
Ormanın içinden kıvrılarak çıkan dar bir yol. Yolun sonunda, İsviçre’nin Bern Kantonu’na bağlı Riggisberg kasabasının yakınlarında, sisin ve sessizliğin içinden bir yapı beliriyor. Orası Gurnigelbad. İsviçre Alpleri’nin eteklerine gizlenmiş bu terkedilmiş otel, artık yalnızca taş bir bina değil. Zamanın, savaşın, bekleyişin ve direnişin izlerini taşıyan bir hafıza mekânı.
Gurnigelbad’ın tarihçesi, İsviçre’nin tarafsızlıkla örtülmüş karmaşık geçmişine ayna tutuyor. 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’nın seçkin kaplıcalarından biri olarak inşa edilen bu görkemli yapı, 20. yüzyılda bambaşka bir kimliğe büründü. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri üs olarak kullanıldı. Savaş sona erdikten sonra, yapının büyük kısmı İsviçre devleti tarafından yıkıldı. Geriye kalan duvarlar ise, yalnızca şifaya gelenleri değil, savaşın soğuk gölgelerini de içinde sakladı.
Ve yıllar sonra, 2023’te, o tarihi yapının içinde biz vardık.
Ben, Gurnigelbad’ın içinde yedi ay kaldım. Artık lüks bir kaplıca değil, İsviçre Kızılhaç’ı (SRK – Schweizerisches Rotes Kreuz) tarafından işletilen bir kolektif barınma merkeziydi. Kamp, doğanın tam kalbinde yer alsa da, içerideki atmosfer çoğu zaman ağır ve sıkıcıydı. Katı kurallar, sınırlı özgürlük, beklemenin ağırlığı… Burası bir otelden çok, zamanın donduğu bir “bekleme salonuydu.”
Ama her şey gri değildi

Kar sürekli yağardı. Sabah pencereyi açtığında, dünya beyaza bürünmüş olurdu. Kar, sessizliğe başka bir derinlik katardı. Yağmur da eksik olmazdı. Uzun, gri, inatçı bir yağmur. O yağmurun altında yürür, bazen hiçbir yere varmayan yollarda sadece yürümek için yürürdük.
En çok mutfağı severdik. Kültürlerin kokusu birbirine karışırdı. Kolombiyalı dostumuz kızarttığı muzları herkese tattırır, Afganistanlılar ağır baharatlarla pişirdikleri pilavları büyük kazanlarda paylaşırdı. Menemen kokusuyla karışan zerdeçal, kişniş, acı biber… Her yemek, başka bir evin, başka bir hayatın izini taşırdı. Ortak sofralar, ortak hikâyelere dönüşürdü.
Geceleri, farklı dillerde şarkılarla dolardı kamp. Bazen bir Adıyaman türküsü yankılanırdı taş duvarlarda, bazen Farsça bir ezgi usulca süzülürdü, ardından Kolombiyalı arkadaşımız eline gitarı alır, İspanyolca bir melodiyle devam ederdi. Diller karışırdı, ama o şarkılar bizi birbirimize daha da yakınlaştırırdı. Müzik, ortak bir dil olurdu orada. İçeride her şey kısıtlıydı belki, ama o ezgiler özgürdü.
Ve konuşurduk. Konuşmalar hep geçmişin direnişlerine uzanırdı. Che Guevara’dan söz açılırdı, sonra Mahir Çayan’dan, Deniz Gezmiş’ten, Mazlum Doğan’dan. Diyarbakır zindanını anlatırdık gençlere. Nasıl bir kibrit çöpüyle yanan bir bedenin onuruna dönüştüğünü… Her biri bir isyan, her biri bir duruştu. Bu hikâyeler sadece tarih değil, bize yön veren yıldızlardı adeta.

Sonra Newroz geldi. Soğuk avluda ateş yaktık. Halaylar çektik, şarkılar söyledik. Ardından 1 Mayıs’ta kendi taleplerimizi yazdık duvarlara, birlikte okuduk. Sessiz kalmak istemedik. Dayanışmanın ne demek olduğunu yeniden öğrendik. Görünmeyen hayatlarımızı görünür kıldık.
Şimdi Gurnigelbad kampı kapalı. Herkes bir yere savruldu. Kimimiz başka bir kampa, kimimiz bir odaya, kimimiz gerçek bir eve… Ama o yapı hâlâ orada. Sessiz. Dışarıdan bakınca sadece bir harabe belki. Ama biz biliyoruz, O duvarların içinde hâlâ yemek kokuları dolaşıyor. Hâlâ bir çocuğun gülüşü, bir annenin gözyaşı, bir dostun sesi yankılanıyor. Hâlâ bir ezgi süzülüyor dağ çamlarının arasında.
Çünkü Gurnigelbad sadece bir yapı değildi.
Orada sadece hayatta kalmadık. Yaşadık. Direndik. Paylaştık. Tüm zorluklara rağmen insan kalmayı başardık.

15.04.2025