fbpx

Esad’ın Düşüşünden Sonra Orta Doğu: Helen Thompson’la bir Röportaj* Nihal Kalender Gaste Avrupa için çevirdi

Paylaş

Politik ekonomist Helen Thompson geniş kapsamlı bir söyleşide Suriye’de Beşar Esad’ın devrilmesinin bölgeyi nasıl dönüştürdüğünü tartışıyor. Trump yönetiminin işbaşına gelmesiyle birlikte, şahinlerin izole edilmiş bir İran’la yüzleşmesi için sahne hazır hale geldi

2011’de Suriye iç savaşının başlamasından bu yana, ülke rakip hegemonların savaş alanı haline geldi. ABD, Türkiye, Rusya ve İran parçalanan Suriye üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalıştılar. Bu durum, Suriye’de IŞİD’e karşı ortak ABD-Rusya kampanyası ya da Donald Trump yönetimi altında kısmen geri çekilen Kuzey’deki anti-emperyalist Kürt güçlerine Amerikan desteği gibi beklenmedik ittifaklara yol açtı.

Cambridge Üniversitesi’nden küresel siyaset, enerji ve tarih uzmanı Helen Thompson, Jacobin’e Beşar Esad rejiminin yıkılmasının ardından Orta Doğu’daki büyük güç politikaları hakkında geniş kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdi. Uzun vadede bakıldığında, Amerika’nın bölgedeki gücünün azalmakta olduğu açık. Ancak Hizbullah’ın çöküşü, Türkiye’nin bölge genelinde güç projeksiyonu yapma isteği ve İsrail’in İran’ın zayıflığını hissetmesi, 2025 yılında bölgedeki gerilimi azaltmak yerine artıracak gibi görünüyor.

Samuel McIlhagga: Yakından bakarsak, sizce maddi politikalar Suriye’de Esad’ın düşüşünü nasıl etkiledi? Çöküş akla [Vladimir] Lenin’in sözünü getiriyor, değil mi? “Hiçbir şeyin olmadığı on yıllar vardır ve on yılların gerçekleştiği haftalar vardır.”

Tarihsel güçlerin kısa sürede ani bir ivme kazanması söz konusu. Esad’ın hızlı düşüşünün altında yatan ve çok daha uzun süredir devam eden siyasi, ekonomik ve enerji eğilimleri var mı?

Helen Thompson: Hâlâ burada, Birleşik Krallık’ta, dışarıdan bakarak neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz: bu oldukça zor. Enerji cephesinde yaşananları açıklayacak belirleyici bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bunun yerine, ekonomik olarak zayıflayan bir İran rejiminin bir süre sonra Suriye’deki müşteri rejimi destekleme kabiliyeti üzerindeki etkisini düşünmemiz gerekiyor. Joe] Biden’ın yönetimi döneminde İran’ın gerilemesinin belirleyici olduğunu düşünmüyorum çünkü ABD yaptırımları o kadar da sert uygulanmadı.

Bununla birlikte, İran’a zaman içinde baktığınızda, Trump’ın nükleer anlaşmayı sona erdirmesinin ardından yaptırımların yeniden devreye girdiği 2018’e kadar, İran’ın ekonomik olarak iyi bir konumda olmadığına dair herhangi bir şüphe olduğunu sanmıyorum. Rusya ya da Çin’in İran’a dışarıdan ekonomik destek vermesi oldukça zor oldu. Suriye’ye 2020’den beri uygulanan yaptırımlar [Sezar Yasası 2019’da kabul edildi] Esad rejimine zarar verdi ve ordudaki maaşların ödenmesini zorlaştırdı. Bunun da bir miktar etkisi oldu.

Suriye önemli bir petrol ihracatçısı değil. Ülkenin enerji açısından bir önemi varsa o da Esad’ın yakın zamana kadar kontrol ettiği Suriye’nin herhangi bir bölgesinden ziyade Kürt bölgesinde, Kürt devletçiğinde olması. Bence İran rejiminin aşırı gerilmesi ve İran’ın petrol ihracatından gelir elde etme kabiliyetinin zayıflamasının etkisiyle ilgili uzun vadeli bir hikaye var. Ancak yaşananların özü bu değil. Özellikle geçtiğimiz Nisan ayından bu yana İsrail’in İran’ı zayıflatması, [Hizbullah ajanlarını hedef alan] cihaz saldırısından sonra hızlanması ve Donald Trump’ın yakında Beyaz Saray’a dönecek olması üzerinde düşünmeliyiz. Bu durum [Cumhurbaşkanı Recep Tayyip] Erdoğan’ı Türkiye’nin Suriye’deki nüfuzunu arttırmaya teşvik etti.

Samuel McIlhagga: Türkiye’nin Suriye’deki mevcut duruma müdahalesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Açıkçası, Suriye’nin kuzeyinde doğrudan Türkiye destekli isyancılar var ve özellikle Rojava’da PKK [Kürdistan İşçi Partisi] faaliyeti olarak gördükleri şeye karşı koymak için bir sahil üssü olarak kullanılıyorlar. Ancak Türkiye ile eskiden El Nusra Cephesi olarak adlandırılan ve şimdi İdlib çevresindeki HTŞ [Heyet Tahrir el Şam] arasındaki bağlantı her zaman daha az doğrudan olmuştur.

Türkiye, resmi olarak NATO’nun bir parçası olması, ancak ılımlı İslamcı bir gündemi ve bir tür neo-Osmanlı yayılmacı gündemi olması açısından bölgede garip bir oyuncu. Ayrıca zaman zaman Rusya ve İran ile ideolojik olarak değil ama pragmatik bir şekilde işbirliği yapıyor. Bazıları Türkiye’yi bölgede bir kral yapıcı olarak görüyor. Yeni Suriye’de nasıl bir rol oynayacak?

Helen Thompson: Son iki haftada yaşananları Türkiye’yi merkeze almadan anlayabileceğinizi sanmıyorum. İsrail’in İran’a ve özellikle de Hizbullah’a yönelik eylemlerinin Türkiye için stratejik bir fırsat yarattığı doğru. Türkiye, Abu Mohammad al-Julani’yi harekete geçmeye teşvik eden belirleyici aktör olan dış devlettir. Bunun Esad rejimini devirmek için olması gerekmiyor: Olayların başladığı 27 Kasım’da Erdoğan’ın bu şekilde düşündüğünden emin değilim. Ama Esad rejimi üzerindeki baskıyı ne arttırdı?

Julani’nin eylemlerini ya da Suriye Ulusal Ordusu’nun Kürt devletçiğine yönelik müteakip eylemlerini Türkiye’yi işin içine katmadan ayrı tutamazsınız. Ne de olsa Kürt devletçiğine yönelik eylemler 6 Aralık’tan 11 Aralık’a kadar Türk hava kuvvetleri tarafından desteklendi, ta ki Amerikalılar ateşkes dayatana kadar. Bu anlamda, son on yıldır Suriye etrafındaki uzun süreli rekabetin Türkiye ve İran arasında olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi Türkiye yükselişte.

Samuel McIlhagga: Suriye’deki iç savaşın sadece Türkiye ve İran arasındaki bir vekalet çatışması değil, aynı zamanda Sünni ve Şii (ve Alevi) arasındaki dini ya da yarı-dinsel bir savaş olduğu yönündeki 2010’lardaki görüşe katılıyor musunuz? Her zaman bundan daha karmaşık göründüğünü düşünmüşümdür.

Helen Thompson: Bence durum bundan daha karmaşık. Türkiye-İran rekabetini sadece Sünni ve Şii rekabetine indirgeyebileceğinizi düşünmüyorum. Bunun çok basit olduğunu düşünüyorum. Bu, Türk-İran rekabetinin bir unsurudur. Tarihsel olarak, bölgedeki bölgesel güç süreklilikleri açısından (çok uzun dönemler boyunca) düşünürseniz – Mısır, Türkiye ve İran.

Samuel McIlhagga: Osmanlı İmparatorluğu’na, Safevilere ve Sasanilere kadar uzanan, zaman içinde biraz değişmiş ama aynı zamanda bir süreklilik arz eden benzer “etki alanlarınız” var, değil mi?

Helen Thompson: Bu önermeden yola çıkarsak, ilginç olanın Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Esad’ın hem İran hem de Türkiye ile oldukça iyi ilişkilere sahip olduğu bir dönem olması olduğunu söyleyebiliriz. Suriye iç savaşına giden yıllarda Esad ve Türkiye arasındaki ilişkiler önemli ölçüde iyileşti. Sonra çok hızlı bir şekilde çöktü. Esad rejimi 2012 yılına gelindiğinde büyük bir sıkıntı içindeydi. İran devreye giriyor ve Suriye’ye etkin bir şekilde dış destek sağlayan bir devlet olmaktan, Suriye’nin İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah tarafından desteklenen bir müşteri devlet olduğu bir devlete dönüşüyor.

Samuel McIlhagga: Irak ve Suriye’de İran’ın paravanı gibi çalışan üçüncü bir örgüt daha var [Halk Seferberlik Güçleri]. IŞİD ile çatışmaların yaşandığı yıllarda sınırı geçmesi de gerçekten büyük bir olaydı.

Helen Thompson: Esad adına İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah’ın yanı sıra savaşmak için gelen Iraklı milisler de var.

Samuel McIlhagga: Esad’ı destekleyen büyük güç değil ama büyük güç olarak ilk önce İran’a gitmenizi ilginç buluyorum. Açıkçası, ana akım liberal Anglo-Amerikan basınında, New York Times’ta vs. Esad’ın [Vladimir] Putin’in bir gücü olduğu yönünde bir çizgi vardı. Anladığım kadarıyla sizin yorumunuz İran’ın önemli bir güç odağı olduğu yönünde.

Helen Thompson: Gerçek olan şu ki İran 2012’de kesinlikle çok önemli bir rol oynadı. İran’ın müdahalesi olmasaydı Esad rejimi 2012’de çökebilirdi. Açıkçası Esad rejimi Suriye’nin kuzeydoğusundaki toprakların önemsiz sayılmayacak bir kısmının kontrolünü kaybetmişti. İranlılar 2010’ların o döneminde Esad için Suriye’nin toprak bütünlüğünü garanti edebilecek gibi görünmüyordu. İran’ın yardımıyla bile olsa 2014’te IŞİD’in ve halifeliğin yükselişi nedeniyle Esad için işler yine oldukça zor görünüyordu. IŞİD, Esad’ın dış destekçilerinin seçildiği bağlamı değiştirdi. Bu noktada, İran ve Hizbullah’ın sahadaki birlikleri yeterli olmayacaktı: IŞİD’e karşı hava gücü gerekecekti.

Dolayısıyla Eylül 2015’ten itibaren Rusya’nın müdahalesi söz konusu. On yılın bu noktasında ilginç olan, 2016’nın ilk dokuz ayında, IŞİD’e karşı Amerikan-Rus işbirliğine doğru ilerleyen bir zaman dilimine sahip olmanızdır. Türkiye’deki darbe girişiminden Eylül 2016’nın sonuna kadar olan dönemde Ruslar ve Amerikalılar IŞİD’e karşı ortak askeri eylem planlıyorlar. Sonra bir uçak düşürüldü ve her şey masadan kalktı. Liberal bir perspektiften bakıldığında bile, Trump 2016’da göreve gelmeden önce Ruslar doğrudan “kötü adamlar” bile değildi.

Samuel McIlhagga: Dış politika çevrelerinde, Suriye konusunda, kurulabilecek ittifaklar konusunda çok daha pragmatik bir bakış açısı var. ABD’nin Rojava’yı desteklemesi bile “realist” ya da en azından pragmatik bir ittifaka örnek teşkil ediyor. Rojava açık bir şekilde anti-emperyalist ve anti-kapitalisttir – CIA’in finanse ettiği bir ittifak için çok garip bir durum. 2010’lu yılların ortalarında, özellikle de IŞİD tehdidi altında, alışılmadık ittifaklar kurma konusunda bir isteklilik var gibi görünüyor, değil mi?

Helen Thompson: Trump başkanlığının ikinci yarısında Amerikan politikasındaki çelişkiler ön plana çıkıyor – çünkü bir yandan Amerikalılar IŞİD’e karşı hava gücü kullanıyor ve bunu yapmak için Türk hava üslerine ihtiyaç duyuyorlar. Ama iş Suriye’nin kuzeydoğusunda sahada savaşmaya gelince bunu Kürt YPG’nin [Halk Savunma Birlikleri] yapmasını istiyorlar. Bu Türkler için büyük bir sorun. 2019’un sonlarına gelindiğinde, Suriye’de IŞİD yenilmiş gibi göründüğünde ve Trump herhangi bir Amerikan angajmanından geri çekilmek istediğinde – bunun sonucu olarak Erdoğan’a Kürtlere karşı hareket etmesi için serbest bir el veriyor.

Aynı zamanda bu durum Washington’daki diğer insanları da dehşete düşürüyor çünkü onlar Rojava’nın IŞİD’in yeniden dirilmesine karşı tek siper olduğunu düşünüyorlar. Burada Rusya ve İran’ın durumu arasında bir paralellik var. Ruslar hava gücünü, İranlılar ve Hizbullah ise karadaki askerleri sağladı. ABD hava gücünü, Kürtler ise karadaki askerleri sağladı. 2024’teki krize gelince, Esad rejimi için Ruslar ilk birkaç gün hava gücü gösterisinin ötesinde pek bir şey yapmaya istekli görünmüyordu – Halep’i savunmaya çalışıyorlardı. Ondan sonra [Ruslardan Esad için] hiçbir şey gelmedi.

Samuel McIlhagga: Nedensellik analizi açısından. 2010’ların başında Arap Baharı’ndan patlak veren bir protesto hareketiniz var ve bu hareket daha sonra Suriye Ulusal Ordusu’na giriyor, bu ordu daha sonra bölünüyor, ordu liderliğinde, elit liderliğinde bir isyan ortaya çıkıyor. Suriye beş ya da altı farklı tarafı birleştiren bir yıpratma savaşına dönüşüyor. Bu benim gençliğimden beri sürüyor: yirmi birinci yüzyıl çatışmalarına göre uzun bir süre. Aniden durağanlık çözüldü ve HTŞ Suriye’deki ana şehirlerin çoğunu ele geçirmeyi başardı. Sadece en büyük nedensellik noktasının ne olduğunu düşündüğünüzü merak ediyorum. Analizinize göre, birincil faktör nedir?

Helen Thompson: İsrail’in İran’ın konumunu zayıflatması, özellikle de Hizbullah’ın başını kesmesi olmalı. Suriye’de bir ihtar ya da paradoks olmasının nedeni HTŞ İdlib’i kontrol ederken orada Hizbullah ve İsrail hükümeti arasındaki ateşkesten etkilenen Hizbullah savaşçıları vardı. Bir şekilde, Hizbullah’ın yenilgisini ya da göreceli yenilgisini daha geniş bir bölgenin siyasetinde büyük bir değişiklik olarak gören nedensel bir açıklamaya ihtiyacımız var. Özellikle Hizbullah’ın gerilemesi, İsrail’in 2000 yılında Lübnan’dan çekilmesinden bu yana genel olarak kısıtlayan bazı şeylerden kendini kurtarması ve tekrar güçlenmesiyle oldu.

Ancak, olayların acil tetikleyicisi ülkenin kuzeybatısında gerçekleşiyor ve en azından hareket etmek için Türk yeşil ışığına sahip. O zaman, Erdoğan’ın şu anda Suriye’deki stratejik değişimden nasıl yararlanmak istediğine dair bir açıklamaya ihtiyacınız var. Suriye’yi sadece Türk-İran rekabeti açısından açıklayabilirsiniz. Ancak, muhtemelen Erdoğan’ın Trump’ın Beyaz Saray’a yakın dönüşü hakkındaki düşüncesini hesaba katan bir şeye ihtiyaç vardır. Bu, tabiri caizse, 2019 sonbaharında [ABD, Türkiye ve Kürtler arasında] yaşanan krizi masaya geri getiriyor. Erdoğan, Trump’ın bölgeden çekilmesinden sonra istediğini önemli ölçüde yapabildi, ancak Trump’ın istediğinden daha ileri gittiğinde oldukça sert yaptırımlarla karşılaştı.

Samuel McIlhagga: Erdoğan’ın aklından neler geçiyor? Trump yarı izolasyonist bir politika listesiyle yarıştı. Ve yine de, dış politika ve savunma politikası pozisyonlarına olası atamaları açısından, eski moda neoconları, yani genel olarak oldukça şahin olan insanları tercih ediyor gibi görünüyor. Eğer Erdoğan olsaydım, Trump yönetimi altında dünyanın onun bölgesinde, özellikle de kuzey Suriye’de dış politika bağlamının nasıl görüneceğini anlamakta zorlanırdım.

Helen Thompson: Bence Trump İran konusunda oldukça şahin davrandı. Bu, [Barack Obama’nın] İran nükleer anlaşmasını sona erdirmesi, İran’a yaptırımları geri getirmesi ve Biden yönetiminin Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yönelik dış politikası hakkında yaptığı eleştiriler açısından doğruydu, hem Biden hala adayken hem de [Kamala] Harris aday olduğunda. Biden yönetiminin İsrail’in İran’a yönelik ikinci büyük saldırısını engellemek için oldukça uğraştığı dönem: onları petrol tesislerine veya nükleer tesislere saldırmamaları için ikna etmeye çalışıyordu. Trump, Demokratların bu hamlesini çok eleştirdi.

Bence Trump yönetimi İran’a yönelik yaptırımları sertleştirecek veya daha sıkı bir şekilde uygulayacak. Bunun İran üzerinde 2018’deki gibi aynı ekonomik etkiyi yaratacağını düşünmüyorum. 2018’de İran, Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere birçok farklı ülkeye petrol ihraç ediyordu. Şimdi İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’dan fazlası Çin’e gidiyor. Çin’e zarar veren yaptırımları uygulamak, Avrupa ülkelerine zarar veren yaptırımları uygulamaktan çok daha zor olacak.

Samuel McIlhagga: Esad’ın düşüşünün Orta Doğu’daki son kalkınmacı ve kurum oluşturma modelleri hakkında ne söylediğini düşünüyorsunuz? Orta Doğu ve Orta Asya’nın bazı kısımları Batı dış politika elitinin belirli kesimleri tarafından tabula rasa olarak görülüyordu.

ABD öncülüğündeki Batı’nın Afganistan ve Irak’taki son devlet kurma deneylerine ve ardından 1950’ler ve 1960’lardaki daha önceki Baasçı, Arap milliyetçisi tarzı kurum oluşturma deneyine karşılaştırmalı olarak bakıldığında ortaya ne çıkıyor? Afganistan İslam Cumhuriyeti [2004–2021] çok kırılgandı ve bir kurum oluşturma uygulaması olarak işe yaramadı. Irak davasında jüri kararsız. 2010’larda ABD’nin inşa ettiği Irak devletinin çökecek gibi hissedildiği bir dönem vardı, ancak 2000’lerin başındaki Sünni ayaklanmasından bugüne kadar kendini korudu, ki geriye dönüp bakıldığında oldukça şaşırtıcı. Sonra, Baasçı Suriye gibi daha uzun ömürlü devletler var, bir veya iki yıl önce bazı insanların “Bunlar uzun vadede devam etme yeteneğine sahip kurum oluşturma projeleridir” dediğini duyardınız. Bunlar, bir şekilde, 1950’lerden beri varlar.

Yine de, Baasçılığın inşa ettiği kurumların birkaç hafta içinde nihai çöküşünü gördük. Bunun, kurumların nasıl inşa edildiği hakkında ne söylediğini merak ediyorum, yukarıdan aşağıya, ABD gibi hegemonik güçler tarafından mı yoksa organik ve yerinde mi?

Helen Thompson: Bununla ilgili birkaç ilginç şey var. Bir yandan, az önce önerdiğiniz şekilde, Suriye’deki Baasçı devletin 1970’ten 2024’e kadar olan sürekliliği hakkında hikayeyi anlatabilirsiniz.

Samuel McIlhagga: Baasçı Suriye, 1960’lara biraz daha geri gitmedi mi?

Helen Thompson: Diyelim ki 1963. O an Suriye’yi Esadçı Suriye açısından düşünüyordum. Baasçılığın temelinin, Suriye’yi Mısır-Suriye birliğinden çıkaran bir darbe olduğunda ortaya çıktığını iddia edebilirsiniz, ki bu hiçbir şekilde eşit şartlarda bir birlik değildir. Birlik Suriye’yi etkili bir şekilde Mısır’a dahil etti. Bu 1961’de sona erdi. O noktadan itibaren sürekli olan bir devlet yapısı olduğunu iddia edebilirsiniz. Bu terimlerle düşünürseniz, o zaman şaşırtıcı olan şey, o dönemden itibaren Orta Doğu’daki tüm jeopolitik kavşakların ötesinde, Suriye’deki Baas rejiminin hepsinden sağ çıkmasıdır.

Belki de bir bakıma en çarpıcı olanı, Baasçı Suriye’nin Soğuk Savaş’ın sonundan sağ çıkmasıdır: 1980’lerden beri Sovyet güvenlik garantisine sahip olması gerçeği göz önüne alındığında. Ayrıca, 2003’te Saddam Hüseyin’in Irak’ının düşüşünden diğer mevcut Baasçı devlet olarak sağ çıktı. Bu bağlamda, Lenin ilkesi Suriye’ye uygulanmadığı sürece Esad ve Baasçılığın iki haftada düşebilmesi tuhaf görünüyor. Suriye oldukça önemli bir şekilde parçalandı; geriye dönüp bakıldığında, 2012’den itibaren bir anlamda var olmaktan çıktı – o zamandan beri toprak bütünlüğü yok. Kuzeydoğuda bölünüyor, sonra kuzeybatıda bölünecek. 2013’ten 2019’a kadar olan bu dönemde, IŞİD etkili bir şekilde Suriye’nin bir kısmından geçen ve Irak’a katılan bir halifelik kurmaya çalıştı.

Samuel McIlhagga: Sykes-Picot anlaşmasının tamamı [1916’da Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarını bölmek için Birleşik Krallık ve Fransa tarafından gizlice kurulmuştu] neredeyse çöküyor. IŞİD askerlerinin çölde Suriye-Irak sınırını geçip Sykes-Picot’un bittiğini ilan ettiğini hatırlıyorum.

Helen Thompson: Kesinlikle. Bir anlamda, bu rejimin iki haftada dağıldığı söylenemez.

Bunun yerine, on yıldan uzun süredir tanık olduğumuz şey, Suriye devletinin bazı bilindik fay hatları boyunca toprak bütünlüğünün bozulmasıdır. Çöküşü çok uzun bir tarihsel perspektiften, Fransızların 1920’de Suriye mandasını ele geçirdikten sonra böldükleri haritaya bakarsanız – Suriye’yi herhangi bir birleşik devlet olarak yönetmediler – Lübnan’ı da dahil. O topraklar asla Suriye’ye geri dönmedi.

Uzun bir tarihsel döneme bakarsanız, birleşik bir Suriye devleti olarak adlandırılabilecek bir şeyin ancak nispeten kısa bir sürede ortaya çıktığını söyleyebilirsiniz. Bence birleşik Baasçı devletin her zaman dış bir garantöre bağımlı olduğunu iddia edebilirsiniz – Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve sonrasında İran. Suriye’nin hala Ruslara ihtiyacı olduğu için – Rusya birkaç hafta öncesine kadar İran desteğine yedek olarak oradaydı.

Samuel McIlhagga: Birçok kişinin hemen başvurduğu bir açıklama var: “Ah, Rusya aşırı gerilmiş durumda. Kaynaklarını Ukrayna çatışmasına yığdı, emperyal aşırılık aşamasında ve bu nedenle Suriye’yi destekleme yeteneği etkilendi – Esad yönetimindeki Suriye’nin bu kadar ani düşmesinin nedeni bu.” Bunun aşırı belirlenmiş olduğunu düşünüyorsunuz sanırım?

Helen Thompson: Bir anlamda önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Eğer Putin iseniz ve Esad rejiminin düşme ihtimaline bakıyorsanız, oraya bazı Rus birlikleri göndermeyi düşünebilirsiniz. Ancak gerçekte, Ukrayna’da savaşırken bunu yapmayacaksınız.

Yine de, 2015’ten bu yana Suriye’ye Rus askeri müdahalesinin başlıca aracının hava gücü olduğunu söylemenin makul olduğunu düşünüyorum. Ve 27 Kasım 2024’ten sonra oldukça hızlı gelişen bu durumda, [Rus] hava gücünün tek başına Esad’ı kurtaramayacağının açık olduğunu düşünüyorum. Birisinin savaşması gerekecekti: Bu, moralsiz, neredeyse hiç maaş alamayan Esad’ın Suriye ordusu ya da önemli ölçüde zayıflamış Hizbullah olmayacaktı.

İran, o anda, Suriye’deki İran Devrim Muhafızları’nın varlığını ikiye katlamak istediğini söyleyebilecek bir konumda mıydı? Sanmıyorum. Etkili bir Suriye hükümet ordusu veya İranlıların koşullar altında bunu yapma yeteneği gibi bir şey olmadan, Putin’in “Tamam, yapacağım şey asker göndermek” diyeceğini görmek çok zor. Ukrayna’da neler olup bittiğine bakılmaksızın, Putin başından beri Suriye’de hava gücünü kullanmak istiyordu, kara birliklerini değil.

Samuel McIlhagga: İnsanların bu politik olguların üzerine bir süredir bindirildiğine dair bir teori var. Bu fikir [on dördüncü yüzyıl Arap filozofu] İbn Haldun ve onun tarihsel güçlerin ters sarkaçından yararlanan çevresel göçebeler veya savaş ağaları hakkındaki Mukaddimesinde bulundu; bu merkez devlet, ister kapitalizm isterse eski yolsuzluk fikirleri yoluyla olsun, “çökmüş ve zayıf” hale geldi.

İnsanlar Afganistan Cumhuriyeti’nin çöküşüyle ​​birlikte Taliban’a bakarak bu teoriye ilgi duymaya başladılar. Politikaları hakkında ne düşünürseniz düşünün veya ne kadar gerici olurlarsa olsunlar, 2000’lerin başından 2020’lere kadar milisler aracılığıyla, mikrokozmos düzeyinde yetenekli devlet kurucularıydılar. Ayrıca, ABD tarafından sürdürülen devlet inşası, kısmen vekiller aracılığıyla gerçekleştirildi: STK’lar, düşünce kuruluşları, BlackRock ve Blackwater gibi özel paralı askerler.

ABD hegemonyası altındaki Afganistan’da devletin ne olması gerektiğine dair merkezi bir vizyon yoktu, sadece rekabet eden dış kaynaklı güçler vardı. Buna karşılık, Taliban devlet inşasının temellerinde ustaydı: kenarda öğrenmek.

Bunun HTS için geçerli olup olmayacağını merak ediyorum. Julani’nin Why Nations Fail’i okumasıyla ilgili tüm bu retoriği duyduk. Bu sadece bir mem mi? Gerçeğe ne kadar katkı sağlıyor? Bu, şu soruyu sormanın uzun bir yoludur: HTS’yi İdlib civarında olduğu gibi savaş ağası ve/veya mikro devlet statüsüyle sınırlı bir örgüt olarak mı görüyorsunuz? Suriye’nin etnik köken, din, siyasi ve ekonomik çıkarlar açısından çeşitliliğini başarılı bir şekilde yönetebilecekler mi? Momentumdan başarılı bir şekilde yararlanabilecekler mi?

Helen Thompson: Bence çok zor olacak. Özellikle, Kürt bölgesini bir kenara bıraksanız bile, şu anda kontrolleri altında olmayan önemli Suriye parçalarının olduğu gerçeğine bakmalısınız. Julani’nin kendisini ve bu isyancıları neredeyse yarı teknokrat olarak sunmak istemesinin nedenini görebilirsiniz: Bence bu saçma. Ancak bunun belirli bir sunumu var – IŞİD’den kopuşu vurgulamak, İsrail’e yönelik bir tehdit olmadığını vurgulamak, İsrail-Suriye sınırına ilgi duymamak veya özellikle Filistinlileri desteklemek. Julani’nin HTS’yi başka bir şekilde sunmasının hiçbir yolu yok. HTS hakkında en ufak bir IŞİD esintisi varsa, Şam’da bir hükümet olarak dışarıdan tanınmaları zor olacak.

Erdoğan da her şeyin çok radikal olarak sunulmasını istemeyecektir. Erdoğan’ın istediği son şey, IŞİD’in geri dönüşü etrafında güçlü bir tehdit algısı. Çünkü bu, Kürt devletçiklerinden toprakları geri almaya çalışırken zorluk çekeceği anlamına geliyor. ABD’nin gözünde Kürt mikro devletiyle ittifakın gerekçesi IŞİD ile savaşmaktır. IŞİD tehdidi Türkiye’nin “Kürt sorunu” ile başa çıkmasını zorlaştırır.

Samuel McIlhagga: Sizce HTŞ ile Ukrayna’daki Azak taburu arasında paralellik kurmaya değer mi? Azov, Euromaidan sırasında Batı basınında açıkça neo-Nazi ve aşırı sağcı olarak tanımlanmaktan çıkıyor. Sonra 2022’ye ve Ukrayna savaşına geliyorsunuz. Birdenbire, Azov bu yeniden markalaşmaya sahip oluyor. Bazı uzmanlar onu çok daha dost canlısı, milliyetçi, yarı teknokrat bir elit askeri birim olarak tanımlamaya çok hevesliler.

HTS ve onun El-Nusra’dan ve daha sonra El-Kaide’den bağlantıları ve büyümesi konusunda benzer bir unutma sürecinin gerçekleştirilip gerçekleştirilmeyeceğini merak ediyorum. ABD dış politikası hakkında bir şey biliyorsak, aslında inanılmaz derecede pragmatik olabileceği ve kısa bir hafızaya sahip olabileceğidir. Örneğin, Afganistan’daki mücahitlere yönelik Amerikan desteğinin dönüşümüne bakın. On ila yirmi yıl sonra, ABD, o önceki hareketin bir uzantısı olan Taliban’la, çok farklı bir jeopolitik dinamikte savaşıyor. HTS’ye yönelik iyi niyet bağlamsal mı?

Helen Thompson: Bence bu doğru. Cumhuriyetçi kongre liderliğinde geçmişte bu sorular hakkında pragmatik davranan bazı kişileri görebileceğinizi düşünüyorum, örneğin bu sefer o kadar pragmatik görünmüyor Lindsey Graham. Suriye iç savaşının başlangıcındaki durumdan farklı olan nokta burası, belki de Washington’da fiili olarak destekledikleri isyancılar hakkında yoğun bir ayrımcılık yoktu. Yine de bildiğimiz gibi, CIA destekli isyancılarla Pentagon destekli isyancıların gerçek çatışmaya girdiği bir nokta vardı. O zamandan beri olan her şeyin ABD dış politika kuruluşunu, hangi isyancıların “bizim türümüzden isyancılar”a dönüştürülebileceğine karar vermeleri konusunda biraz daha temkinli hale getireceğini düşünüyorum.

Samuel McIlhagga: ABD, Kürtleri ve Suriye Sünni muhalefetinin bazı kısımlarını destekleme geçmişine sahip — ancak bu durumda kendilerini kral yapıcı gibi hissetmiyorlar. İran, Türkiye veya hatta İsrail ile karşılaştırıldığında, Amerika ortaya çıkan duruma göre çevresel görünüyor. Bu doğru olur muydu? Yoksa Suriye’de hala önemli bir rol oynadıklarını mı söylerdiniz?

Helen Thompson: Hayır, bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Bunun, ardışık Amerikan yönetimlerinin Suriye’ye yönelik tutarlı bir politika bulma konusunda yaşadıkları zorluğa dayandığını düşünüyorum. Bu Obama yönetimi altında doğruydu, Trump yönetimi altında doğruydu. Sadece Biden yönetimi altında doğru değildi, bir dereceye kadar, çünkü yaklaşık 2020’den itibaren, IŞİD’in düşüşünden itibaren, bölgesel bir çıkmaz vardı. Bu, büyük ölçüde Biden başkanlığıyla çakışan dört yıl boyunca her şeyi dondurdu. Obama ve Trump’ın kendilerini içine soktuğu ikilemlerden kurtuldu. Trump artık Suriye’yi kesinlikle büyük bir baş ağrısı olarak görüyor. Özellikle ilk tepkisinde, Amerikalıların Suriye’de bundan sonra ne olacağıyla hiçbir ilgisi olmaması gerektiğini söylediğini düşündüğünüzde.

*Bu röportaj Jacobin Magazin’deki orijinalinden Gaste Avrupa için Nihal Kalender tarafından çevrilmiştir.