fbpx

Vicdan, bilinç ve dayanışma

Paylaş

Depremin başlangıcından beri bir vicdan uyanışı yaşıyoruz. Yer yarılır, binalar yıkılır ve insanlar enkaz altında can verirken, eski deyimle “mâşerî vicdan” ayağa kalktı. Memleketin her yerinde ve toplumun pek çok kesiminde.

Uyanış iki dalga halinde geldi. İlkinde, bir yandan HDP ve sosyalist partilerden derneklere, CHP’li belediyelerden esnafa kadar herkesin acil ihtiyaç malzemelerini toparlayıp depremzedelere ulaştırma çabası; bir yandan da madencilerden üniversiteli gençlere kadar binlerce kişinin deprem bölgesine koşup arama-kurtarma çalışmalarına, sıcak yemek ve çay hizmetine, çadır kurup mezar kazmaya, depremzede çocuklarla oyuna katılması şeklinde. İkinci dalga ise, devlet kurumlarının çuvallamakla kalmayıp halk tarafından ulaştırılan bir kısım yardım malzemesine el koyması ve devletlû takımının depremzedelere çemkirmesi üzerine, Fenerbahçe stadyumundan başlayarak, tribünlerden yükselen “Yalan, Dolan, Talan, Yetti artık, İstifa ulan!” şeklinde. Beşiktaş maçında depremzede çocuklara gönderilmek üzere sahaya yağdırılan oyuncaklarla birlikte. Her ikisi de sürüyor.

Aslında bu vicdan uyanışı yeni değil. İzmit ve Düzce depremlerinde (1999) de yaşanmıştı. Sonra Van depreminde (2011), Covid-19 salgınında, Kastamonu Bozkurt’taki sel baskınında (2021), Muğla-Manavgat orman yangınlarında (2021) tekrar kendini gösterdi. Fakat her birinde felaketin çapı ve süresi nedeniyle sınırlı ölçekte kaldı. İki yıl önceki orman yangınlarında ve bu depremde ise gözle görülür bir fark ortaya çıktı. Müdahale ve yardım etmekle yükümlü kurum ve yöneticilerin acizliği ve küstahlığı bu uyanışı hem büyüttü hem de bir isyan duygusuyla birleştirdi. Her siyasi görüşten insanın katılımı ve katkısıyla, bir halk seferberliğine dönüştürdü.

Vicdan ve bilinç

Vicdan, Arapça wcd kökünden geliyor. Bulma fiilinin mastar haliymiş. TDK sözlüğünde “kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç” diye tarif ediliyor. İslam Ansiklopedisinde de “insanın içinde bulunan ahlâkî otorite, ahlâkî değerler ve eylemler hakkında hüküm verme ve yargılama yeteneğini ifade eder” deniyor.  Mâşerî vicdan ise “Tüm toplum kesimlerinin benimsediği ortak değerler” anlamına geliyormuş. Kısaca “toplumsal vicdan” ya da “kamu vicdanı” denebilir.

Vicdan bireysel, öznel ve daha ziyade duygusaldır. Empati yeteneği gelişkin olanlar hariç, herkesin kendi tanık olduğu olaylardan veya tanıdıklarının başına gelen hallerden etkilendiği, ya/ya da onları hissettiği kadar kendini gösterir. Mâşerî vicdan veya kamu vicdanı ortak değerlere dayalı olduğu için daha genel sonuçlara yol açabilir. Ne var ki her ikisinin de ifadesi zaman ve mekanla az çok sınırlı, yani kısmî ve gelip geçicidir

Bununla birlikte vicdan ile bilinç arasında dolaysız bir ilişki ve etkileşim de vardır. Sanıldığı gibi birincisi sadece dini inanç ve duygularla ikincisi ise seküler ve bilimsel kavrayışla bağlantılı değildir. Bu yüzden olsa gerek, mesela Latin dillerinde her iki kavram da aynı kelime ile ifade edilmektedir. Zaten özelikle de kamu vicdanının her uyanışı, insanın ancak başkalarıyla birlikte yaşayabileceğini sezmesinin, hissetmesinin veya fark etmesinin bir belirtisidir. Bu bakımdan, ne kadar kısmî, zaman ve mekanla sınırlı, belli-belirsiz de olsa bir toplumsal bilinç nüvesini içinde taşır. İki yıl önceki orman yangınlarında ve bu depremde görülen uyanış, insanın sadece başkalarıyla birlikte değil, aynı zamanda yaşadığı doğal ortamla, o ortamdaki hayvanlarla ve diğer canlılarla birlikte var olabileceğini de hatırlatmıştır. Ayrıca, mesela, Diyarbakır’a ilk yardım TIR’ının Bursaspor’dan gelmesi, TKP çadırından çay ya da çorba almaktan çekinmeyen ülkücü deprem gönüllüsü gibi örneklerin varlığı da siyasi ve ideolojik şartlanmaların yer yer aşılabildiğini işaret ediyor. 

Peki bu nüveden bir demokrasi bilinci yeşerir mi? Kolayca ve kendiliğinden olacak bir şey değil. Gerçi felaketlerin peş peşe gelmesi uyanış ve dayanışmanın sönüp gitmesine, kurulu düzenin kendi normlarını topluma tekrar dayatmasına fırsat vermiyor. Siyasi iktidarın kendi sebep olduğu yıkım karşısında halkı yapayalnız ve çaresiz bırakmakla kalmayıp efelik taslaması da isyan duygusunu büyütüp güçlendiriyor. Ama geniş ölçekli ve sürekli bir aydınlatma faaliyeti eşliğinde, somut duruma denk düşen bir siyasi çalışma olmadan bu yolda ilerleme sağlanamaz. Bugün sağlandığı kadarından da yarın geri düşülür. Kısacası, vicdan uyanışı bir eşik oluşturabilir ama kitlelerin bu eşikten geçip demokratik ve devrimci bilince varması için gerçekleri sürekli açıklama, ideolojik mücadeleyi yoğunlaştırma ve örgütlenmeye hız verme görevi bizlere aittir.

Devlet ve dayanışma

Burjuva devleti halkın seferber olmasından ve kendi sorunlarını kendi başına çözebilir hale gelmesinden hazzetmez. Eğer birçok ülkede halkın kendi dayanışma örgütleri varsa, bu, on yıllar, hatta yüzyıllar boyunca yürütülmüş toplumsal mücadele, yaratılmış ortak değer ve gelenekler sonucu, devletin fiili durumu tanımak zorunda kalması ile olmuştur. Bizde ise merkezi ve zorba devlet geleneği güçlüdür. Öteden beri halkın bağış ve yardımı devlet kurumlarına yapması, sonra da onların devlet eliyle kullanılması veya dağıtılması şart koşulur. Kurban derilerinin Türk Hava Kurumu tarafından toplanması eski bir örnektir. Gölcük depremi sırasında İbrahim Betil’in başına gelenler de başka bir örnek (Garanti Bankası Genel Müdürlüğü yapmış bir liberal ve Cem Boyner başkanlığındaki Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) partisinin İstanbul İl Başkanı olan Betül Çin’den getirttiği çadırları depremzedelere iletirken “Kızılay’a teslim edeceksin” dayatmasıyla karşılaşmış, bunu reddedip 33 gün açlık grevi yaptıktan sonra kendi sivil çabasını kabul ettirebilmişti).

Bu kez de bir yandan halkın toplayıp götürdüğü bir kısım yardım malzemesini, çadır ve sobaları Zaptiye Nazırı SS’in emrindeki polis, jandarma ve kayyumlarla gasp ettiler; Alman hükûmetinin gönderdiği çadırlara bile utanmadan AFAD logosu yapıştırdılar; bir yandan da Suriyeliler yağma ve hırsızlık yapıyormuş diye faşist çete saldırıları örgütleyip bir linç iklimi yaratmaya kalkıştılar. Fakat  acizlik ve kasıtları gün gibi ortada olduğu, halk ciddi tepki gösterdiği ve dayanışma çabalarını sürdürdüğü için sökmedi. Girişimleri bir ölçüde boşa, rezillikleri gittikçe daha fazla açığa çıktı. Gene de vazgeçmiş değiller. Bursaspor taraftarı geçinen bir faşist güruhun Amedspor’lulara saldırması, hatta Meral Akşener’in masaya tekme atması bile, aynı zamanda, halkı laik faşistlerle dinci faşistler arasına kıstırıp tekrar devlet güdümüne sokmaya yöneliktir. Öte yandan, Kızılay ve AFAD’ın bağış ve yardımları, TSK’nın devlet imkanlarını depremzedelerden esirgedikleri halde Kuzey Suriye’deki cihatçılar için tepe tepe kullandıklarını ise kimse için sır değil.

Sol ve dayanışma

Hatay Kriz Koordinasyonu basın açıklaması

Türkiye ve Kürdistan solu, her zamanki gibi, depremin ardından ilk harekete geçen kesim oldu. Devlet ilk iki-üç gün boyunca herhangi bir varlık göstermez ve on binlerce insanı enkaz altında ölüme terk ederken, deprem kentlerine ilk ulaşanlar, yardım malzemesi götürenler, oralarda çay ve çorba sunmaya başlayanlar çoğunlukla solcular, kendini solcu sayan insanlardı. Bu bizim kökleri çok eskilere ve derinlere giden, her zaman gurur duyarak sahip çıkacağımız bir geleneğimiz. Aynı zamanda toplumsal bilincin de mâşerî vicdanın da herkesten önce ve herkesten fazla solda bulunduğunu gösteren bir refleks. Fakat siyasetle ilgili olmayanların, kimi sağcıların, hatta faşist ideoloji ve örgütlere bağlı bazı insanların çırpınış ve katkılarını görmezden gelme ve inkar etme hakkını bize vermez. Bu alandaki zaaf ve eksiklerimizi yok sayma hakkını ise hiç vermez.

Sosyalist partilerin daha ilk günden deprem bölgesinde kendi çadırlarını açarak getirdikleri yardım malzemesini ihtiyaç sahiplerine dağıtması, arama-kurtarma çalışmalarında elden geldiğince görev alması çok değerlidir. Aynı şekilde Ahbap’ın (zılgıtı yiyince devletin bir müştemilatına dönüşme eğilimine rağmen) ve diğer hükûmet dışı sivil kurum, dernek ve inisiyatiflerin çaba ve katkıları da çok değerlidir. Bütün bunlar çok değerlidir  ama yeterli değildir. Birkaç sebepten:

Birincisi, sosyalist partilerin, solcu dernek ve çevrelerin gücü ve imkanları sınırlıdır. Halka, bu örnekte depremzedelere yardım her bir solcu örgüt ve inisiyatifin çabalarından ibaret kalırsa katkıları sınırlı ve kısa süreli olacaktır. Üstelik bu durum söz konusu parti ve gruplara mesafeli  insanların seferber edilmesini de zorlaştırabilir. Oysa özellikle deprem mahalline gidenler ihtiyaçların ne kadar büyük ve herkesin birbirine ne kadar muhtaç olduğunu yaşayarak kavramış olsa gerek. Bu tecrübe sol içi rekabeti hiç olmazsa azaltmalı, ortaklık ve eşgüdüme öncelik verme refleksini güçlendirmeli, solcu olmayanların da maddi ve fiziki katkılarını sağlamaya hizmet etmelidir.

İkincisi, her dayanışma faaliyetinde esas ve nihai amaç mağdur halkın örgütlenerek kendi kendine yardım etmesini, kendi sorunlarını çözebilir hale gelmesini sağlamaktır. Hatay’da gönüllülerin parti önlüğü takıp kendi örgütünün reklamını yapmadan, Deprem Dayanışması adıyla ve yerli halkla birlikte kurduğu merkezler bu bakımdan birer örnek olabilir. Şüphesiz henüz başlangıç aşamasında bulunan, desteklenmesi, büyütülmesi ve her bakımdan geliştirilmesi gereken birer örnek. Alevi derneklerinin ve cem evlerinin, Kürdistan’da Heyva Sor‘un yürüttüğü dayanışma faaliyeti ise halihazırda epeyce geniş bir bilgi ve deney birikimine sahip başka örneklerdir. İsteyen, söz gelimi, Fransa’daki Secours Populaire ya da başka ülkelerdeki solcu dayanışma örgütlerini de örnek alabilir. Hepsi aynı kapıya çıkar.

Üçüncüsü, her şeyi merkezileştirmek ve herkesi zapt-u-rapt altına almak bu devletin geleneksel refleksidir. Hükümet, hatta rejim değişse bile bu refleks şu ya da bu ölçüde kendini gösterecek, bazen en kritik zaman ve durumlarda halkın karşısına dikilecektir. Dolayısıyla dayanışma ağlarının devletten bağımsız, ona boyun eğmeyecek, onu yarattığı engelleri aşma yollarını bulabilecek zihniyet ve kişilerle kurulması ve sonunda kendi meşruiyetini devlete kabul ettirecek şekilde güçlendirilmesi gerekir.

Dördüncüsü, dayanışma ağları, işin doğası gereği, öncelikle yerel ölçekte, illerde ve ilçelerde kurulup güçlendirilmelidir. Ama aralarında bir eşgüdüm mekanizması da kurulması şarttır. Bu mekanizma, hem ülkenin başka bölgelerinden gelecek ya da oralara iletilecek yardımların ve gönüllülerin dağıtımı için, hem de özellikle uluslararası yardım kuruluşlarıyla doğrudan ilişkiye geçebilmek için, asgari bir merkezileşmeye, bir isim ya da markaya, bir temsil mekanizmasına sahip olmalıdır. Söylemeye bile gerek yok ki temsil edecek kişilerin bağımsız ama ortak değerlerimizi paylaşan, çalışkan, fedakar ve güvenilir kişilerden seçilmesinde yarar vardır.

Nihayet, önümüzdeki yıllar başka yıkımlara da gebedir. Felaket tellallığı yapmak gibi olmasın ama görünen köy kılavuz istemiyor. Birkaç bölgede daha fay hatlarının kırılması, kuraklık, yangınlar, sel baskınları, yer kaymaları, siyanür havuzlarının patlaması v.b. ihtimaller sırada bekliyor. Doğanın ve toplumun tahammül sınırlarını aşındıran vahşi kapitalizm dayanışma seferberliğini sık sık gündeme getirecek ve ihtiyacını arttıracak gibi görünüyor. Yorulmaya, durulmaya, pes etmeye hakkımız yok ve olmayacak. Sosyalistler, devrimciler ve kendini solcu sayan herkes, külahını önüne koyup, bu faaliyeti nasıl daha örgütlü ve güçlü bir şekilde sürdürebiliriz diye kafa yormakla ve gereklerini yapmakla yükümlüdür.

Bu yazı, bunca yıkım ve zulmün ortasında her birimizin direncini, hayata bağlılığını, onu yeniden inşa etme azmini dile getiren bir şiirle bitsin. Direnişçi Fransız şairi Robert Desnos’tan* : 

`

BUGÜN BAŞKA BİR GÜNDÜR

Yarın sabah

Bugünkünden daha erken kalkacağım

Güneş yarın sabah

Bugünkünden daha sıcak olacak

Ben daha güçlü olacağım yarın sabah

Bugünkünden daha güçlü

Neşeli olacağım yarın sabah

Bugünkünden daha neşeli

Yarın sabah

Bugünkünden daha fazla dostum olacak

Varsın yarın sabah

Ölüm bugünkünden daha yakın olsun

Ben yarın sabah daha canlı

Bugünkünden daha da canlı olacağım

* Robert Desnos, sürrealist akımın önde gelen isimlerinden biri (Sürrealist kelimesi Türkçeye “gerçeküstücü” diye çevrilmiş olup metafizik çağrışımı yapmaktadır. Oysa aşırı gerçekçilik veya artıgerçekçilik diye çevirmek daha isabetli olurdu). 1930’larda anti-faşist, işgal yıllarında ise Londra’ya istihbarat aktaran bir direniş ağının üyesidir. Şubat 1944’te tutuklanmış, Çekoslovakya’da Theresienstadt’daki nazi kampında yakalandığı tifüsten ötürü 8 Haziran 1945’te, kurtuluştan bir ay sonra, hayatını kaybetmiştir.

10.03.2023