
Bir yeraltı kampında 93 gündür bekliyor Erol Kızılay. İsviçre gibi bir ülkede, hukukun ve insan haklarının vitrini yapılmış bir coğrafyada, toprak üstünde değil altında yaşıyor. Resmen bir geri gönderme merkezi sayılmasa da, uygulamada her şeyiyle oraya denk düşen bir yer. Günde birkaç saat gün yüzü, geri kalanı karanlık. Üç aydır bu şekilde yaşıyor. Neden mi?
Türkiye’den kaçtığı için. Siyasi bir kimliği, Kürt olduğu için sürgün bir hayatı ve şimdi de “Dublin Prosedürü” gibi mekanik bir sistemin kıskacında yok sayılan bir başvurusu var.
Erol Kızılay, yıllarca HDP ve DEM Parti saflarında siyaset yapmış bir isim. Basın sorumluluğu üstlenmiş, Iğdır’da il eş başkan yardımcılığı görevini yürütmüş biri. 6 yıl 3 ay ceza verilmiş ona. Cezası onanınca kaçmaktan başka çaresi kalmamış. Önce Yunanistan’a geçmiş, orada kötü muameleye, çıplak aramaya, zorla alınan parmak izlerine maruz kalmış. Ve şimdi İsviçre, onu tekrar o aynı kapkara yere geri göndermek istiyor. Yunanistan’a yani Türkiye’ye açılan başka bir kapıya.
Kızılay’ın açlık grevi bu yüzden başladı. Çünkü artık bedeninden başka silahı kalmadı. Çünkü hiçbir cevap alamıyor. Çünkü suskunluk, insanın içini en çok yiyen şey.
Ama bu hikâye sadece Erol Kızılay’ın değil.
Bir diğer kişi yakından tanıdığım C.A, 2013 ile 2018 yılları arasında Suriye’nin kuzeyinde, YPG’nin toplumsal destek çalışmalarında yer aldı. Çoğu zaman bir siperin ardında değil, bir çadırın içinde mücadele verdi. Kitap taşıdı, çocuklara oyuncak götürdü, sağlık desteği sundu. Ve tüm bu yardımlar, onun kalbinde derin çatlaklar açtı. Çünkü her adımda bir çocuk cesediyle karşılaştı. IŞİD’in yakıp yıktığı köylerde, toprak altından çıkarılan küçük bedenlerin üzerine battaniye örttü. Bir sabah bir annenin “Oğlumun ayakkabısını buldunuz mu?” diye feryat edişine tanıklık etti.
Bu sahneler C.A’nın zihninde sabitlenmiş kabuslara dönüştü. Türkiye’ye döndüğünde bu defa başka bir savaş başladı. Psikolojik tahribatının üstüne bir de devletin baskısı bindi. Cezaevi, gözaltılar, tehditler, soruşturmalar… Ve sonunda 2023’te yurt dışına çıkma kararı aldı. İsviçre’de sığınma talebinde bulundu. İki kez ifade verdi, her detayını anlattı. Sonra dört ay geçti. Gelen ilk cevap: red. Şimdi geri gönderilme korkusu, IŞİD’in katliamları kadar ağır bir karabasan olarak gecelerini kemiriyor. Her sabah aynı kabusla uyanıyor: “Ya geri gönderilirsem?”
C.A ile aynı odada kaldım. Aynı kampın koridorlarında yürüdük, aynı tastan çorba içtik. Bazen sessizlikle anlaştık, bazen aynı rüyanın farklı ağızlardan anlatıldığına tanık olduk. Onun gözlerinde sadece savaşın yorgunluğu değil, Avrupa’nın çifte standardına uğramış bir insanın kırgınlığı var.
İsviçre’nin prosedürleri var. Güvenli ülkeler listeleri, sınıflandırmalar, kodlar… Ama insanın içini yakan şudur; Ne Erol’un açlık grevinde eriyen bedenini, ne de C.A’nın geceleri görmeye devam ettiği savaş kabuslarını bu prosedürler ölçemez. Hukuk, eğer sadece kağıt üzerindeyse, zulmün başka bir yüzüdür.
Türkiye’de baskılar azaldı diyorlar. Çözüm süreci hatırlatılıyor. Ama Türkiye devleti, tarihsel olarak muhalifi sevmeyen, Kürtleri bir potansiyel tehdit olarak gören bir aygıttır. Bu yalnızca Erdoğan meselesi değil, bu, Kemalizmle, milliyetçilikle, militarizmle şekillenmiş devlet aklının sürekliliğidir. Solcuysan, Kürtsen, geçmişinde bir politik iz varsa bu ülkede daima ‘hedefsin.’
Geri gönderilme korkusu, sadece bürokratik bir işlem değildir. Bu bir yok oluş ihtimalidir. Bazen bir hapishane hücresinde, bazen işkencede, bazen ise bir insanın kendi içine gömülüp susmasında gerçekleşir.
O yüzden bu yazı, sadece iki insanın hikayesi değil. Avrupa’nın, özellikle İsviçre’nin, artık görmesi gereken bir gerçeğin ifşasıdır. İnsanların biyografilerinin kırmızı kalemle çizildiği, hakikatlerin prosedürlere kurban edildiği bu çağda, susmamak bir sorumluluktur.
Ve evet, bazen bir cümle, yerin altından birini çekip çıkarabilir.
18.04.2025