
Kalıcı barış ve gerçek anlamda demokratikleşmenin gerçekleşmesi için sosyalistlere büyük sorumluluk düştüğünü belirten Titiz, “Faşizmi kurumsallaştırmak için çabalayan siyasal iktidarın karşısında en geniş antifaşist halk hareketini inşa etmek, bu sorumluluğun temel hedefi olmalı” dedi
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla başlayan “Barış ve Demokratik Toplum Süreci”ni değerlendiren Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) Eş Genel Başkanı Mertcan Titiz, “Silahların susması yeni bir mücadele biçiminin başlangıcıdır” dedi.
PKK’nin kendini feshetmesinin ardından başlayan yeni çözüm sürecine ilişkin görüş ve önerini bianet’e anlatan SYKP Eş Genel Başkanı Mertcan Titiz, “Süreç, toplumsal mücadele için önemli bir fırsat penceresi sunuyor. Silahlı çatışmaların sona ermesi, toplumsal muhalefetin nefes almasını, örgütlenmesini ve yeniden inisiyatif almasına imkan oluşturuyor” ifadelerini kullandı.
PKK’nin fesih kararı sonucu silahsız mücadele dönemi başladı. Bu yeni dönemi halkların mücadele tarihi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Silahlı mücadeleyle şekillenmiş bir dönemin son bulmasını, bir yenilgi olarak değil; mücadele araçlarının, siyasal konjonktüre, kazanımlara, yerel / bölgesel / küresel toplumsal ve siyasal koşullardaki değişime uygun şekilde yeniden düzenlenmesi olarak değerlendiriyorum. Bu tür dönüşümler, dünya halklarının mücadele tarihinde çeşitli örneklerle yaşanmış, silahlı biçimlerin sivil ve siyasal alanlara evrilmesiyle daha geniş toplumsal kesimlerin sürece katılımı mümkün hale gelmiştir.
“Demokratik bir yeniden kuruluşun önünü açabilir”
Bugün yaşanan da Kürt Özgürlük Hareketi açısından benzer bir tarihsel eşiktir. Öz örgütlenmeye, yerel demokrasiye, sivil alanların güçlendirilmesine dayanan yeni dönem; halkların doğrudan siyasal aktör olduğu, karar süreçlerine katıldığı, kendi yaşamını örgütlediği bir mücadele biçimini hedefliyor. Silahların devreden çıkartılması, devrimci iradenin lağvedilmesini değil; bu iradenin halk meclislerinde, mahalle örgütlerinde, kadın ve gençlik yapılarında yeni bir biçim alarak ve daha da genişleyerek yeniden inşa edilmesini öngörüyor. Bu anlamda ortaya çıkan yeni dönem, sadece Kürt halkı açısından değil, Türkiye’deki tüm ezilen toplumsal kesimler için daha güçlü bir dayanışma ve birleşik mücadele zemini yaratma potansiyeli taşıyor. Siyasal alanda yaşanan kaos, halkların kendi öz örgütlülükleri ve mücadeleleriyle domine edilebilirse, bu tarihsel adım, demokratik bir yeniden kuruluşun önünü açabilir.
Önümüzdeki günlerde PKK sembolik bir törenle silah bırakmış olacak. Ardından Meclis’te somut adımları atılan komisyonun kuruluşunun ilan edilmesi bekleniyor. Genel olarak tüm siyasi partiler Meclis’te çözüm konusunda hem fikir. Bu hususta kimlere hangi sorumluluklar düşüyor? Süreç nasıl işletilmeli?
Şüphesiz demokratikleşme, yalnızca parlamenter alanda yürütülecek bir süreç değildir; tam tersine halkın doğrudan katılımını içeren, toplumsal bir yeniden inşa sürecidir. Ancak Meclis bu süreci güvenceye alacak yasaların üretilmesi, siyasetin ve toplumun bütün kesimlerinin sürece dâhil olabileceği zeminlerin yaratılması açısından önemli bir işleve sahiptir. Ne yazık ki bugünkü Meclis yapısı, halkların gerçek temsiliyetinden uzak; merkeziyetçi, antidemokratik ve baskıcı bir siyasal mimarinin ürünüdür. Bu noktada, kurulması önerilen komisyon tartışmalarını önemsiyoruz. Bu komisyonun yapısı, işleyişi ve hedefleri sürecin önünü açma noktasında belirleyici olacaktır.
“Komisyonun yasal dayanağa olmalı”
Öncelikle, böyle bir komisyonun sadece TBMM İçtüzüğü ile değil, yasayla kurulması gerektiğini düşünüyoruz. Yasal bir dayanağa sahip olması, hem toplumsal meşruiyet açısından hem de sonuç alıcı olması bakımından çok daha anlamlı olacaktır. Ayrıca komisyonun çoğulcu bir anlayışla oluşturulması kritik önemdedir. TBMM’de grubu bulunan partilerin yanı sıra, grubu olmayan ancak çözüm sürecine katkı sunabilecek siyasi parti ve yapıların da katılımı sağlanmalıdır. Komisyonun karar alma süreçleri güçlü bir konsensüs mekanizmasına dayanmalı, sadece sayı çokluğuyla değil, nitelikli tartışma ve uzlaşmayla karar alınmalıdır.
“Sadece siyasal değil, toplumsal zeminde inşa edilmeli”
Bununla birlikte, komisyonun dışarıdan uzman, akademisyen, emek, kadın ve ekoloji örgütleri, barolar, meslek birlikleri, mecliste temsil edilmeyen siyasal partiler, Alevi örgütleri gibi toplumsal kesimlerden temsilcileri dinlemesi ve onların görüşlerini sürece dahil etmesi gerekir. Böylelikle sadece siyasal değil, aynı zamanda toplumsal bir zemin inşa edilebilir. Süreç yalnızca siyasal partilerin sorumluluğunda değil; ancak toplumsal hareketlerin, yerel meclislerin, işçi örgütlerinin, LGBTİ+, kadın ve gençlik mücadelelerinin, Alevi toplumunun aktif katılımıyla demokratik bir karakter kazanabilir. Gerçek bir demokratikleşme, ancak halkın sürecin öznesi haline geldiği koşullarda mümkündür. Sonuçta mesele sadece bir komisyon kurmak değil, barışı ve demokratik çözümü güvence altına alacak, halkların eşitliğini ve özgürlüğünü önceleyecek bir sürecin önünü açmaktır bizim için. Aksi takdirde yeni bir hayal kırıklığı daha yaratılmış olur.
Yeni anayasa ve yeni yasal düzenlemeler gündemde ancak ciddi bir yargı krizini de yaşıyoruz. Yeni sürecin hukuk tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yargı krizinin temelinde, hukukun siyasallaşması, tarafsız ve bağımsız olma niteliğini yitirmesi yatmaktadır. Bugün hukuk, iktidarın muhalefeti bastırma aracına dönüşmüş durumda. Özellikle muhalif siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler, LGBTİ+lar, sosyalistler ve Kürt halkının temsilcileri, hukuk dışı uygulamalarla hedef alınmaktadır. Yeni bir anayasa tartışması, bu krizin nedenlerini ortadan kaldırmadan yürütülemez. Bir anayasanın yenilenmesi, yalnızca metinsel bir reform değil; hukuk düzeninin toplumsal meşruiyete kavuşmasının bir aracıdır.
“Türkiye, fiilen anayasal bir krizle yönetiliyor”
AKP’nin “yeni anayasa” çıkışı, gerçek bir demokratik anayasa ihtiyacından değil, mevcut iktidar mimarisini tahkim etme hedefinden besleniyor. Bu çıkış, çözüm sürecine dair bir niyet beyanından çok, yeniden kurmak istediği otoriter rejimi meşrulaştırma arayışının bir parçası olarak görülmelidir. Bugün Türkiye, fiilen anayasal bir krizle yönetiliyor. Mevcut Anayasa, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında sistematik biçimde ihlal edilirken; hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı ve temel haklar tamamen aşındırıldı. Bu koşullarda, AKP eliyle bir anayasa yapım sürecinin demokratik ve meşru bir karakter kazanması mümkün değildir. Zira mevcut iktidar bloku, anayasa yapacak siyasal toplumsallığı değil, mevcut anayasal düzenin tüm güvencelerini yok eden otoriter bir rejimi temsil ediyor.
“Süreç için yol temizliğine ihtiyaç var”
Bugün demokratik bir anayasa tartışmasını mümkün kılacak yegâne şey, mevcut Meclis ve siyasal iktidar mimarisinin değişmesi ve anayasa yapım sürecine toplumun bütün dinamiklerinin kurucu irade olarak dâhil olmasıdır. Bu irade sadece TBMM’de yürütülecek komisyon çalışmalarıyla değil, çoğulcu, özgürlükçü ve eşitlikçi bir zeminde, başta Kürt halkı olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin katılımıyla ortaya çıkabilir. AKP’nin inşa etmeye çalıştığı şey ise, bu zemini tümüyle ortadan kaldıran bir otoriter restorasyondur. Böyle bir sürecin önünü açabilmek için dahi yapılması gereken yol temizlikleri var şüphesiz. Toplumun önüne “Yeni Anayasa” ihtiyacını koyanlar üzerlerindeki töhmetten sıyrılmak için şu adımları atarak başlayabilirler örneğin: Yargının bağımsızlığına saygı duymalı, mahkemeler üzerindeki yürütme vesayetlerine son vermeliler. İfade özgürlüğü, toplantı ve gösteri hakkı, örgütlenme hakkı gibi temel haklar hiçbir istisnaya yer bırakmayacak şekilde güvenceye alınmalı, yargı, baskı ve siyasi dizayn aracı olmaktan çıkarılmalı.
Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin toplumsal mücadeleye sunduğu fırsatlar ve riskleri nasıl görüyorsunuz?
Bu süreç, toplumsal mücadele için önemli bir fırsat penceresi sunuyor. Silahlı çatışmaların sona ermesi, toplumsal muhalefetin nefes almasını, örgütlenmesini ve yeniden inisiyatif almasına imkan oluşturuyor. Barış ortamı, sadece bir çatışmasızlık durumu değil; toplumsal eşitsizliklere, sömürüye, patriyarkaya ve ekolojik yıkıma karşı daha yaygın, birleşik ve uzun soluklu mücadelelerin zeminini güçlendirme potansiyeli taşıyor.
“Sabote etmeye dönük ciddi riskler var”
Ancak bu fırsat, kendiliğinden bir kazanıma dönüşmez. Aksine, süreci sabote etmeye dönük ciddi riskler bulunmaktadır. Güvenlikçi politikalar, yerel operasyonlar, kayyım atamaları, siyasi tutuklamalar gibi uygulamalar hâlâ sürmektedir. Gerek 18 Şubat’ta HDK’ya gerekse de 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonla CHP’ye yönelik sürdürdükleri antidemokratik uygulamalar siyasi iktidarın ve devletin demokratik dönüşüm konusundaki samimiyetsizliklerini, girdikleri yola gerçek bir zihniyet dönüşümünün sonucu olarak değil, iç ve dış politikadaki sıkışmışlıklarının sonucu olarak girdiklerini göstermektedir.
“Asıl risk halkların özne olamaması”
Asıl risk ise, halkların bir özne olarak sürece dâhil ol(a)mamalarıdır. Eğer toplumsal demokrasi dinamikleri süreci sahiplenmez, kendi çözüm mekanizmalarını üretmez, müzakereler parlamento zemininde sınırlı kalırsa, mevcut iktidar ilişkilerinin restorasyonuna hizmet edecek sonuçlara yol açabilir. Bu nedenle sosyalistler, feministler, ekolojistler, demokratlar, antifaşistler, özgürlükçü güçler olarak ezilen ve emekçi halkları sürece dâhil etmenin yolunu bulmalı, kalıcı ve örgütsel formlar, kitlesel ve etkili mücadele biçimleri geliştirerek barış ve demokratikleşme umudunun Meclis duvarları arasına kaybolup gitmesini engellemeliyiz.
Kalıcı barış ve gerçek anlamda demokratikleşmenin sağlanması için sosyalistlere, topluma ne gibi sorumluluklar düşüyor?
Kalıcı barış ve demokratikleşme, sadece Meclis’te yürütülecek görüşmelere indirgenemez. Toplumun tüm kesimlerine düşen temel sorumluluk, kendi örgütlülüğünü güçlendirmek ve sürecin aktif, mücadeleci öznesi haline gelmektir. Özellikle kadınlar, gençler, işçiler, öğrenciler ve ezilen halklar; bu sürecin taşıyıcı gücüdür. Yerellerde halk meclisleri kurmak, dayanışma ağlarını örmek, hak mücadelelerini birleştirmek ve halen faşizmi kurumsallaştırmak için çabalayan siyasal iktidarın karşısında en geniş antifaşist halk hareketini inşa etmek, bu sorumluluğun temel hedefi olmalı.
“Seyirci değil, öznesi olalım”
Bu mücadele, sadece barışın değil, aynı zamanda eşitliğin, özgürlüğün, demokrasinin ve adaletin de garantisi olmalıdır. Barışın kalıcılaşması ve demokratikleşmenin önünün açılması, halkaların bu süreci sahiplenmesi ve bizzat öznesi olmasıyla mümkündür. Aksi halde süreç ya manipülasyona ya da başarısızlığa mahkum olacaktır. Sürecin başarıya ulaşmasını, barışın ve demokratikleşmenin birlikte gelişmesini istiyorsak “bekleyip görelim” diyen seyirci değil, aktif, mücadeleci, öznesi olmak zorundayız.
Kaynak: Bianet