![](https://gasteavrupa.org/wp-content/uploads/2024/11/rama-meloni.jpg)
Meloni hükümeti, Arnavutluk ile imzaladığı göçmen anlaşmasını Avrupa için bir çözüm modeli olarak lanse ederken, bu anlaşma aslında Avrupa’nın göç politikalarındaki çifte standardın açık bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Daha zengin ülkeler, kendi sınırlarında göçmenlerin getirdiği yük ve baskıyı azaltmak adına sorumluluğu ekonomik olarak daha az güçlü ülkelere kaydırmayı tercih ediyor.
Son yıllarda göç konusunun Avrupa ülkelerinin en sıcak gündem maddelerinden biri haline gelmesiyle birlikte artan iltica başvuruları karşısında çözüm arayışına giren Avrupa ülkeleri, giderek daha tartışmalı yöntemlere başvurmaya başladı. İtalya’nın göçmen krizini çözmek için Arnavutluk ile imzaladığı son anlaşma ise bu tartışmalı stratejilerin en dikkat çekici örneklerinden biri olarak karşımıza çıktı.
Göç yollarının kesişim noktasındaki ülkeler arasında yer alan Arnavutluk, uzun süredir Orta Doğu, Afrika ve Asya’dan gelen göçmenler için Balkanların bir geçiş noktası olarak öne çıkıyor. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ile Arnavutluk Başbakanı Edi Rama arasında imzalanan beş yıllık anlaşma ise bu stratejik konumu yeni bir boyuta taşıdı.
Bu anlaşma kapsamında İtalya, Akdeniz’de yakalanan göçmenleri Arnavutluk’taki iki merkeze transfer ederek iltica başvurularını burada işleme koymayı planladı. Başvuruların kabul edilmesi durumunda göçmenler İtalya’ya gönderilecek, reddedilenler ise sınır dışı edilecekti.
Anlaşma, yılda 36.000’e kadar göçmeni işleme almayı hedeflese de Arnavutluk’taki insan hakları savunucuları bu planın etik ve hukuki boyutlarını sert bir şekilde eleştirdi. Arnavutluk’taki merkezlerin yetersizliği, göçmenlerin hukuki korumadan yoksun bırakılması ve olası insan hakları ihlalleri büyük tepki topladı. Arnavutluk kamuoyu ise bu tür anlaşmalar ile ülkenin “göçmen depolarına” dönüştürüldüğünü savunmaya başladı.
Avrupa Adalet Divanı karşı
İtalya’nın bu planının, etik ve hukuki boyutları Avrupa Adalet Divanı’nın da dikkatini çekmiş olacak ki, bu plan Avrupa Adalet Divanı’nın kararı ile sekteye uğradı. Avrupa Adalet Divanı kararında; iltica işlemlerinin AB dışındaki ülkelere devredilmesinin hem yasal hem de etik açıdan ciddi sorunlar yarattığını vurguladı. İtalyan mahkemeleri de bu kararı referans alarak programı durdurdu ve göçmenlerin İtalya’ya geri gönderilmesine karar verdi.
Rama hükümeti, bu anlaşmayı Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini derinleştirme ve ülke ekonomisine katkı sağlama adına stratejik bir hamle olarak kamuoyuna yansıtsa da anlaşmanın arka planında ciddi sorunlar yatmaktadır.
İnsan hakları savunucuları ve çeşitli sivil toplum kuruluşları bu süreci; “Arnavutluk’ta derinleşen yolsuzluk sorunlarını örtbas etmek isteyen Rama hükümeti göçmenleri bir pazarlık aracı olarak kullanıyor” şeklinde sert ifadelerle yorumluyor.
Hükümetin, göçmenlere yönelik tahsis edilen fonları şeffaflık ve hesap verebilirlikten uzak bir şekilde yönetmesi, yalnızca kaynakların kötüye kullanılması riskini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda göçmenleri daha da savunmasız bir hale getiriyor. Bu durum, göçmenlerin organize insan kaçakçılığı ağlarının eline düşmesi veya yozlaşmış yerel yetkililer tarafından sömürülmesi gibi ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalmalarına neden oluyor. Ayrıca, yetersiz altyapı ve sosyal hizmetlerin de göçmenlerin temel haklarını tehdit ettiği vurgulanıyor.
Eleştiriler, yalnızca hükümetin etik duruşunu değil, aynı zamanda Arnavutluk’un uluslararası itibarını da olumsuz etkiliyor. Bu bağlamda, anlaşmanın hem insani boyutları hem de politik sonuçları tartışmaya açık bir hale gelmiş durumda.
Göç politikalarında çifte standart
Meloni hükümeti, Arnavutluk ile imzaladığı göçmen anlaşmasını Avrupa için bir çözüm modeli olarak lanse ederken, bu anlaşma aslında Avrupa’nın göç politikalarındaki çifte standardın açık bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Daha zengin ülkeler, kendi sınırlarında göçmenlerin getirdiği yük ve baskıyı azaltmak adına sorumluluğu ekonomik olarak daha az güçlü ülkelere kaydırmayı tercih ediyor. Ancak bu süreçte, temel insan hakları büyük ölçüde göz ardı ediliyor ve göçmenler, adeta taşeron sistemine tabi tutuluyor. Göçmenler, barınma, sağlık ve yasal destek gibi en temel ihtiyaçlardan bile mahrum bırakıldıkları, yetersiz ve insani olmayan tesislerde sıkışıp kalırken, Avrupa’nın “sorunu dışarı taşıma” politikası giderek daha büyük bir etik krize dönüşüyor. Bu yaklaşım, sorunun gerçek nedenlerine inmek yerine, krizden etkilenmeyen ülkeler için geçici bir rahatlama sağlamakla sınırlı kalıyor.
![](https://gasteavrupa.org/wp-content/uploads/2024/11/italy-albania-1024x683.jpg)
Yeni tampon bölge: Arnavutluk
Diğer taraftan, anlaşmanın Arnavutluk’u Avrupa’nın göç krizinde bir tampon bölgeye dönüştürdüğü açıkça görülüyor. Bu durum, yalnızca Arnavutluk’un mevcut sorunlarını derinleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda İtalya gibi daha güçlü Avrupa ülkelerinin bu krizden siyasi kazanç sağlamaya çalıştığını da gözler önüne seriyor. Meloni hükümeti, sıkı göç politikalarını seçmenlerine başarıyla pazarlarken, bu tür anlaşmaların gerçek yükünü daha kırılgan devletlere bırakmayı tercih ediyor. Arnavutluk ise bu yükü kaldırabilecek altyapı, kaynak veya yönetim kapasitesine sahip olmamasına rağmen, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini güçlendirmek umuduyla bu tür anlaşmalara dahil oluyor. Ancak bu durum hem insani hem de politik açıdan ciddi riskler barındırıyor.
Göçmenlerin, yeterli hukuki korumaya erişim sağlayamadıkları, fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarının göz ardı edildiği merkezlerde tutulmaları, uluslararası hukuka ve 1951 Mülteci Sözleşmesi’ne aykırı bir tabloyu ortaya koyuyor. İnsan hakları savunucuları, bu tür anlaşmaların göçmenleri daha da savunmasız hale getirerek onları insan kaçakçılarına veya yozlaşmış sistemlere karşı korumasız bıraktığını vurguluyor. Bu tür politikalar, göçmenleri yalnızca mağdur etmekle kalmıyor, aynı zamanda Avrupa’nın temel değerleri olarak savunduğu insan hakları, dayanışma ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle de çelişiyor.
Meloni’nin bu anlaşmayı Avrupa için bir model olarak göstermesi, Avrupa Birliği içerisindeki asıl sorunun altını çiziyor: Adil yük paylaşımı yerine, güçlü ülkelerin, göçmenlerin sorumluluğunu daha zayıf ülkelere kaydırma çabası. Bu durum hem uluslararası dayanışma ruhunu baltalıyor hem de Avrupa’nın insani krizlere yönelik ortak bir çözüm geliştirme kapasitesini sınırlıyor. Arnavutluk gibi ülkeler, AB ile daha yakın bağlar kurma ya da ekonomik fayda sağlama adına bu tür anlaşmalara yönelirken, aslında yalnızca mevcut krizden siyasi olarak faydalanılmasını kolaylaştıran birer araç haline getiriliyor.
Ancak uluslararası hukuk ihlalleri ve etik sorunlara yönelik artan tepkiler, bu tür anlaşmaların sürdürülebilirliğini giderek daha fazla sorgulanır hale getiriyor. Avrupa Adalet Divanı’nın ve çeşitli uluslararası insan hakları kuruluşlarının bu politikalara yönelik eleştirileri, Avrupa’nın göç politikasının uzun vadede ciddi reformlara ihtiyaç duyduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
Yoksul ülkeler üzerindeki bu sorumluluk kaydırma stratejisi, kısa vadeli bir çözüm sunabilir; ancak uzun vadede Avrupa’nın ahlaki, yasal ve politik kredibilitesine zarar vererek daha büyük krizlere yol açması kaçınılmazdır. Bu bağlamda, göç krizinin çözümü için daha adil, dayanışmaya dayalı ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesi şarttır.
26.11.2024