fbpx

Orbán’ın başkaldırısının arka planı – Lily Linch

Paylaş

Orbán’ın dışlayıcı milliyetçilik markası Avrupa tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır ve Avrupa’nın geleceğinin de parçası olacaktır
Viktor Orbán gerçekten Brüksel’e yürüyüp, iddia ettiği gibi Avrupa Birliği’nin kalbini “işgal” edecek mi? Sorunlu çocukları yıllardır AB ile kavga ediyor ama o bir Nigel Farage değil. Gemiyi terk etmek istemiyor; hasarlı gemiye el koymak ve rotayı düzeltmek istiyor. Orbán, aralık ayında Macar basınına verdiği demeçte, “Planımız Brüksel’i terk etmek değil, ele geçirmek,” demişti. Ve yakında bunu yapma şansı olacak.

Önümüzdeki ay yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Orbán, sağ popülist dalganın kendisine ve ideolojik akrabalarına üst düzey pozisyonları ve kurumları ele geçirme imkânı sunmasını bekliyor. Macaristan’ın temmuz ayında Avrupa Konseyi’nin dönem başkanlığını üstlenmesiyle, başbakanının etkisi benzersiz olabilir.

Ancak bu çatışmada sadece güç meselesi değil, daha ideolojik, hatta felsefi bir şey de söz konusu. Orbán’ın pek çok liberal muhalifi onu temel “Avrupa değerlerine” bir tehdit olarak nitelendiriyor, ancak bu “değerlerin” aslında ne olduğu konusunda garip bir belirsizlik var. “Avrupa değerleri” fikrine başvuranların “evrensel ilerleme dinini” — liberal demokrasi, serbest piyasalar ve daha yakın yıllarda neoliberal kimlik politikaları— kastettiklerini varsayabiliriz. Bu terimde aynı zamanda seküler bir evanjelizm ipucu da var; bu “Avrupa değerleri” insan yüzlü emperyalizm gibi görünebilir.

Fakat Orbán da kendisini Avrupa değerlerinin şampiyonu, eleştirmenlerini de bu değerleri tehlikeye atanlar olarak görüyor. O halde bu kıtasal başkaldırıda söz konusu olan, AB’nin temel ilkelerinin anlamı ve yönünden ziyade Orbán tarafından sunulan eşit derecede opak alternatifler.

Söylem düzeyinde, Hıristiyan geleneğine kök salmış değerlere sahip bir “uluslar Avrupası” şeklindeki Orbán konsepti, insan hakları ve eşitlik temeline dayanan seküler bir Avrupa’nın ilerici liberal vizyonuyla açıkça çelişiyor. Ancak Orbán’ın muhaliflerinin haklı olarak ona atfettiği patolojiler —milliyetçilik, kayırmacılık, otoriterlik— nihayetinde Eurovision kadar Avrupalı. Esasında, “AB değerlerinin” bu şekilde saldırıya açık olması bile, Avrupa projesinin kalbinde belirli bir boşluğu ortaya koyuyor. Başka bir deyişle, bu kaçırılmaya hazır boş bir gemi ve içerden ele geçirme çoktan başladı.

2022 yılında Avrupa televizyon ağı Euronews, Orbán hükümetine yakın olan Portekizli, şaibeli bir yatırım fonu tarafından satın alındı. Bir kamu kuruluşu olan Macar varlık fonu Széchenyi Fonları da bu alıma 45 milyon avro yatırım yaparken, Orbán’ın yakın bir ortağına ait bir iletişim şirketi 12,5 milyon avro daha katkıda bulundu. Buradaki motivasyonu anlamak zor değildi; Széchenyi Fonlarının gazeteciler tarafından elde edilen iç belgelerine göre, “AB politikası üzerinde yedinci en etkili marka” olarak tanımlanan Euronews, “gazetecilikteki sol eğilimi hafifletmek” amacıyla satın alınmıştı. Bu, Orbán’ın kendi ülkesinde halihazırda mükemmelleştirdiği bir medya yönetimi yaklaşımı; son tahminler, Orbán ve Fidesz ortaklarının artık Macar medya ortamının yüzde 90’ına kadar sahip olduğunu veya kontrol ettiğini gösteriyor.

Euronews’in yeniden yapılandırılmasının bir parçası olarak, ağ yakın zamanda genel merkezini Lyon’dan Brüksel’in kalbine taşıdı. Orada, en azından yumuşak güç açısından, çok iyi bir konumda. 2021 yılında Macar hükümeti, Brüksel’de yetkililerin şimdiden “Macaristan Evi” olarak adlandırdığı aynı caddede geniş bir 18. yüzyıl malikânesi satın aldı. Diğer mevcut Macar hükümeti girişimleri arasında, 2022’de Brüksel’de yeni bir şube açan, muhafazakâr değerleri ve Orbánist düşünceye uygun AB işleri tartışmalarını teşvik eden bir düşünce kuruluşu olan Mathias Corvinus Collegium (genelde MCC olarak anılır) yer alıyor. Son olarak, Macar hükümeti ayrıca Avrupa haberleri üzerine muhafazakâr yorumlar yayımlayan İngilizce bir yayın olan European Conservative’i de finanse ediyor. Bunlar bir araya araya getirildiğinde, Orbán destekli bu kurumların çoğalması, Brüksel’deki hırsının ölçeğini ve ciddiyetini vurguluyor.

Orbán’a göre, Avrupa’daki çatışma iki rakip kamp tarafından tanımlanıyor: kendi grubu olan egemenlikçiler (veya milliyetçiler) ve muhalifleri, federalistler. Federalistler, ulus devleti zayıflatarak ve yetkilerini azaltarak merkezileşmiş bir “Avrupa Birleşik Devletleri” yaratmak istiyor. Bu arada Orbán gibi egemenlikçiler, AB’nin Avrupa ulus devletlerini paylaştıkları Hıristiyanlıkta birleştiren gevşek, çoğunlukla kültürel bir organa indirgenmesi gerektiğine inanıyor. Federalistler ise egemenlikçileri, 20. yüzyılın en kötü dehşetlerinden sorumlu faşistlerin ideolojik kuzenleri olan gerici kan ve toprak milliyetçileri olarak görüyor.

Ancak son yıllarda iki kamp arasındaki uçurum daha da genişlemiş ve keskinleşmiş olsa da Orbán egemenlikçi-federalist geriliminin bir zamanlar AB’nin işleyişinin ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyor. Yakın zamanda açıkladığı üzere, geçmişte “egemenlikçiler federalistleri yenerse, birleştirici gücün sona ereceği, ancak federalistler egemenlikçileri ortadan kaldırırsa, bunun ardından ancak başka bir baskıcı imparatorluğun yaratılabileceği” düşünülüyordu. Ancak Orbán’a göre, federalistler değişmeye başladıkça bu yapıcı denge bozuldu. Onun görüşüne göre, eski federalistler “Katolik evrenselcilerdi”; ulus devletlerin kaldırılmasını değil, birleşik bir Hıristiyanlık, bir Batı veya bir Res Publica Christiana benzeri bir şeyiçinde muhafaza edilmesini istiyorlardı. Değişen şey, o federalistlerin “ilerici liberallere dönüşmesiydi, [ki onlar] komünistler gibi oldu ve şimdi özgürlüğümüz için gerçek bir tehdit haline geldi”. Orbán’ın ilerici liberal “Avrupa değerlerini” komünizmle özdeşleştirmesinde bir miktar ironi var. Tarihçi Samuel Moyn ve diğerlerinin yazdığı üzere, bu değerler genelde savaş sonrası Avrupalı politikacılar ve kurumlar tarafından “yerli sosyalizmle mücadele etmek” için savunuluyordu.

Macaristan, Fidesz’in 2010’da iktidara gelmesinden bu yana federalist avrokratlarla ters düşüyor. Bundan önce, iktidardaki sosyalistlerin teknokratik seçkinleri genellikle Brüksel’deki teknokratlarla iyi geçiniyordu. AB, 2008’de Macaristan’ın iflastan kurtulmasında öncü bir rol oynadı; IMF ve Dünya Bankası ile birlikte, ülke için 25 milyar avroluk bir kurtarma paketi oluşturdu. Ağır kemer sıkma tedbirleri alındı ve sosyalistler yoksullukla mücadele programlarını çalışma ücretiyle değiştirerek, halihazırda zor durumda olan Macarlar üzerinde büyük baskı yarattı. Fidesz, bunun beraberindeki hoşnutsuzluğu kendi lehine çevirdi.

Parti, küreselleşmeye, uluslarüstü kurumlara ve “her zamankinden daha yakın bir birlik” kavramına karşı bir zeminde kampanya yürüttü. Çatışma mevzileri Brexit zamanında keskinleşti. Orbán, mart ayında İngilizlerin “her zaman ulus devletler açısından düşündüğünü” ve İngiltere’nin gidişiyle Orta Avrupa ülkelerinin egemenlikçi pozisyonu savunmakla görevlendirildiğini söyledi. Fakat aynı dönemde, başka bir şey de —2015 göç krizi— Visegrad Grubu (Macaristan, Çekya, Slovakya ve Polonya) ile AB’nin geri kalanının çoğu arasında derin ayrılıklara neden oldu. O yıl, Macaristan’ın kötü şöhretli sınır çiti, “Avrupa değerlerinin” anlamı açısından bir çekişme alanı haline geldi. Brüksel’in federalist kampındaki ilerici liberaller için bu, o temel Avrupa “temel değerlerinin” bir ihmali, vahşet ve şiddetin bir sembolüydü. Orbán ve V4 kampındaki diğerleri için ise, Macaristan’ın egemenliğinin ve Orbanist “Avrupa değerleri” kavramının bir ifadesiydi, burası Hristiyan medeniyetini Müslüman ordulardan koruyan bir kaleydi. Orbán, kriz sırasında Osmanlı istilasını gündeme getirerek, “Müslüman topluluklarla birlikte yaşamak söz konusu olduğunda 150 yıl boyunca bunu deneyimleme imkânımız olmuştu,” dedi.

Mevzubahis “Avrupa değerlerinin” anlamı ve korunması konusundaki temel anlaşmazlık, Orbán’ın Avrupa Parlamentosu seçimlerinden önce istismar etmeyi umduğu şeylerden biri. Ancak bu kolay olmayacak. Fidesz, Macaristan’ın artan demokratik noksanlıkları ve hukuk devleti kaygıları nedeniyle ihraç edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldıktan sonra 2021’de merkez sağ Avrupa Halk Partisi’nden (EPP) ayrıldı ve henüz Avrupa Parlamentosundaki iki sağ milliyetçi siyasi gruptan herhangi birine katılmadı. İki grup tek bir konuda ayrışmış durumda, o da Ukrayna’ya yardım. Polonya’nın Hukuk ve Adalet partisini ve Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri’ni içeren Avrupa Muhafazakârlar ve Reformistler (ECR) grubu, Kiev’e daimî askeri yardımı güçlü bir şekilde destekliyor. Buna karşılık, Alternative für Deutschland ve Marine Le Pen’in Ulusal Cephesi’nin ev sahipliği yaptığı Kimlik ve Demokrasi (ID) grubu, Ukrayna’ya silah yardımına eleştirel yaklaşıyor ve Rusya ile dostane ilişkiler sürdürmek istiyor, bu Orbán’ın da paylaştığı bir tutum. Kamuoyu yoklamaları, her iki sağ grubun da Avrupa Parlamentosu seçimlerinde daha fazla güç kazanmaya hazır olduğunu gösteriyor.

Bazıları, Ukrayna konusundaki farklılıklarına rağmen ECR ve ID’nin tek bir popülist-sağ blok haline gelebileceğini tahmin ediyor. Nisan ayı ortasında Orbán, eski Polonya Başbakanı ve Hukuk ve Adalet Partisi lideri Mateusz Morawiecki ve eski Frontex şefi, Fransa Ulusal Cephesi adayı Fabrice Leggeri ile ortak bir basın toplantısı düzenledi. ECR’nin ev sahipliğini yaptığı etkinliğe ID’den pek çok üye, Alman AfD ve Flaman milliyetçi Vlaams Belang’dan milletvekilleri de katıldı. Morawiecki, iş birliğinin artırılmasına dair Euractiv’e şunları söyledi: “Size Fidesz’den meslektaşlarımla çok iyi bir his aldığımı söyleyebilirim; Giorgia Meloni ve Viktor Orbán’ın iyi bir ilişkisi olduğunu biliyorum”. Fakat bir birleşme ihtimali oldukça düşük, zira Macarları saflarına kabul etme fikrine daha az hevesli olanlar da var. Çekya’nın ODS’inden ve İsveç Demokratlarından bazı ECR üyeleri, Macaristan’ın Rusya ile sıcak ilişkiler sürdürme ısrarı nedeniyle Fidesz ile ittifak kurmaya itiraz etti. Çekyalı milletvekili Alexandr Vondra, bu ayın başlarındaki mülakatında şu noktanın altını çizdi: “Eğer biri sadece Putin’in propagandasını papağan gibi tekrarlıyorsa, burada [ECR’de] işi yoktur. Fidesz’e bunu ilettim ve sırf bu yüzden şu anda onlarla hiçbir müzakere yapılamaz”.

Ayrıca bu yükselen sağ ittifak içinde daha fazla çelişki mevcut. Brüksel’dekilerin çoğu unutmuş olsa da Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı tamamen işgal etmesinden önce, birliğin doğudaki “komşu” ülkelere genişlemesi yönünde en sert baskıyı Macaristan yapmıştı. Budapeşte, uzun süredir AB’nin Sırbistan ve Bosna-Hersek’i hızlandırılmış üyelik süreciyle kucaklamasını ısrarla savunuyor. Bu istek kısmen Orbán’ın Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ve Bosna’nın Sırp Cumhuriyeti lideri Milorad Dodik ile olan şahsi yakınlığına dayanıyor. Nisan ayının başlarında Orbán, Sırp Cumhuriyeti Nişanıyla bile ödüllendirilmiş ve konuşmasında Dodik’e “dostum Milorad” diye hitap etmişti. Öte yandan İngiltere ve ABD’de Dodik, Bosna’da yeni bir savaşı tetiklemesi çok muhtemel bir eylem olan Sırp çoğunluklu Sırp Cumhuriyeti’nin ayrılması konusunda baskı yaptığı için yaptırımlara maruz kaldı.

Geçen ay Banja Luka’da ödülü alırken Orbán, AB’nin genişlemesinin gerekliliğinden de bahsetmişti: “Sırplar olmadan Avrupa’da güvenlik olmaz. Sırplar olmadan sağlıklı bir Avrupa Birliği olmaz… Ve tabii ki… Avrupa Birliği’nde bir sürü şey yanlış, ben orada her gün mücadele ediyorum. Ama bugün uluslarımızın kendilerini güçlendirmeleri için Avrupa Birliği’nden daha iyi bir çerçeve yok”. Başta bu genişleme yanlısı söylem şaşırtıcı gelebilir ama daha yakından bakıldığında tamamen tutarlı: Orbán daha büyük ama daha güçlendirilmiş bir birlik istemiyor. Diğer egemen Hristiyanları da üyeliğe kabul etmek, aynı zamanda federalistlerin merkezileştirme amaçlarını engel olabilir. Budapeşte merkezli Siyasi Sermaye Enstitüsü’nden kıdemli analist Bulcsú Hunyadi’nin 2016’da izah ettiği üzere: “AB ne kadar büyürse, birlik o kadar az entegre olur”.

Çeviri: Emre Köse

Kaynak: UnHerd