
Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile süreci, kaynayan Ortadoğu’yu, demokratikleşme ve hegemonya çelişkisini konuştuk: Türkiye aslında 2010’lu yıllarını kaybetti. Bunun nedeni de Türkiye’nin kendi gücüne son derece güvenmesiydi. Hatta bu güce tapınmadır. Kyros Fırsat Tanrısı bunu çok yerde denedi. Bunun sınırlarını gördü. Osmanlı tahayyülü gerçekleşmedi

Dünyada ve Ortadoğu’da her an değişen, şiddetlenen, kestirilemez, sıcak çatışmalar, krizler yaşanıyor…
Ulus devletlerin, uluslararası mekanizmaların, kurumların ve hukukun işlevselliğini yitirdiği; ırkçılığın, faşizmin, şiddet ve savaşlarla kendini ortaya koyan bir hegemonya mücadelesi ile karşı karşıyayız. Hegemonik güçlerin bu üçüncü paylaşım savaşında en sıcak bölge elbette Ortadoğu. İran’ı da içine alarak gelişen ve yeni bir aşamaya geçen Ortadoğu’daki savaş ortamında, dört parçada Kürtler bölgedeki en önemli aktör ve kendi ulusal birlikleri bölgenin şekillenmesinde büyük güç oluşturacak gibi görünüyor. Kürtlerin derdi Ortadoğu’da halkların, kimliklerin birlikte yaşayacağı ortak demokratik sistemi kurmak. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın son değerlendirmelerinde Komünal Enternasyonal’in toplanması yönünde bir çağrı yapmıştı. Bu elbette yeni bir düzenin kaçınılmaz olduğunun ifadesi ve şimdi demokratik toplum çözümü gerçek barış ve ortak gelecek için tüm halkların önünde en önemli alternatif olarak duruyor.
Yeni Sykes Picot anlaşmaları mı yapılıyor? Gündem petrol fiyatlarının ne olacağından savaş silahlarının analizine uzanan bir reel popülizmin tuzağına kilitlenmek isteniyor. Peki bu gündemle barışı unutturmak ve geciktirmek kimin işine geliyor? Bundan kimler kazanır ve kimler kaybeder? Geçmiş tarih ile bugün yaşananları nasıl okuyoruz? Tüm bu gelişmeleri tarihçi ve siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile konuştuk.
- Dünyanın içinde olduğu durum, Ukrayna, Rusya, Suriye, Ürdün, Filistin ve Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan güçlerin kendi hegemonyasını kurmaya yönelik bir üçüncü dünya dönemine mi işaret ediyor?
Tabii üçüncü Dünya Savaşı hipotezini biraz daha dikkatli bir şekilde ele almak gerekiyor. Yani öyle bir savaşın eşiğinde olduğumuzu pek düşünmüyorum aslında.
- Size göre neredeyiz peki?
Nerede olduğumuzu da bilemiyorum. Kişisel olarak da bilemiyorum. Fakat belki şunu dile getirebiliriz. Ortadoğu’da elli yıldır, hatta daha uzun bir dönem çok büyük karmaşıklıklar yaşanmakta. 1975’te Lübnan iç savaşının başladığı bir dönem, ondan sonra İran devrimi, İran-Irak savaşı, Lübnan savaşının yoğunlaşması, Afganistan savaşı. Bu dönemde toplumların ideolojilerin çöküşü söz konusu. 1967 yenilgisini hatırlatmak gerekiyor.
- Neydi o yenilgi?
Arap milliyetçiliğinin çökmesi, İslamcılığın büyük ölçüde çökmesi, mezhep dinamiğinin çökmesi ve aslında belli bir noktada uluslararası hegemonya güçlerinin de artık müdahale ve manevra sahalarının nispeten dar olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Mesele 1975’te uluslararası sistemin aslında bir müdahale kapasitesinin ya da sorunları çözebilme kapasitesinin son derece dar olduğunu görmekteyiz. 1979 İran devrimini ele alalım. İran İslam devrimi bir İslam devrimi olarak başlamıyor. Aslında Sovyetlerin başlattığı bir devrim değildi ya da Amerika’ya karşı olan bir devrimdi tabi. Ama orada da uluslararası ilişkilerin ne kadar tıkandığını görmekteyiz. İran-Irak savaşı da aynı şekilde. Yani çok uzun elli yıllık bir dönem ile karşı karşıyayız.
- Bu dönemin yıkıcı dinamikleri ne kadar devam edecek? Uzun dönem tarih okumasını nasıl yapmak gerekiyor?
Bunlar daha ne kadar devam edecek gerçekten bilemiyoruz. O yüzden okumalarımızda bence biraz dikkatli olmamız gerekiyor. Üçüncü Dünya Savaşı hipotezi aslında on yıl önce de yirmi yıl önce de dile getirildi. Bugün dünyanın tümünün katılacağı, askeri olarak ya da askeri olmayan yollarla katılacağı bir savaşla karşı karşıya değiliz. Mesela İran’ı destekleyen hiçbir güç yok. Beşar Esad rejiminin düşmesi Suriye rejiminin içten çökmesiydi ve Suriye’yi kazanan HTŞ değildi. Rejimin çökmesi aynı zamanda rejimi destekleyen Hizbullah’ın çökmesi ve Rusya’nın son derece zayıflaması ile beraberdi ve bugün İran ile başlayan savaş aslında bunun bir devamı. Suriye’de Beşar Esad rejimini İsrail doğrudan çökertmedi. Fakat bu süreç bu noktaya vardı ve şu anda İran’ın son derece zayıfladığı bir noktadayız. Tabi bundan sonra ne olacak, o konuda da biraz dikkatli olmamız gerekiyor.
- İran’ın zayıfladığı noktada Türkiye’nin pozisyonu, Türkiye’nin önünde çözmesi gereken durum ne? İsrail ve İran arasındaki savaşın Türkiye’ye yansıması ne olur?
Birkaç noktayı hatırlatmak gerekiyor. Aslında Rusya’nın İran’a bir destek verebilmesi söz konusu değil. Tam aksine İran iki yıl boyunca Rusya’ya askeri destek vermekteydi. İran’ın şahinleri olmasaydı Rusya’nın bu şekilde ayakta kalabilmesi belki o kadar kolay olmazdı. Ortadoğu belki tahminimizin ötesinde 20-30 yıl öncesine göre stratejik önemini kaybeden bir bölge. Bunun değişik nedenleri var. Şu anda ABD açısından en önemli konu İsrail’in ayakta kalması ve İsrail’in güçlü bir devlet olarak bölgede bulunması. 20 yıl önce İsrail’in bölgede bir hegemonik strateji izlemesi bu kadar kolay değildi. İsrail Suriye’ye hâkim değildi. İsrail kalkıp İran’la bir savaşı göze alabilecek durumda değildi. Yeni iklim dengeleri tamamen değiştirdi. Taşları tamamen yerinden oynattı. Şu anda Suriye aslında İsrail’in bir arka bahçesine dönüşmüş durumda.
- Burada Türkiye’nin konumu ne?
Türkiye aslında 2010’lu yıllarını kaybetti. Bunun nedeni de Türkiye’nin aslında kendi gücüne son derece güvenmesiydi. Hatta bu güce tapınma olgusu ve güçle birlikte aynı zamanda Kıbrıs’a tapınma. Kyros Fırsat Tanrısı bunu çok yerde denedi. Mısır’da denedi. Bunun sınırlarını gördü. Katar’da denedi, bunun sınırlarını gördü. 2011- 2012’de Türkiye’deki rejimin tahayyülü Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden dirilişi demeyelim ama Türkiye’nin umut olacağı, en güçlü kuvvet olacağı bir Ortadoğu yönündeydi. Bu tahayyül gerçekleşmedi. Tabi Türkiye’de çok ciddi bir hafıza zayıflamasıyla karşı karşıyayız. Rabia meselesini hatırlayın. Sisi meselesini hatırlayın. Son tahlilde Türkiye “kardeşim Mursi”den vaz geçmek zorunda kaldı. Kardeşim Kaşıkçı’dan kardeşim Selman’a geçmek zorunda kaldı. Bütün bunlar Türkiye’nin manevralarının aslında son derece azaldığını ya da daraldığını göstermekte. Kala kala tabi Suriye meselesi var.
- Ve sonra Türkiye Suriye’de Rojava’yı hedef mi aldı?
Rojava’yı ortadan kaldırmaya çalıştı. Bunu Afrin’de de yaptı. Bugün Rojava’yı ortadan kaldırma projesi ne kadar terk edildi bilemiyorum. Fakat Rojava ayakta. Ama Rojava’nın ayakta kalmasının nedenlerinden birisi ABD’nin şu ya da bu şekilde bölgedeki tesiri ve İsrail’in artık Suriye’de neredeyse hâkim güç haline gelmesi. İsrail ordusu zaman zaman Şam’a on kilometre kadar yaklaşıyor. Bunun nedeni Şam’ı ele geçirmek istemesi değil, “burada hâkim olan biziz,” demek. Bunu Dürziler meselesinde gördük. Kürtlerin Rojava’da İsrail’le ilişkileri artık açık bir şekilde kabul gören ilişkiler. Bunu hem Rojava kabul etti hem de İsrail bunu dile getirdi. Bu Kürtlerin bir tercihi değildi. Fakat son tahlilde Şam bile İsrail’e karşı en ufak bir ses çıkartamadı. O yüzden Türkiye’nin esas meselesi şu anda bu hegemonik stratejilerinin başarıya ulaşamaması. Bundan çıkış da demokratikleşme. Türkiye bu sözleşmeyi kabul edebilecek mi? Çünkü demokratikleşme aynı zamanda AKP iktidarının düşmesi anlamına gelebilir.
- Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum inşası çağrısı açısından Türkiye’nin geldiği yeri nasıl görüyorsunuz?
Kürt meselesinin çözülmesi ve demokrasi arasında bir ilişki var. Demokrasinin kabul edilmediği bir yerde Kürt meselesinin çözülmesi bana son derece zor geliyor. Ya da geçmiş tarihte Hamidiye alaylarının oluşturulması gibi Kürtlerin sisteme entegrasyonu gibi bir çaba bu Kürt meselesinin çözülebilmesi mümkün kılmaz. Bunu tarihsel olarak biliyoruz. Demokratikleşen bir Türkiye aynı zamanda bölgede hegemonya kurmak isteyen bir Türkiye anlamına gelir. Ama demokratikleşme sadece bölgede bir hâkim güç olmak hedefiyle yapılıyorsa, bunun başarıya ulaşabilmesi de söz konusu değil. Çünkü demokratikleşme sadece Türkiye’deki halkların iradesinin kabul edilmesi anlamına gelmez, aynı zamanda Irak halklarının, Suriye halklarının bağımsızlıklarının ve iradelerinin kabul edilmesi ve bu ülkelerle eşitlik temelinde bir ilişki kurulması anlamına gelir. Demokratikleşme ancak ve ancak bu şekilde mümkün olabilir. İçteki demokratikleşme ile dıştaki demokratikleşme birbirlerinden ayrılabilecek süreçler değildir. Demokratikleşmenin nedeni Suriye’de hâkim olma niyeti olursa bu demokratikleşmenin son tahlilde başarıya ulaşabileceğini düşünmüyorum.
- Demokratikleşmenin adımları ne olmalı? Hangi riskler göze alınmalı?
Demokraside iktidar blokunun iktidarı kaybetme riskini göze alması gerekiyor. Bu demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu. Demokrasi bir belirsizlik rejimi. Bu belirsizliğin kabul edilebilmesi için de aynı zamanda bir hukuk devletinin olması gerekiyor. Hukuk devleti, hakların savunması, hakların korunması ve bu hakların yeniden tanımlanması, entegrasyon sistemi, kadınların entegre edilmesi, diğer azınlıkların, milli azınlıkların ya da azınlıklaştırılmış grupların entegre edilmesi için bu haklar meselesinin ortaya konulması gerekiyor.
- Siyasete, demokratik güçlere ve muhalefete baktığınızda rol paylaşımı, konsensus ve realitede eksikler neler?
Muhalefeti tümüyle eleştirmek istemiyorum. Çünkü en azından ilk kez sokak meşrudur kavramı ortaya çıktı. Çünkü çok uzun bir süre boyunca sokak gayrimeşru, sokak yasaktır, sokak kriminaldir, bizim sokakla ilişkimiz yoktur söylemi dile getirilmekteydi. Halbuki sokak demokrasinin oluşturulduğu mekanlardan birisi. Sokak “Agora”dır ve o yüzden sokak oldukça meşrudur. Dünya demokrasi tarihinde sokağın olmadığı bir demokrasiyi görebilmek mümkün değil. Bu açıdan belki önemli bir gelişme kaydedildi 2023’e oranla. Fakat demokrasi meselesinin tartışılması ve Kürt meselesinin meşrulaştırılması konusunda henüz en azından ana muhalefet partisinin pek önemli adımlar atmadığını söyleyeyim. Adımlar atıldı fakat yeterli adımlar değil.
- Geçmiş 2013-2015 döneminde MHP ve CHP sürecinin karşısındaydı ve Meclis’e gelebilecek bir zemin yoktu. Bugün MHP tarafından başlatılan ve CHP’nin varım dediği yerde somut adımlar ne olmalı?
Bu Meclis fetişizmini de kırmak ve toplumun Kürt meselesine sahiplenmesi gerekiyor. Kürt meselesi sadece Meclis’te tartışılması, kabul edilmesi gereken bir olgu değil.
- 2013-2015 dönemi çözüm sürecini ve bugünü karşılaştırdığınızda nasıl bir kıyaslama yaparsınız?
Sanıyorum bugün Kürt aktörleri aslında bu konuda oldukça adım atıyor ve toplumun içerisinde de ciddi bir tartışma var. Fakat mesela 2013-2015 döneminin yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. 2011’den sonra bütün baskılara rağmen Türkiye’de bir tartışma sahası vardı. 2015’te neredeyse Ermeni soykırımının yüzüncü yılı için hemen hemen bütün üniversiteler bir toplantı yapmak zorunda kalmıştı. Ermeni meselesinin tartışılması, Kemalizm meselesinin tartışılması, Cumhuriyet’in ilk 100 yılının tartışılması, Yahudilerin, Yunanlıların ve Rumların konumu, kadınların konumu, Alevilerin konumu gibi pek çok tartışma alanında çok daha ileri bir noktadaydık.
- Bugün neden böyle bir noktada değiliz?
Bugün tartışan ya da tartışma unsurlarını getiren sadece ve sadece Kürt hareketi. Diğerlerinin söylemlerinden üç paragraf indirebilmek mümkün değil. Halbuki Kürt hareketi yüzlerce sayfa yazıyor ve önemli sayfalar. Aynı zamanda kendi çoğunluğunu da dile getirerek bunu yapıyor. Kürt hareketi derken ille de PKK’den bahsetmiyorum, ille de DEM Parti’den bahsetmiyorum. Toplumun bir çoğul olarak dile getirdiği bazı olgular var. Ama diğer alanlarda Türkiye entelektüel olarak bu noktada geriledi.
- Neden böyle bir gerileme yaşandı?
Çünkü toplumun akli melekelerinin imha edilmesi bazı otoriter rejimlerde var. Bu toplumların dayanabilecekleri tutanakların yok edilmesi anlamına gelir. Yani bir gün Rusya düşman, ondan sonra Rusya dost, bir gün Mısır düşman, diğer gün Rusya ve Mısır dost. Fethullah Gülen’i eleştiren on beş yıl önce hapse giriyordu. Ondan sonra Fethullah Gülen’e yakınlığı olanların hapse girdiği bir ülke. Yani Türkiye son derece ciddi bir sarsılma yaşadı. İktidar bloğu artık kendi toplumunu neredeyse bir klinik vaka olarak görmekte. Ama bunu yaparken kendisi de bir klinik vakaya dönüşmekte. Bu kognitif ve akli melekelerinin yeniden oluşturulması gerekiyor. Bu da direniş sahalarının oluşturulması, dillerin çoğullaştırılması, yaşananın anlamlandırılması manasına gelmekte. Bugün bu noktada değiliz. Demokratik bir pedagojinin oluşturulması şart ve bu demagojiye karşı en önemli alternatif.
- Demokratikleşme ve demokratik toplumun oluşturulmasına yönelik umudunuz ne yönde?
Gelecekle ilgili umut şeklinde dile getirdiğim, iyimserlik ya da karamsarlık düzeyinde dile getirdiğim en ufak bir öngörüde bulunamıyorum. Çünkü 24 saat sonra ne olabileceğini göremiyorum. Tabi bunun değişik nedenler de var. Mesela siz hatırlayamayabilirsiniz, çünkü çocuktunuz büyük ihtimalle. Regan tiksindiğim birisiydi. Korktuğum birisiydi ama en azından ne yapacağını öngörebiliyordum. Şimdi Trump için aynı şeyi söyleyebilmek çok daha zor. Yani öngörülebilirlik olasılıkları benim açımdan son derece dar. Evet, Türkiye’de toplum artık bu Kürt meselesinin varlığını, bunun çözülmesi gerektiğini şu ya da bu şekilde kabul etmiş durumda. Toplum bu sersemleştirme, akli melekelerin imha siyasetine karşı bir tepki duymakta. Toplum yeni bir ekonomik tarihin oluşmasını istemekte. Bunlar potansiyel olarak var ama aynı zamanda bu potansiyeli heba edebilecek yıkım dinamikleri de var.
‘Karamsarlık ve iyimserlik arasındayız’
- Hamit Bozarslan’ın derdi nedir?
Yaşadığımız dünya elli yıl önce beklentisi içerisinde olduğum dünya değil. Ama buradan da yola çıkarak karamsar bir tablo çıkarmak istemiyorum. Mesela ABD’de şu anda neredeyse bir yarı diktatörlük rejimi var. Fakat aynı zamanda direniş mekanizmaları da var. Bu direniş mekanizmaları sadece “karşıyız,” diyen mekanizmalar değil, anlamlar üreten, yeni gelecek tasavvurlarını geliştiren mekanizmalar. Bu Fransa için de geçerli. Bu Almanya için de geçerli. Mesela Romanya’da herkes bir yıkım bekliyordu ama Trump’ın yaveri diyebileceğimiz birisi kaybetti. Yani o yüzden bu karamsarlık ve iyimserlik arasındayız ve karamsarlığa teslim olmayalım. 50 yıl önceki beklentilerimiz gerçekleşmemiş olsa bile toplumların yeni gelecekler kurabilme potansiyeline sahip olduklarını görelim.
Kaynak: Yeni Yaşam