fbpx

Berlin’de çifte hayal kırıklığı

Paylaş

Nil Kural Evrensel için 73. Berlin Film Festivali’ne dair izlenimlerini yazdı.

Bu yıl 16 Şubat’ta başlayan 73. Berlin Film Festivali’ne Türkiye’den katılanlar festivale ülkede yaşanan felaketin ağırlığıyla vardı. Festivalin açılışında sarf edilen bir iki cümle dışında Berlinale’de Türkiye ve Suriye’deki depremin yarattığı akıl almaz kaybın herhangi bir yansımasının olmaması ve festival dünyasının hiçbir şey olmamış gibi dönmesi, Türkiye’den gelen katılımcıların matemde bir başına bırakılma hissini perçinledi. Ukrayna işgali ve İran’daki protestolar konusunda politik tavrını açıkça ortaya koyan Berlinale, Türkiye kökenli nüfusun şehirdeki ağırlığına ve Almanya’nın Türkiye’yle olan özel kültür bağına rağmen Türkiye’nin yasını paylaşmak söz konusu olduğunda benzer bir irade sergilemedi.

Ortasına yaklaşan festivalin programında pandemi sonrası göze çarpan bir eğilim, filmin konusunun hakkını verirken bir yandan da yaratıcı bir sinema dili kullanmayı başaran filmlerin ender rastlanır olması. Sinema takipçilerinin aradığı ve bulmakta zorlandığı bu birleşim, festivalin programının hayal kırıklıklarıyla dolu olması anlamına geliyor.

Yarışmada yer alan İtalyan yönetmen Giacomo Abbruzzese’nin imzasını taşıyan Fransa yapımı “Disco Boy”u ilk örnek olarak mercek altına alalım. Belarus’tan daha iyi bir hayat için canını hiçe sayarak Fransa’ya gelen genç Aleksei’nin bu ülkede kalmak için Fransız ordusunun yabancı birliklere kabul edilmesi söz konusu. Film Nijerya’daki rejime karşı çıkan isyancı Jomo ile yolları kesişen Aleksei üzerinden kolonyalizmin günümüzdeki artıklarını, bir ötekinin başka bir ötekinin karşısına düşman olarak çıkarılması gibi önemli mevzuları işliyor.

Ancak ilk uzun metrajlı kurmaca filmine “Disco Boy” ile imza atan Abbruzzese’nin Jomo ile Aleksei’nin dünyasını birleştirmek için kullandığı dans motifinden başlayarak filmini video klipleri andıran bir estetik üzerine kurması, ele aldığı konuya izleyiciyi yabancılaştıran, filmi yüzeyselleştiren bir sinema dili anlamına geliyor. İzlemesi fazla “güzel” olan bu estetik, meselenin ağırlığını ve önemini hiçliğe indiriyor. Film akla getirdiği Claire Denis başyapıtı “Beau Travail”in silik bir gölgesi olmaktan öteye götürmüyor.

Sundance Film Festivali’nden Berlinale yarışmasına büyük övgülerle gelen Celine Song’un yönettiği “Past Lives” da “Disco Boy”un Alexei’yi kadar sert şartlarda olmasa da çocukluğunda Kore’den ailesiyle birlikte Kanada’ya taşınan Nora üzerinden göçmenliğe odaklanıyor. Nora’nın hayatının üç dönemine çocukluk aşkı Hae Sung ile bağı üzerinden bakan film, merkeze aldığı göçmen olma halinin hislerini izleyiciye geçiremeden Hae Sung’la kopmayan bağına inanmasını talep ediyor. Filmin yıllara meydan okuyan platonik çifti Nora ve Hae Sung “Past Lives”ı işleyen bir romantik film kılabiliyor belki, ama göçmenliğin Nora’da yarattığı değişim veya yaşadığı zorluklara dair bir anlam yaratamıyor. Filmin merkezine aldığı göçmenlik, havada asılı kalıyor.

Yarışmada yer alan Almanya yapımı “Someday We’ll Tell Each Other Everything”, Emily Atef’in yönettiği Daniela Krien’in aynı adlı romanın uyarlaması. Benzer bir hedefi şaşırma problemi bu filmde de dikkat çekiyor. 1990’larda Doğu Almanya’nın kırsalında geçen film, Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra Doğu Almanya’nın Batı ile birleşmesinin ardından yaşanan ekonomik ve sosyal değişime odaklanacak gibi başlıyor. Ancak kısa süre içinde bu konuyu bir kenara bırakıp genç bir kadın ile yaşça kendisinden büyük yalnız bir çiftçi arasında başlayan tutkulu bir ilişkiye doğru dümen kırıyor ve bu ilişkiye demode bulunması kaçınılmaz bir şekilde ağırlık veriyor. Atef’in imzasını taşıyan film de, bugün için anlatılması değerli bir tarihi dönemi, sinemada defalarca anlatmış ve geçmiş yılların sinemasına ait gibi duran bir ilişkiyi enine boyuna işlemek için feda ediyor.

Anlatılan konunun ıskalandığı filmlerin karşısında duran örneklerden biri, festivalin Panaroma bölümünde İlker Çatak’ın yönettiği “Das Lehrerzimmer”. Film, Almanya’da bir okulda öğretmenlik yapan idealist Carla Nowak’ın okuldaki bir hırsızlık olayında öğrencilerinin suçlanması üzerine harekete geçmesini konu alıyor. Hırsızlığın kaynağının öğretmenler odası olduğundan şüphelenen Nowak, doğru olanı yapmaya çalıştıkça kendisini gitgide baskı gördüğü bir durumun içinde buluyor. Çatak, eğitim sisteminin işleyişi üzerinden idealizmin sonuçları üzerine dört dörtlük bir portre sunuyor.

Festivalin ortasına kadar sunduğu filmlerin çoğunluğundaki eksiklik hissinin önümüzdeki günlerde değişme ihtimali, 73. Berlin Film Festivali’nin nasıl hatırlanacağı konusunda belirleyici olacak. Matem konusundaki duygudaşlığın kurulması ise daha zor gözüküyor.