bizim acılarımız anlatılacak
gibi değil. Ne şarkıya döküp anlatırsın ne kaleme döküp anlatırsın. Gerçekten çok büyük
acılar çekmişiz.
Ben kabul etmiyorum, Dersim’i ayrı yere koyun, siyaseti de orada öğrendiniz, mücadeleyi de
orada öğrendiniz, güzelliği de orada öğrendiniz. Neden gidip Isparta’da mücadele
veremiyorsun neden Dersim’e geliyorsun? Hemen cevap hazır, “aydındır, ilericidir”. Bizim
üzerimizden kendinize imparatorluk kuruyorsunuz, bırakın biz de kendi kültürümüze sahip
çıkalım. Türklere de Kürtlere de haksızlık yapılsa ben karşı duruyorum, kimsenin davasına
karşı değilim; fakat Dersimlilere, dilimize lehçe meçe demesinler. Bu cümlelerden hiç
hoşlanmıyorum. Bizi bir parçalarıymış gibi görmesinler, biz onlardan önce vardık. Kürt
tarihini anlatıyorlar ya, biz vardık zaten! Zone made Raa Haq vano, bizim inancımızda Hakk
yolundayız diyor. Türkçesi “kimsenin hakkını yeme!” Çerxde diye bir şey yazdım, onu
dinlesinler bizim dilimiz kültürümüz orada anlatılır.
Egemen dillerden ziyade ötekileştirilen bir dil üzerinde müzik yapıyorsunuz,
ayrımcılığa maruz kalıyor musunuz veya bu durumun zorlukları nelerdir?
Kırmançki üzerine çalışanların çoğu sefaletten öldü gitti, çünkü hiçbir karşılık beklemediler.
Ben de bu dilde söylediğim için Star TV bana teklif mi edecek? Evet bana kanallardan teklif
geliyor; ama bana Türkçe söyle diyorlar. Türkiye’den teklif geliyor, dizi-film müzikleri
yapıyorum. Sesim beğeniliyor, sanatım beğeniliyor; ama bu dil kabul edilmiyor. “Bunu
Türkçe söylesen olur mu? Çünkü müziğin güzel” diyorlar. Bu ırkçılık, kaçıncı yüzyıldayız
yani. Fransa’da her hafta konser yapıyorum çeşitli gruplara, röportajlar oluyor, televizyon
programları yapıyorum. Onlar beni alkışlıyorlar, saygı duyuyorlar.
Her ne olursa olsun, ben bu davamdan asla vazgeçmem. Tek başıma da kalsam! Şunu da not
düşün, Kırmançki için söylüyorum bunu. Biz kimsenin lehçesi pehçesi bilmem nesi değiliz.
Biz Kırmançlar, Dersimliler kendimize Kırmanç diyoruz. Elazığ Palu tarafı, Bingöl’ün bir
kısmı, Siverek’in bir kısmı, Diyarbakır’ın bir kısmı kendisine Zaza diyor. Dersimliler Zaza
değildir. Bu bir dışlama değil; ama değiliz. Dilbilim insanları bir araya gelsin, dilimiz
üzerinde bir alfabe çıkarsınlar.
Ben 2004 yılında Türkiye’ye geldim. Türkiye vatandaşı değilim. Dersim’i karış karış gezdim,
biliyorum. Yaşlılarla sohbet ettim. Onları kamerayla çektim hem fotoğrafladım. Eski cem
usulleri, şimdiki usuller, aradaki farkı nasıl bulduklarını sordum. O zaman Firik Dede’ye
gittim, o gün Firik Dede hastaydı. Yataktaydı; ama kalktı ona rağmen beni kırmadı birkaç
kılam çaldı, çekim yaptım, sohbet yaptık. “Umarım birdahaki geldiğimde iyileşmiş olursun,
konuşmak istiyorum” dedim. Firik Dede’nin tarzı, yorumu başka bir alem. Sılo Qız, Mehmed
Çapan, Sait Bakşi, Hozan Serdar… Hepsinin ismi gelmiyor aklıma. Firik Dede bizim dili pek
okumuyor. Ama beyitleri bakışı çok farklıydı. Çok ilgimi çekti. Bir hafta sonrasında ölüm
haberini aldım onun. Çok üzdü beni. Dersim’in araştırmasıyla Kayseri’ye kadar gittim, oraya
göç edenleri de gördüm. Sürgün insanlarımız. Diyarbakır’da, Siverek’te yaşlılarımızı buldum
sürgün edilmiş.
2004’ten 2007’ye kadar üç yıl kendi cebimden masraf yaparak araştırma yaptım. Bu
yaptıklarımın bir belgesel olmasını istedim. Bir karşılık beklentim yok. Birkaç yönetmenle
görüştüm, onların hepsi kendine kapmak istiyor. Ben o kadar masraf yapmışım, o kadar
üzerinde çalışmışım, emeğim gidecek… Pek anlaşamadık özetle. Ekonomik durumum da iyi
değil kendim yapamıyorum. Bende öyle duruyor arşiv gibi; ama keşke onları paylaşabilsek.
O yaşlılar şimdi aramızda da yok. Çoğu öldü gitti.
“Gençler bizim dilimizde aşklarını itiraf etsinler. ‘Waştiyam’ desinler sevgilisine, bizim dilde daha güzel oluyor sevgili!”
Elinizde bir hazine var…
Bunu mutlaka yapmak istiyorum, siz ön ayak olursanız güzel olur. Ben burada açlıktan da
ölsem, para karşılığında yapmıyorum. Sadece vermiş olduğum emek, o kültürün, o insanların
konuşması, cemin anlatılması, dilimizin anlatılması çok önemli. Yeni nesile ulaştırabilmek
istiyorum. Müziğini de ben yaparım. Okumak isteyip de okumayan çocuklarımıza, her zaman
söylerim, herkes önce kendi kapısının önünü süpürecek, önce kendi insanıma yardım yaparız,
geliri oraya gidebilir. Evde çürümesin. Fotoğraf, video çok… İsim yapmak derdinde olmasın
kimse. İzlerken bile gözleri dolanlar var… Türkü derlemek için yola çıkmıştım, hiç türkü de
derlemeyemedim! (gülüyor)
Ben Fransız vatandaşı olduğum için sorun yaşadım o dönem Türkiye’de. Kültür bakanlığı bir
orijinalini bize verin dediler. Otel odama girip valizimi karıştırdılar. takibe alındım Sivas’a
kadar. Neler neler…
Eklemek istedikleriniz için serbest alan:
Özellikle gençlere dilimizin üzerinde günde iki kelime de olsa öğrensinler. Dilimizden
kılamlar dinlesinler. Bizim dilimizde aşklarını itiraf etsinler. “Waştiyam” desinler sevgilisine,
bizim dilde daha güzel oluyor sevgili! (gülüyor) Yazmaya, konuşmaya çalışsınlar. Benim üç
dört sayfam var, benimle konuşanlar hep öyle artık bizim dilde bana yazıyor. Yanlış olsun
ama konuşsun, düzeltirim ben. Kadınlar ilk doğan çocuklara sadece Kırmançki konuşsunlar,
o bağı bizim dilde kursunlar. Severken, kızarken… Siz de, ne zaman görüşürsek, benimle
bizim dilde konuşun! Lehçe peçe değiliz unutmayın! Başarılar dilerim size.