fbpx

İki kitap bir yazar: “Maraş Kıyımı” ve “Beni Sen Öldür”

Paylaş

Bundan 7 yıl önceydi. 7 yıl önce aşağıdaki bu yazıyı yazmıştım Aziz arkadaşıma. Yeni bir kitap çalışmasında “Yazı Dosyamı” gözden geçirirken rastladım o günlerde yazmış olduğum yazıya. 7 yıl sonra bu yazıyı sizlerle ve yazar arkadaşımla paylaşmak istedim. Bu günlerde Pel yayınlarında “Soykırım ve Maraş Kıyımı” üzerine üçüncü kitabı yayınlandı.

Çoğumuzun bildiği gibi 44 yıl önce Maraş Kıyımı yaşandı bu memlekette. 30 yıl sonra hatırlandı güncel olarak. İlk 14 yıl Maraş Kıyımı üzerine yıl dönümü yazı ve makaleleri, çeşitli panel ve söyleşiler ile geçti ya da “geçiştirildi” dersem abartı olmaz. Bu tüm devrimci, sosyalist hareketin bir eksiği, gerekli ilgi ve duyarlılıkta eksik yanı. İlk 30 yıl sonra Maraş Kıyımı sokakta, Ankara ve Maraş’ta kitlesel protesto ile gündemleşti. Bunda İngiltere Aleviler Birliği Federasyonu’nun payı büyük oldu. Son 14 yıldır her yıl dönümünde Maraş’ta ya da Maraş il sınırları içerisinde protesto ediliyor, adalet mücadelesinde güncelleniyor. 14 yıldır çoğunlukla temsili heyetler düzeyinde katılıma izin veriliyor, çelenk bırakılıp basına açıklama yapılıyor. Protesto yürüyüşü için gelen binleri bulan halk ise Narlı’da toplanıp dağılıyor ya da devlet güçleri Narlı’dan Maraş’a yürümek isteyen demokratik kurumları ve kitleyi zor kullanarak engelleyip dağıtıyor. Narlı eşiği bir türlü aşılamıyor. Bu yıl da Maraş Valiliği “Kamu güvenliği” adına, “hassasiyeti” adına 10 gün süreyle açık hava toplantı, gösteri ve yürüyüşü yasaklandığını açıkladı.

34 yıl sonra Maraş kıyımı üzerine ilk kitap Aziz Tunç tarafından yazılıp yayınlandı. A. Rıza Koçak ise “Çarpı” adlı kitabında Maraş kıyımına değinmiş. Sonra yakın zamanda Orhan Gazi Ertekin “Maraş Katliamı – Geçtiler Ölüler Tarlasından Kendini Yaralarıyla” kitabını yazdı. Bir yıl olmadı, 2022 yılı içinde de liseli arkadaşım, Aziz gibi aynı gelenekten geldiğimiz Hüseyin Torun’un yazdığı “Tarihe Geçen Kara Bir Leke – Maraş Katliamı” kitabı yayınlandı. Oldukça kapsamlı bir çalışma. 17 Aralık günü ortak tanıdığımız, aynı dava tutsağı olarak yargılandığımız Yusuf İnan dostun taziyesinde buluşunca da bu konuda sohbet ettik yine Hüseyin Torun’la. Yine bir dostun, Yusuf’un anısı buluşturdu bizi. Antep’ten Maraş’a uzandı sohbetimiz.

Gazi Ertekin’in kitabını henüz okumadım, kitaba ilişkin bazı yazar ve okurların kimi değerlendirme yazılarını okudum, bir de okuyan kimi arkadaşlarla görüşmelerde anlattıkları oldu. Kendi sitesindeki yazıları da okudum. Hala yazması gerekenler var Hasan Temizsoy arkadaşımız gibi. Maraş katliamı ile ilgili şiirleri ve yazıları olan bir arkadaşım Hasan Temizsoy. Sürecin içinde olup en yakından ve en iyi bilenlerden sayılır. Keza Garbis Altınoğlu’nun da yazıları önemli. Maraş katliamı üzerine geniş ve sağlıklı incelemeyi içeren makaleleri var. Kısacası bu konuda “tüm eksiklikleri” önsel olarak kabul ederek her bir çalışmayı değerli ve önemli buluyorum. Elbette herkes durduğu yerden bakıp değerlendiriyor. Elbette herkes bugün durduğu yerden, durduğu yere göre, olguları ve olayları ona göre değerlendirerek yazıp çiziyor, görüş beyan ediyor. “Belgeseller” çekiyor. Bu bir yere kadar anlaşılır da. Anlaşılmaz olan tarihsel olguları ve gerçeklikleri objektif olarak yazmak. Etik olan bu. Adaletli olmak, gerçekleri tahrif etmeden yazmak, tarih çarpıtıcılığına düşmemek önemli olan.

Resmi devlet ideolojisi ve kalemşörleri, Maraş katliamı failleri olay ve olguları kara propaganda ile zaten yeterince çarpıtmaya çalışıyor. Kendi kanlı, kara sicillerini beyhude bir çabayla aklamaya çalışıyorlar. Bilinir olsa da yeniden değinmek ve hafızalarda güncellemek için de olsa yazmak gerekiyor. Maraş katliamında faşistleri ve devletin rolünü aklamak için asılsız bir şekilde kara propaganda ile Maraş katliamı bir dönem Sol güçlerin üzerine yıkılmaya, “başını Ermeni Garbis Altınoğlu’nun çektiği DHB, HK ve Devrimci Savaşçılar örgütü” gibi örgütleri suçlamaya kadar gittiler. Garbis 2014 de yazdığı bir yazıda bunu genişçe açıklıyor, yalan ve iftiraları çürütüyor. Adana 6. Kolordu Sıkıyönetim 1 Nolu Mahkemedeki savunmasında da buna yer veriyor. Garbis ile birlikte Maraş katliamını Maraş Ringi’nde sorguda üzerlerine yıkmaya çalıştıkları Devrimci Savaş davasınadan Hamit Kapan, Tahsin Kozanoğlu, Saim Sağnak, Muhammed Arifoğlu ve başka insanlar da vardı. Bu arkadaşlarla yollarımız 80’li yılların ortasında Hatay E Tipi Hapishanesinde 71. Koğuşta kesişti. Bu konuda uzun uzun sohbetlerimiz oldu. Çok ağır işkenceli sorgudan geçmişler, bunun ağır tahribatlarını ciddi sağlık sorunları olarak yaşıyorlardı. Sorgudan çıkışlarının üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen özellikle Saim ile Hamit’de bu durum oldukça görünür haldeydi. Saim hoca katı yemek yiyemiyor, “sıvı yemekte bile zorlanıyorum” diyordu. Bağırsakları ile sindirim sistemi iflas etmişti. Sağlık sorununu ömrü boyunca yaşadı, geçen yıllar içinde İsviçre’de yaşamını yitirdi. Muhammed Arifoğlu ise felsefe öğretmeniydi. Ankara’dan kalkan Hızlı Tren kazasında yaşamını yitirdi. Anılarını saygıyla yad ediyorum. Hamit ile 2011 yılında yolumuz bu kez İstanbul’da kesişti. Maltepe’de ortak tanıdık bir arkadaş iş yerine götürdü, dostlukların vefası ile buluştuk. Sonrasında arada bir buluşup anıları yad ettik kaldığımız yerden. 2012 yılında da Maltepe Gülsuyu Festivali’nde “Katliamlar Tarihi ve Türkiye” konulu panelin konuşmacıları arasında Hamit Kapan da vardı. O günlerde beni ziyarete gelen, o zamanlar 4 yaşında olan sevgili torunum İlya’mın panelin moderatörlüğünü yaparken tam da orta yerde gelip sesli olarak “Dede cips” diyerek bana cips vermesiyle herkesin gülümsediği panelde de Hamit Kapan Maraş katliamını ve direnişi anlattı. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” misali karanlık güçlerin kara propagandaları boşa çıkmış, iddiaları daha sorgu aşamasında çürümüştü.

86 yılında itirafçı polis Sedat Caner’in Nokta dergisinde itirafları yayınlanınca gerçekler geniş kamuoyu nezdinde daha bir gün yüzüne çıktı.

Buna rağmen hala günümüz Türkiye’sinde kafa karışıklığı yaratmaya, gerçek katilleri aklamaya, masum göstermeye dönük girişimler, önemli figürler yok değil. Hem Maraş katliamının yıldönümünde katliamı kınayıp hem de bu katliamın sorumlusu olanların, önünde yürüyenlerin, ideolojik pratik önderliğini yapanların ölüm yıldönümünde onları “saygıyla” anmak, “büyük devlet adamı” sıfatıyla değer biçip “anılarını yad etmek” gibi gaflete düşenler çok. Örneğin Alparslan Türkeş, Muhsin Yazıcıoğlu gibilerini kendilerine “sol, sosyal demokrat, ilerici” görenlerin, sunanların anması, taziye mesajı sunmaları kesilmiyor. “Hem sağız hem soluz” der gibiler. Olmaz, olamaz böyle, siyasette bunun adı ilkelerden uzak iki yüzlülük, halkımızın tabiriyle de nabza göre şerbet vermek diğer adıyla. Bunlar ayrı bir yazı konusu. Üzerinde uzunca durulmalı.

Evet, Maraş hakkında yazılıp çizilenler giderek çoğalıyor. Yazılmalı. Çünkü, Maraş kıyımı üzerine ne yazılsa, ne söylense hep bir eksiği olur / kalır. Sıradan bir olay değil Maraş’ta yaşatılan. Bilinçli, örgütlü, planlı bir kitlesel kıyım, yağma, talan. Aziz Tunç arkadaşım bu konudaki tartışmaları daha ileri bir boyuta taşıyarak “Soykırım” diyor. Siyasal özneleri bakımından gecikmeli de olsa uluslararası boyutta tartışmaya açıyor. Yeni üçüncü kitabında bu konudaki tezlerini sunuyor okura, konunun özel muhataplarına.

Neyse, 7 yıl önce yazdığım yazıya gelelim şimdi.

*****

20 Aralık 2015

İstanbul/Taksim’de iki Aziz bir de ben özlem tadında bir çay içimi “biz üç kişiydik Haydar’ın Çay Evi’nde zamanı güzelledikten, “Beni Sen Öldür” kitabını imzalayıp verdikten sonra sevgili dostum, araştırmacı yazar arkadaşım Aziz Tunç’la ayrıldık. “Sen yoluna ben yoluma” der gibi herkes kendi yoluna gitmesi için vedalaştık. Ne de olsa yolcu yolunda gerekti. Tuzla’ya gitmek için otobüse bindim. Koltuğa oturur oturmaz “Maraş Kıyımı” adlı kitabından sonra ikinci kitabının hazırlık sürecine tanık olduğum, özverili çabanın, yoğun emeğinin parçası olduğum zamanların kitabını merakla açtım. Sayfaları bir bir çevirip, sonra da önce Mithat Bozkurt, Veysel Kalkandelen, Hacı Bektaş Bozkurt, ve ilk öldürülen TÖB-DER üyesi öğretmenler Mustafa Yirmibeşoğlu (Halkın Yolu okuru), Hacı Çolak’ın öyküsünü okudum. Ve Mehmet Kınık, yeni adıyla Minehöyük eski ve bilinen adıyla Gavur Gölü’nün sevgili Muhtarı. Yolda 20 yaşlarında bir genç oturdu yanıma. O’da bir kitap açtı, okumaya başladı. Sonra bir telefon çaldı, genç fazla konuşmadan kitap okuduğunu söyleyip konuşmasını bitirdi.

Hangi kitap elindeki, çok dikkat etmedim. Ama o benim elimdeki kitaba dikkatlice bakıyordu ara ara. Tuzla İçmeler Köprüsü’ne geldim, inmek için kalktığımda gördüm gencin elindeki kitabı. Bu ne garip şey, bu ne rastlantıdır anlaşılmaz. Benim Elimdeki Maraş Katliamının tarihsel yüzleşme albümü denilecek bir kitap. Katliamcıları, o dönemin sokakta koçbaşı olarak kullanılan MHP’nin katliamını anlatan bir kitap, gencin elindeki ise bu katliamın mimarlarından Alpaslan Türkeş’i anlatan “Başbuğ Türkeş” adlı bir kitap. Ancak bu kadar rastlantı olabilir. Bu katliamın birinci elden örgütleyen ve yönetenlerinden Muhsin Yazıcıoğlu’nun Maraş’ta Cerit dağlarında ölmesi gibi bir rastlantı.

Bir hoş oldu içim, bir garip oldum. Kafamı sallayıp indim durakta, derin düşüncelere dalıp, Maraş Katliamı günlerini, ardından yaşanan günleri ve geçen yılları düşündüm. Tarihin adaleti unutmaz hiçbir zaman, tarih affetmez. Aslan postuna bürünse de Kurt yine aynı Kurt’tur. Bilirsiniz Maraş Katliamı günlerinde iktidarda olan CHP Azınlık Hükümeti’dir. Demirel’in deyimiyle “Çankaya hükumeti”. Başbakan da CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’tir. Hani şu öldükten sonra kasasından Maraş Katliamı’nın belgeleri çıkan “ünlü”, “büyük” devlet adamı Ecevit. 12 Mart darbesinden sonra CHP’nin Genel Başkanı olarak ilk seçimlere katılan ve katılırken de “kontr-gerilladan hesap soracağım, dağıtacağım” diye meydanlarda nutuk atıp propaganda yaparak önemli bir oy da alarak hükümet kurup başbakan olan Ecevit. Başbakan olduktan sonra da sözlerin meydanların sessizliğinde kalıp kontr-gerillanın üstüne yürüme cesareti olmayan, Maraş katliamı döneminde de başbakanlık yapıp da katliam belgelerini kasasında saklayan devletlû adam. Hoş 19 Aralık tutsak katliamı, devrimci kadro kıyımı katliamı döneminde de Başbakan Ecevit’ti. Ulucanlar katliamında 10 devrimci tutsağın kellesini götürdü Amerika’ya ziyaretinde efendilerine, 19 Aralık katliam kararıyla döndü bunun için. Ne gariptir değil mi?

Maraş katliamının mimarı bir partiyle de koalisyon hükümeti kurdu aynı Ecevit. Bizim memlekette sosyal demokratlığın geldiği son karanlık duraklardan biridir bu. Nerden baksan tutarsızlık diyeceğin tavır bizim kendine hala “solum” deyip, “sosyal demokratım” deyip de siyasette sınıf işbirliğini savunan çizgiden medet umup, halkında aklını her defasında çelip sınıf düşmanlarıyla barıştırır oldukları gibi. Aynı çizgi, aynı parti geleneği Sivas katliamında da hükümetin ortağıdır. Nedense hiç bu yönden sorgulamazlar bunu. Bunların solculukları, demokratlıkları CHP gibi partilerin halka karşı “sol makyajı” aslında. Onun bütün sınıf düşmanı, halk düşmanı yüzünü maskeleyen bir örtü. Halk nezdinde ömrünü uzatan bir ilaç. Kendiler de bunun farkında ama onların da sol nefesleri ancak buna yetiyor. Herkes bunun farkında onlar gibi. Kendileriyle yüzleşmekten, gerçeklerle yüzleşmekten korkan, tarihiyle yüzleşmekten sakınan bir gerçeklikleri var bunların. Bu memleketin, bu memleket insanlarının ayıbı da burada gizli zaten. Tarihiyle yüzleşmeyen, gerçeklerle yüzleşmeyen ve hesaplaşmayan, bundan korkan, bu korkuyu da gizleyip, allayıp pullayıp üstünü örten bir durumda oluşlarıdır.

Evet, Maraş kıyımının üstünden 44 yıl geçmiş. Bir insan ömrünün yarısı denecek kadar bir zaman. Aziz Tunç’un “Maraş Kıyımı” adlı ilk kitabının ardından “Beni Sen Öldür” kitabını, özverili olduğu kadar insana acı veren çalışmasını okumaya çalışıyorum. Ne kadar yakışır bilemiyorum ölüm ve katliamlar üzerine bir çalışma için “iyi bir kitap, güzel bir çalışma” demek. İnsan okudukça yol alır iyi bir kitabı, sen okudukça yürüyemez oluyorsun acıdan, kinden, nefretten. Her satırı kan revan içinde, her satırı ölüm kusanların bir soykırım cinayeti. “Maraş Maraş kanlı Maraş” dedikleri bir yer, bir kent. Acısını, ağıdını, yarasını içine gömen bir kent.

Aralık ayını aralayan bir katliam. Adaleti yaralı bir tarih Maraş. Davası mahşere bırakılmak istenen bir Maraş. Kayıp ölüler, kayıp mezarlar, yitik yaşamlar kenti Maraş. Özüne düşmanlaştırılan, sesini yere gömen, kana gömen bir kent. Tıpkı Dersim gibi… Bugün Şengal’de Kobani’de gördüklerimiz, tanık olduklarımız, katillerin kendisi ve kendilerini ifade ettikleri sembol ve siyasal adları farklı olsa da aynı zihniyetin, aynı siyasal düşüncenin katliamcı güçleridir. Kodları da bir, yaka numaraları da. Soy ağaçları aynı. Maraş’ta insanları çoluk çocuk demeden en ilkel aletlerle, en ilkel biçimde öldüren, katleden, bundan haz duyan, sürekli olarak ölüm üstüne ölüm gerçekleştiren, insan çığlıkları arasında, yakarışlar karşısında tekbir sesleriyle ölüm kusanlar ile Şengal’de kelle keserek tekbir getirenler arasında ne fark var? Sivas’ta diri diri yakarak tekbir getirenler ile Kobane’de tekbir getirerek ölüm hücumuna geçenler arasında ne fark var? Kulak kesip koleksiyon yapanlarla Kobane, Şengal’de kelle kesip koleksiyon yapanlar arasında ne fark var? Kestikleri insan başlarıyla bölgede (Mezopotamya) hatıra resmi çektirenlerle Kobane’de kestikleri insan başlarıyla gazetelere boy boy resim verenler, bunun videosunu yapıp yayınlayanlar arasında ne fark var? Hepsi aynı zihniyet, aynı güçler, aynı fikrin ürünleri.

Aynı kumaştan dokunmuş bunlar. Aynı terzinin dikişleri. “Beni Sen Öldür” kitabını okuyunca bunu daha iyi görüyor, anlıyor, tanıyorsun. Kitabın adı insana ürkütücü geliyor. Bir arkadaşım “böyle kitap adı mı olur?” demişti. Bu memlekette bu katliamları en iyi anlatan bu özlü bir sözdür, kitapta olur, şiirde olur. Ümmühan adlı bir kadın katliamın içinde katillerin karşısında haykırıyor, yalvarıyor eşine beni bunların eline teslim etme, “beni sen öldür” diyor. İnsanın yüzyıllar da geçse unutmayacağı bir çığlık bu. Bir yaşlı dede, yeğeninin ona emaneti çocuğu için, “Ona kıymayın, o emanet” deyip, “beni öldürün” yakarışı insanın kulaklarından çıkmıyor. Aziz Tunç onlarca insanla, dönemin, katliamın mağduru ve tanığıyla görüşmüş, bire bir bunun yaşanmış öyküsünü yazmış. Bunu yazmak da kolay değil, biz okurken zorlanıyoruz, bunu yazarken zorlanmamak elde değil. Bir genç kızın babasıyla kardeşinin kendi bluzuna damlayan kanlarını, onlardan hatıra olarak çeyizi olarak koruması nasıl bir duygu, nasıl yük değil mi? Cansız bedenlerini kucaklıyor, kana bulanıyor bluzu. Onlara sarılıyor ve bluzunu çeyizine koyuyor. Bu katliamı unutmama duygusudur bu. Çeyiz sandığı onun en büyük hatırasıdır.

Garo, Minehöyüklü, yeğenlerinin cenazesini arıyor parça parça edilmiş, lime lime kesilmiş insan cesetleri arasında. Gazeteciler kümelenmiş her yaştan insan cenazeleri arasında bir fotoğraf karesinde yakalıyor onu bir an için. Ardından cenazelerini ararken kendi cenazesi de karışıyor arasına. Kanı kanlarına karışıyor. Yıllarca komşuluk yapmışlar, yıllarca birbirlerinin dert ortağı olmuş, acılarını, sevinçlerini paylaşmış insanlar, katliam günlerinde katilleri olmuş. Ne korkunç değil mi? Evlerine almamış, kapılarını kitlemişler, ölümlerini seyre durmuş çoğu. Yaralı gözlerinin önünde, can çekerken insanlar, onlar yağmaya talana durmuşlar varlıklarını. İnsanlık adına ne korkunç, ne iğrenç, ne büyük zalimlik değil mi?

Kitabın her sayfasında bunun örneklerini okuyorsunuz. “Artık yeter! Edi Bese!” demek geçiyor içinizden.