Elbette kapitalizmin altına baktığınızda patriyarkayı bulursunuz. Patriyarkal-sömürgeci-kapitalist sistemde iktidarın ilksel ve en eski biçimi, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümüdür. Daha sonra toprağı işgal eden ve diğer halkların kaynaklarına el koyan sömürgecilik gelir. Son olarak, kapitalist ekonomik biçim sömürgecilikten doğmuştur ve nispeten moderndir, yalnızca birkaç yüz yıllıktır. Bu üç sistemi eş zamanlı, iç içe geçmiş ve birbirini güçlendiren sistemler olarak görmek önemlidir. Kapitalizmin kendisi, onu yönlendiren patriyarkal enerjiler olmadan işe yaramaz. Bu enerjiler erkeklerde öğrenilir, somutlaşır ve sosyal ve ekonomik uygulamalarda hayata geçirilir.
Avustralyalı yazar ve aktivist Ariel Salleh, ekofeminizmle ilk kez 1970’lerde Avustralya’da yerli halkın topraklarında Uranyum Madenciliği gelişmelerine karşı verilen mücadelelerle tanışıyor. O günden bu yana dünyanın farklı yerlerinden diğer mücadele edenler ve teorisyenlerle birlikte materyalist ekofeminizmin inşasında bir referans hâline geldi. Konuşma ve yazılarında, düşünce ve hareketin birlikteliği açıkça görülüyor ve bu birliktelik vurgusu teorik ve politik ekofeminist tartışmalardaki konumunu tanımlıyor. [1]
Ariel Salleh, Capire‘a verdiği röportajda patriyarkal-sömürgeci-kapitalizme ilişkin teorik bakış açısından, bu sistemin doğanın finansallaştırılması gibi gezegendeki yaşama karşı mevcut saldırısına ve gelişmekte olan alternatiflere; ekofeminizmi doğuran ilk fikirlerden hareketin çağdaş gelişmelerine; patriyarkal ikilemleri işleten Avrupa merkezli görüşlerle ve kavramları yeniden üretim koşulları mücadelesinin gerçek deneyimlerinden ayıran akademisyenlikle çatışma ve anlaşmazlıklara kadar birçok konuya değiniyor.
Bugün ekofeminizmi nasıl gördüğünüzle başlayalım.
Peki, Çin’de olduğunuz için oradan başlayalım, merkezi Hong Kong’da bulunan Küresel Sürdürülebilirlik Üniversitesi ve ana karadaki Chongqing Üniversitesi çevresinde etkileyici bir kadın ağı var. Geleneksel tarım yöntemlerinin korunmasını teşvik etmek için yerel köylü kadınlarla aktif olarak çalışıyor. Bu kadınlar, kimyasal madde kullanmadan kendi ürünlerini yetiştiriyor ve doğrudan yerel hane tüketicilerine dağıtıyorlar. Bu kapitalist olmayan alternatif bir ekonomidir. Çin’de ekolojik feminizm ve kadınların geleneksel teknolojileri fikrine yönelik artan bir akademik ilgi de var. Ekolojik feminizm dediğimde bu, sizin Güney Amerika’da kullandığınız “toplulukçu feminizm” veya eski deyişle tabandan gelen “radikal feminizm” tabiriyle hemen hemen aynı anlama geliyor. Bunlar, kadınların yaşam ihtiyaçlarını karşılamak ve -sosyalist deyimi taklit etmek gerekirse- “yeniden üretim koşullarını” korumak için verdiği günlük mücadelelerin içinden büyüyor.
Birlikte hareket ettiğim materyalist ekofeminist yazarlar (Maria Mies, Vandana Shiva, Mary Mellor, Ana Isla) başından beri kültürlerarası ve sömürgecilik karşıtıydı. Bu, malzemelerini kitaplardan alan ve günlük hayatla pek ilgisi olmayan felsefi yapıları eleştirmeye çok fazla zaman harcayan akademik feminizmlerle tezat oluşturuyor. İklim değişikliği ve bugün dünyayı etkileyen çok sayıda toplumsal kriz nedeniyle materyalist bir ekofeminizm kendisini ayrı bir yaklaşım olarak ortaya koyuyor. Avrupa’da Extinction Rebellion ve kesinlikle Fridays for Future‘daki gençler arasında, her ne kadar bu şekilde adlandırılmasa da, ekofeminizmin unsurlarının olduğunu düşünüyorum. Murray-Darling Nehri sistemini kurtarmak için mücadele eden Knitting Nanna’lar (Örgü Ören Büyükanneler) gibi Avustralya’daki kadınlar arasında da ekofeminist enerjide inanılmaz bir patlama yaşandı. Japonya’da bir grup yaşlı kadın yeni kurulacak olan bir askeri üsse karşı çıktı ve bakım emeği verme konusundaki deneyimlerini vurguladı. Afrika’daki, madencilikteki gelişmelere karşı çıkan ve iklim değişikliğinden kaygı duyan, kıta çapındaki kadınlardan oluşan taban ağı WoMin‘i de unutmamak gerekir. Kendi ekofeminist manifestolarını yazdılar.
Tüm bu örnekler, ekonomik sorunlarla uğraşmak, içinde yaşadığımız sistemle yüzleşmek, kalkınma modeline ve militarizasyona karşı çıkmak, tıpkı Japonya örneğinde bahsettiğiniz gibi somut durumların içinden çıkıyor.
Japon kadınları muhteşemdi. Onlarca yıl önce Fukushima eriyip nükleer bir felakete yol açtığında, inisiyatif aldıklarını ve nükleer karşıtı hareketin tutarlı liderleri olduklarını hatırlıyorum. Nükleer karşıtlığı, 1976’da Avustralya’da, Yerli halkın topraklarında Uranyum Madenciliğine Karşı Hareketi oluşturduğumuzda aslında benim de ekofeministliğimin başlangıcıydı.
Diğer yandan, ekolojik feminizmin elli yıllık tarihine baktığınızda, akademik feministlerin ekofeminist radikallere ‘özcü’ olarak saldırdığı bir dönem vardı. Oysa kadınların bakım verme politikalarını, ancak düşünceniz ‘kadınlık’ vb. gibi verili ataerkil etiketleri takip ediyorsa özcü olarak görürsünüz.
Maddeci ekofeministler, yaşamın zorlu ekonomik-biyolojik-biyofizik koşullarından bahsediyorlar.
Belki de bu ilk ekofeminist tartışmalara yol açan şey Amerikan akademisinin hakimiyetiydi, çünkü sosyalizm bu ülkede o kadar iyi anlaşılmamıştı. İşçiler, kadınlar, yerli halklar ve ekolojik politika arasındaki herhangi bir bütünleşik, müşterek paydanın materyalist bir politika olması gerekiyor.
2013 yılında Brezilya’da düzenlenen Uluslararası Dünya Kadın Yürüyüşü Toplantısı’na katılmıştınız. Bu, yaşama ve doğaya, bedenlerimize karşı kapitalist saldırganlığın, şiddetin ve militarizasyonun güçlendirilmesine ilişkin siyasi analizimiz açısından önemli bir andı. 10 yıl sonra, mevcut kapitalist stratejileri ve teknolojik gelişmenin bu stratejilerdeki rolünü nasıl analiz ediyorsunuz?
Son birkaç yılda kapitalizm, büyük bankaların öne çıkması veya dijitalleşme eğilimi gibi, günlük yaşamın her alanına nüfuzunu yoğunlaştırdı. Bankalar, genetiği değiştirilmiş hibrit tohumlar gibi deneysel tarım teknolojileri için kullanılmak üzere dünya çapında muazzam miktarda tarım arazisi satın alıyor. Ancak gıda yetiştirilen topraklar insanların geçim kaynağının temelini oluşturuyor. Elbette kapitalizmin altına baktığınızda patriyarkayı bulursunuz. Patriyarkal-sömürgeci-kapitalist sistemde, iktidarın ilksel ve en eski biçimi, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümüdür. Daha sonra toprağı işgal eden ve diğer halkların kaynaklarına el koyan sömürgecilik gelir. Son olarak, kapitalist ekonomik biçim sömürgeleştirciliktenmeden doğmuştur ve nispeten moderndir, yalnızca birkaç yüz yıllıktır. Bu üç sistemi eş zamanlı, iç içe geçmiş ve birbirini güçlendiren sistemler olarak görmek önemlidir. Kapitalizmin kendisi, onu yönlendiren patriyarkal enerjiler olmadan işe yaramaz. Bu enerjiler erkeklerde öğrenilir, somutlaşır ve sosyal ve ekonomik uygulamalarda hayata geçirilir. Üç sisteme bakıldığında, her birinin bilinçdışından gündelik eylemlere, politik yapılara ve ideolojiye kadar çeşitli düzeyleri vardır.
Latin Amerika’daki yerli kız kardeşlerimiz, beden-alan (body-territory) kavramını harekete geçirerek direniş örgütlüyorlar. Bu, yaşamı ve doğayla olan karşılıklı bağımlılığımızı görmenin ve düzenlemenin anti-patriyarkal, anti-kapitalist ve sömürgecilik karşıtı (decolonial) bir yolu. Kendi bağlamınız ve düşünceniz açısından bu kavrama ilişkin görüşünüz nedir?
Siz konuyu gündeme getirene kadar bu ifadeyle karşılaşmamıştım, o yüzden araştırdım ve kesinlikle sevdim. Bu, erkeklerden “doğaya daha yakın” olduğumuzda ısrar ederek patriyarkal ideolojinin kadın ve doğa üzerinde birlikte tahakküm kurduğunu öne süren 1980’lerdeki ilksel ekofeminist tezle örtüşmektedir.
Bu katı ikilik hâlâ 21. yüzyıl düşüncesinin temel varsayımlarından biridir ve hatta yasal ve ekonomik yapıları şekillendirmektedir. Akademik kampüslerde Beşeri Bilimler, geleneksel olarak bilimlerden ayrılmıştır. Ben bu ikilik ve onunla birlikte gelen diğerlerini 1/0 fantezisi olarak adlandırıyorum – Erkek/Kadın, Beyaz/Siyah, Ekonomi/Ekoloji, Değer/Değersizlik – Politika Olarak Ekofeminizm (1997/2017) kitabına bakabilirsiniz. Topluluklarımızı, Avrupa merkezli ataerkilliği harekete geçiren temel ayrışma olan bu bölünmüş gerçekliği geride bırakmaları için eğitmeliyiz.
Erkekler de dahil olmak üzere tüm insanlar “bedenleşmiş formda doğadır”.
Doğa, bedenlerde gezinir, bedenlerle etkileşim kurar; bu bedenler öldüklerinde, toprağı beslemek için ona geri dönerler. Yani evet, Latin Amerikalı kadınların ilişkisel “beden-alan” anlayışını öğrenmek bir zevkti.
Yeşil ekonomi; iklim değişikliği, iklim krizi vb. sorunlara bir çözüm olarak normalleştiriliyor. Yeşil ekonomi araçları özellikle yerli kadınların ve Brezilya’da ayrıca quilombolaların bulunduğu kırsal alanlara ulaştığında, bu araçlarla yüzleşmek çok zor oluyor. Bazı sol kesimlerde bile bu tür araçlara yönelik yeterli eleştirinin olmadığını hissediyoruz. Ekolojik borç hakkındaki düşünceleriniz, doğanın devam eden bu finansallaştırılma sürecini ve yeşil ekonominin araçlarını ele almamıza muhtemelen yardımcı olabilir.
Yeşil Ekonomi fikri, 2000’li yılların başında ortaya çıktığında bunun bir çözüm olacağını düşünmüştük ancak sermaye kısa sürede bunu reformist bir ideolojiye dönüştürdü. Daha sonra bunu Yeşil Yeni Düzen izledi. Sorun, her ikisinin de ekonomi biliminiyi temel almasıdır ve ekonomi bilimininnin sorunu da, doğayı ölçülebilir birimlere ayırmaya dayanan, ayrışmış patriyarkal inanç sisteminin bir parçası olmasıdır. Doğa bir ölçüye indirgenemez; canlı formlar arasındaki enerji akışıyla çalışır.
Eko-Yeterlilik ve Global Adalet (2009) adlı kitabımda “somutlaşmış borç” terimini kullandığımda aklımda alternatif bir borç kavramı vardı; tamamen ekonomik olmayan ama doğanın hayat veren “metabolik değerine” hitap eden bir borç kavramı. Doğru, küresel kapitalizm altında işçilere, çalıştıkları süre karşılığında yeterli parasal ücret ödenmiyor, ancak kadınlara, uzun saatler alan ev içi yeniden üretim emeğinin karşılığında hiçbir ücret ödenmiyor. Bunun ötesinde, topluma muazzam bir termodinamik ve maddi katkı sağladıklarından bedenleri doğumla tükeniyor. Benzer şekilde, sömürgeleştirilmiş yerli halklara ne geçim kaynaklarının çalınması ne de kapitalizmin işlemek için bağlı olduğu doğal altyapının korunmasını sağlayan “meta-endüstriyel emekleri” için herhangi bir tazminat ödeniyor. Kapitalizm, küresel ısınma gibi sorunlarını gelecek nesillerin katlanacağı maliyetler olarak ertelediği için, bir başka borç da nesilseldir. İnsan dışındaki türlerin yaşam dünyası da Avrupa merkezli kalkınma modeli tarafından daraltılıyor. Ben buna “borç matrisi” diyorum.
Bugünlerde daha fazla insanın sermaye üretiminin yeniden üretime bağlı olduğunun farkına vardığını düşünüyor musunuz?
Yeterli düzeyde değil: “Yeniden üretim”, insanlık ve doğayı sistematik olarak birbirinden ayırması nedeniyle patriyarkal zihniyet için görünmezdir. Marksistler ve eko-sosyalistler bile bunu kabul etmekte zorluk çekiyorlar. Covid-19 salgını sırasında bakım emeğinin kritik rolü herkes için çok açık hâle geldi; belki biraz da bilinç değişikliği yaşandı. Ancak Avustralya’da hayat pahalılığı keskin bir şekilde arttığından, ücretler ve koşullar çok düşük olduğu için hemşireler ve öğretmenler toplu olarak işlerini bırakıyorlar.
Patriyarkal-sömürgeci-kapitalizmin nasıl işlediğine dair pek çok tanısal tanısal analitik analize sahibiz, bir yandan da toplumun nasıl örrgütleneceğine dair alternatif bir vizyon ve uygulamaları öne çıkarma zorluğuyla karşı karşıyayız. Peki, yaşamın toplumsal yeniden üretimini toplumun örgütlenmesinde merkeze alacak şekilde bakış açılarının değişmesiyle analizi nasıl ilerletebilir ve nasıl ifade edebiliriz?
Maddeci ekofeminizm, 21. yüzyılın ekolojik çöküşüne sömürgecilik karşıtı, feminist ve sosyalist bir yanıtı birleştirir.
Zapatista hareketinin dediği gibi, birçok özerk kültürün yan yana var olduğu bir dünya olan bir Pluriverse arıyoruz. Çinli kadınların topluluk tarımından daha önce bahsetmiştim, Rojava’dan Ekvador’a kadar da benzer hamleler var. Pluriverse, sürdürülebilir yaşam için çeşitli şablonların ana hatlarını çiziyor – ve kitabın arkasında, Hindistan’da Ashish Kothari ve arkadaşlarının koordine ettiği Küresel Alternatifler Halısı‘na katılmaya ve içinde aktif olmaya yönelik bir davet var. İyi şeyler oluyor; sadece patriyarkal-sömürgeci-kapitalizmin dünya sistemi o kadar saldırgan ve o kadar gürültülü ki zamanımız parçalanıyor!
[1] Ariel Salleh hakkında daha fazla bilgi için kişisel web sayfasına bakabilirsiniz.
Bu yazının orijinali 14.04.2023’te Capiremov sitesinde yayınlanmış, Özlem Barın tarafından Çatlak Zemin için çevirilmiştir.