fbpx

Amerika Birleşik Devletleri’nde Siyasi Şiddetin Yükselişi(1/2)*- Rachel Kleinfeld

Paylaş

2020 ABD başkanlık seçimlerinden bir hafta sonra, Dominion Oylama Sistemleri’nde yönetici olan Eric Coomer saklanmak zorunda kaldı. Dönemin başkanı Donald Trump’ın öfkeli destekçileri, Dominion’ın oyları Joe Biden lehine değiştirdiği yönündeki yanlış suçlamalara inanarak Coomer’ın ev adresini ve telefon numarasını yayınladı ve başına bir milyon dolar ödül koydu. Coomer hedef tahtasındaki pek çok kişiden biriydi. Öyle ki, Nisan 2021’de Brennan Center for Justice tarafından yapılan ankete katılan sandık görevlilerinin üçte biri kendilerini güvende hissetmediklerini ve yüzde 79’u devlet tarafından sağlanan güvenlik istediklerini söyledi. Temmuz ayında Adalet Bakanlığı, özellikle seçim yöneticilerine yönelik tehditlerle mücadele etmek üzere özel bir görev gücü kurdu.

Daha önce adı açıklanmayan bürokratlara ve kamu sağlığı görevlilerine yönelik ölüm tehditlerinden Michigan valisini kaçırma planına ve 6 Ocak 2021’de ABD Kongre Binası’na yapılan saldırıya kadar, ABD’deki siyasi şiddet eylemleri son beş yılda hızla arttı. Siyasi şiddetin niteliği de değişti. Medyanın Proud Boys, Oath Keepers ve Boogaloo Bois gibi gruplara odaklanması daha derin bir eğilimi gizledi: insanlar çevrimiçi katılım yoluyla kendi kendilerini radikalleştirdikçe siyasi şiddetin “grupsuzlaşması”. Küresel Terörizm Veri Tabanını tutan Ulusal Terörizm ve Terörizme Tepkiler Çalışmaları Konsorsiyumu’na (START) göre, ABD’deki siyasi şiddetin çoğu herhangi bir resmi örgüte üye olmayan kişiler tarafından işlenmektedir.

Bunun yerine, bir zamanlar uç gruplarla sınırlı olan fikirler artık ana akım medyada yer alıyor. Beyazların üstünlüğünü savunan fikirler, milis modası ve komplo teorileri oyun siteleri, YouTube kanalları ve bloglar aracılığıyla yayılırken, memler, argo ve şakalardan oluşan kaygan bir dil, radikal ideolojileri ve faaliyetleri normalleştirerek duruş ve şiddeti kışkırtma arasındaki çizgiyi bulanıklaştırıyor.

Bu değişimler yeni bir gerçeklik yaratmıştır: milyonlarca Amerikalı siyasi şiddeti üstlenmeye, desteklemeye ya da mazur görmeye isteklidir; bu tanım (şiddet önleme örgütü Over Zero’yu takiben) siyasi, ekonomik ya da sosyokültürel yaşamdan kimin faydalanacağını ya da bu yaşama kimin tam olarak katılabileceğini etkileyen fiziksel zarar ya da gözdağı olarak tanımlanmaktadır. Şiddet, Black Lives Matter protestoları veya ortak bir paylaşılan kimliğe yönelik tehdit hissini tetikleyen maske zorunlulukları gibi öngörülebilir sosyal olaylar tarafından katalize edilebilir. Şiddet aynı zamanda seçimleri ve demokrasinin kendisini etkilemek için kasıtlı olarak partizan bir araç olarak da kullanılabilir. Bu örgütsel model, siyasi şiddeti durdurmayı her zamankinden daha zor ve aynı zamanda daha önemli hale getirmektedir.

Tarihsel Olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde Siyasi Şiddet
Siyasi şiddetin Amerika Birleşik Devletleri’nde uzun bir geçmişi vardır. 1960’lı yılların sonlarından bu yana, anti-emperyalist Weather Underground Örgütü ya da kürtaj karşıtı Operation Rescue gibi, taraftarlarını ana akımdan gizli hücrelere çeken yoğun ideolojik gruplar tarafından gerçekleştirilmiştir. 1960’ların sonu ve 1970’lerde bu şiddet yanlısı gruplar çoğunlukla aşırı solda yer alıyordu. Sosyal, çevresel ve hayvan hakları davaları adına (kayda değer istisnalar dışında) büyük ölçüde mülke karşı olmak üzere kapsamlı şiddet eylemleri gerçekleştirdiler. 1970’lerin sonlarından itibaren, beyaz üstünlükçü, kürtaj karşıtı ve milis grupların yükselişiyle birlikte siyasi şiddet sağa kaydı. Şiddet olaylarının sayısı azaldı, ancak hedefler mülkten insanlara -azınlıklar, kürtaj sağlayıcıları ve federal ajanlara- kaydı.

Bugün yaşananlar bu yakın geçmişe benzemiyor. Soldan gelen olaylar artıyor olsa da, ister Küresel Terörizm Veritabanı’na, ister FBI istatistiklerine, ister diğer hükümet veya bağımsız sayımlara bakılsın, siyasi şiddet hala ezici bir çoğunlukla sağdan gelmektedir. Yine de aşırı sağ şiddet uygulayan kişiler -özellikle de spontane nefret suçlarından ziyade planlı şiddet- tipik teröristlerden ve şiddet suçlularından daha yaşlı ve daha köklüdür. Genellikle iş sahibidirler, evlidirler ve çocuk sahibidirler. Kiliseye giden veya cemaat gruplarına üye olanların şiddet içeren, komplocu inançlara sahip olma olasılığı daha yüksektir. Bunlar izole edilmiş “yalnız kurtlar” değildir; fikirlerini yankılayan geniş bir topluluğun parçasıdırlar.

İki alt grup şiddete en yatkın grup olarak görünmektedir. Ocak 2021 Amerikan Perspektifleri Anketi, beyaz Hıristiyan Evanjelik Cumhuriyetçilerin hem siyasi şiddetin hem de Demokrat politikacıların ve Hollywood elitlerinin (kimlik tespitini engelleyen maske zorunluluklarının yardımıyla) çocuk ticareti yapan ve kanlarını toplayan pedofiller olduğunu iddia eden Q-Anon komplosunun en büyük destekçileri olduğunu ortaya koymuştur; Evanjelik siyaset bilimcileri tarafından yapılan ayrı anketler, Ekim 2020’de beyaz Evanjelik Hıristiyanların yaklaşık yüzde 47’sinin, Cumhuriyetçilerin yüzde 59’u gibi Q-Anon’un ilkelerine inandığını ortaya koymuştur.5 Birçok Evanjelik papaz, cemaatlerini bu sapkınlıktan uzaklaştırmak için çalışmaktadır. Ayrıntılar tuhaf görünebilir, ancak özüne inildiğinde geniş çaplı çekiciliği daha net ortaya çıkmaktadır: Demokratlar ve kültürel elitler genellikle Hıristiyanlığa karşı dizilmiş ve Hıristiyan çocuklara zarar vermek isteyen Şeytani güçler olarak tasvir edilmektedir.

Şiddete eğilimli diğer alt grup ise kadınlar ya da azınlıklar tarafından tehdit edildiğini düşünenlerden oluşmaktadır. Bunlarla ilgili anketler net değildir. American Enterprise Institute ve akademisyenler tarafından 2020 ve 2021 yıllarında yapılan ayrı anketler, Cumhuriyetçilerin çoğunluğunun “geleneksel Amerikan yaşam tarzının o kadar hızlı yok olduğunu” ve “onu kurtarmak için güç kullanmak zorunda kalabileceklerini” kabul ettiğini ortaya koymuştur. Beyazların azınlıklardan daha fazla ayrımcılığa maruz kaldığına inanan katılımcıların bu görüşe katılma olasılığı daha yüksektir.6 Akademisyenler Nathan Kalmoe ve Lilliana Mason, azınlıklara karşı daha yüksek düzeyde kızgınlık duyan beyaz Cumhuriyetçilerin Demokratları kötü ya da insanlık dışı olarak görme olasılıklarının daha yüksek olduğunu tespit etmiştir (bu inançların şiddete yönelik engellemeleri azalttığı düşünülmektedir). Ancak, bu duygulara rağmen, ırksal olarak kızgın olanlar Demokratlara karşı şiddeti onaylama konusunda öne çıkmamıştır. Bunun yerine, siyasi şiddeti destekleme olasılığı en yüksek kişiler, kadınlara karşı düşmanlık besleyen hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçilerdi. Irksal tehdit duygusu, daha muhafazakarları şiddeti normalleştirecek ve daha müsamahakar bir atmosfer yaratacak şekilde daha fazla kızgınlık ifade etmeye hazırlarken, her iki partide de kadınlara karşı özellikle mağdur hisseden erkekler bu duygularla hareket etmeye en istekli olabilir.

Şiddete göz yuman sağcı toplulukları birleştiren temel fikir, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki beyaz Hıristiyan erkeklerin kültürel ve demografik tehdit altında olduğu ve savunmaya ihtiyaç duydukları ve yaşam tarzlarını koruyacak olanın Cumhuriyetçi Parti ve özellikle Donald Trump olduğudur. Bu örüntü, partizan kimliğin ırk, etnik köken, din ve göçmenlik statüsüyle birleştirildiği; birçok ABD doğumlu vatandaşın kültürel güç ve statülerini diğer sosyal gruplara kaptırdıklarını düşündüğü ve şiddetin birkaç sapkın aykırı kişi tarafından değil, normal sivil hayata katılan sıradan vatandaşlar tarafından işlendiği on dokuzuncu yüzyıl ABD’sindeki siyasi şiddet örüntüsüne benzemektedir.

Değişen toplumsal dinamikler bu şiddeti teşvik eden bariz unsurlardı, ancak çoğu zaman siyasi sonuçlar da doğurdu. Belirsizlik, politikacıların ateşle oynamalarını, makul inkar edilebilirlik iddiasında bulunurken kasıtlı olarak şiddeti kışkırtmalarını teşvik etti ve mümkün kıldı. 1840’larda ve 1850’lerde Maine ve Maryland’den Kentucky ve Louisiana’ya kadar Her Şeyi Bilenler partisi beyaz Protestanları çoğunlukla Katolik olan İrlandalı ve İtalyan göçmenlere (hem beyaz olmayan hem de Demokrat Parti seçmeni olarak görülen) karşı ayaklanmaya kışkırttı. Kuzey’de 1855’te ve Güney’de 1860’ta Ne Olduğunu Bilenler çöktüğünde, bağnazlık devam etmesine rağmen Katolik karşıtı şiddet aniden düşüşe geçti. Güney’de beyaz üstünlükçü şiddet ırkçılıkla suçlandı, ancak zamanlama seçimlerle bağlantılıydı. Yüksek Mahkeme’nin 1883’te federal hükümetin ırkçı terör konusunda yargı yetkisi olmadığına hükmederek 1875 Sivil Haklar Yasası’nı iptal etmesinin ardından şiddet, birçok eyalette Demokrat Parti için açık bir kampanya stratejisi haline geldi. Linçler de benzer bir şekilde kullanıldı. Yakın nedenler sosyal ve ekonomik olsa da, bunların zamanı ve yeri siyaset tarafından belirlenmiştir: Rekabetin yoğun olduğu eyaletlerde seçimler öncesinde linç olayları artmıştır. Demokrat Partili politikacılar öfkeyi arttırmak için ırkçı söylemler kullanmış, ardından yoksul beyazları yoksul siyahlardan ziyade zengin beyazlarla daha fazla ortak noktaları olduğuna ikna etmek ve Halkçı ve İlerici Partilerin yoksul beyazlar ve siyahları tek bir oy tabanında birleştirmesini engellemek için şiddetin ortaya çıkmasına izin vermiştir. Jim Crow yasaları Demokratların tek parti kontrolünü pekiştirdikçe, linçlere politikacılar tarafından ihtiyaç duyulmadı. Sayıları hızla düştü; artık seçimlerle bağlantılı değillerdi.

Seçim Şiddeti için Risk Faktörleri
İster devlet güvenliği veya partinin silahlı gençlik kolları aracılığıyla doğrudan bir siyasi parti tarafından gerçekleştirilsin, ister milislere ve çetelere yaptırılsın, isterse de sıradan vatandaşlar tarafından işlensin, küresel olarak dört faktör seçimle ilgili şiddet riskini artırmaktadır: 1) güç dengesini değiştirebilecek son derece rekabetçi bir seçim; 2) kimliğe dayalı partizan bölünme; 3) kimlik bölünmelerini istismar ederek kazanmayı mümkün kılan seçim kuralları; ve 4) şiddet üzerindeki zayıf kurumsal kısıtlamalar, özellikle de güvenlik sektörünün bir gruba karşı önyargılı olması, faillerin şiddetten sorumlu tutulmayacaklarına inanmalarına yol açmaktadır.

Hindu-milliyetçisi Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) yükselişi bu dinamiği örneklemektedir. 2002 yılında bir tren yangınında Ayodhya’daki tartışmalı bir bölgeden Hindistan’ın Gujarat şehrine dönen Hindu hacılar hayatını kaybetti. Müslüman karşıtı bir pogrom patlak verdi. Hindistan’ın şu anki başbakanı, BJP’li Narendra Modi, o dönemde Gujarat’ın başbakanıydı. Neredeyse tamamı Müslümanlara yönelik üç gün süren şiddet olayları sırasında polisin seyirci kalmasına izin verdi ve daha sonra isyancıları yargılamayı reddetti. Parti, Hindu seçmenleri Kongre Partisi’nden koparmak için Hindu-Müslüman gerilimlerini istismar ederek o yıl eyalet yasama seçimlerini kazandı. Parti o zamandan beri ülke genelinde çekişmeli bölgelerde kazanmak için etnik isyanları körükledi ve Modi başbakan olarak bu stratejiyi tekrarladı.

Hindistan’ın kazanan her şeyi alır seçim sisteminde, çete şiddeti potansiyel olarak seçimleri değiştirebilir. Her ne kadar toplumsal şikayetten kaynaklansa da, çete şiddeti siyasi manipülasyona açıktır. Bu, Amerika Birleşik Devletleri’nin deneyimlediğine en çok benzeyen seçim şiddeti biçimidir ve özellikle tehlikelidir. Toplumsal hareketlerin kendilerine ait hedefleri vardır. Partizan amaçlara da hizmet edebilseler de, istenmeyen yönlerde hareket edebilirler ve kontrol edilmeleri zordur.

Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde seçim şiddeti için risk faktörleri artmıştır ve bu da kurumsal kısıtlamalar üzerinde daha fazla baskı yaratmaktadır.

Güç dengesini değiştirebilecek yüksek rekabetçi seçimler: Artan siyasi rekabet seçim şiddeti ile güçlü bir şekilde ilişkilidir. Sadece sonuçlar belirsiz ama yakın olduğunda şiddete başvurmak için bir neden vardır. ABD tarihinin büyük bölümünde tek bir parti on yıllar boyunca yasama gücünü elinde tutmuştur. Ancak 1980’den bu yana, Kongre’nin en az bir kanadının kontrolünün el değiştirmesi mümkün olmuştur ve 2010’dan bu yana, seçimlerde Yeniden Yapılanma’dan (1865-77) bu yana görülmemiş düzeyde bir rekabet yaşanmaktadır.

Kimliğe dayalı partizan bölünme: 1990’lara kadar pek çok Amerikalı birden fazla kimlik grubuna aitti – örneğin, bir sendika üyesi muhafazakar, dindar, Güneyli bir adam olabilirdi ama yine de Demokratlara oy veriyordu. Bugün ise Amerikalılar kendilerini iki geniş kimlik grubuna ayırmış durumdalar: Demokratlar daha çok şehirlerde yaşamakta, azınlık, kadın ve dini bağları olmayan kişiler olma eğiliminde ve liberal eğilimli. Cumhuriyetçiler ise genellikle kırsal bölgelerde ya da banliyölerde yaşamakta ve beyaz, erkek, Hristiyan ve muhafazakar olma olasılıkları daha yüksektir. Kesişen bir kimliğe sahip olanlar (siyah Hıristiyanlar veya kadın Cumhuriyetçiler gibi) genellikle partizan “kabileleri” ile uyumlu olan diğer kimliklere bağlanırlar.

Siyaset psikoloğu Lilliana Mason’ın gösterdiği gibi, daha az kesişen bağa sahip gruplar içinde daha fazla homojenlik, insanların daha net iç ve dış gruplar oluşturmasını sağlayarak onları çatışmaya hazırlar. Birçok kimlik aynı hizada olduğunda, bunlardan herhangi birinin küçümsenmesi aşağılanma ve öfkeyi tetikleyebilir. Bu tür duygular politika farklılıkları nedeniyle artar ancak politikayla ilgili değildir; kişiseldir ve bu nedenle daha güçlüdür. Bu gerçek kültürel ve inanç farklılıkları, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kültürel çatışmaların merkezinde yer almaktadır.

ABD parti ve seçim kurumları bu kimlik ayrılıklarını azaltmak yerine daha da derinleştirmektedir. Irksal ve dini kimliğin siyasi parti ile uyumu rastgele değildir. Ayrışma, 1965 yılında Medeni Haklar Yasası’nın kabul edilmesinin ardından, ırksal eşitliğe karşı çıkan beyazların Demokrat Parti’den kaçmasıyla başlamıştır. Bunu 1980 ve 1984 yıllarında Reagan Demokratları olarak adlandırılan ve farklı ideolojik motivasyonlara sahip ikinci bir dalga izlemiştir. Barack Obama’nın seçilmesiyle Demokrat Parti’den uzaklaşan ve Trump’ın 2016 başkanlık kampanyasının cazibesine kapılan üçüncü bir dalga, özellikle “Amerikalılığı” beyaz ve Hıristiyan olarak tanımlama olasılığı yüksek olan eski kararsız seçmenleri Cumhuriyetçi Parti’ye çekti.

2016 yılında Pew Araştırma Merkezi tarafından yapılan bir ankete göre ABD vatandaşlarının yüzde 32’si “gerçek bir Amerikalı” olmak için ABD doğumlu bir Hıristiyan olmak gerektiğine inanmaktadır. Ancak 2017 Voter Study Group analizine göre Trump’ın önseçim seçmenlerinin yüzde 86’sı ABD’de doğmuş olmanın “çok önemli” olduğunu; yüzde 77’si Hristiyan olmak gerektiğini ve yüzde 47’si de “Avrupa kökenli” olmak gerektiğini düşünmektedir. Democracy Fund seçmen anketlerine göre, 2016 ön seçimlerinde birçok ekonomik muhafazakâr, liberteryen ve diğer geleneksel Cumhuriyetçi gruplar vatandaşlık konusunda bu görüşleri paylaşmıyordu. Ancak 2020 yılına gelindiğinde, beyaz kimlik seçmenleri Cumhuriyetçi tabanın daha da büyük bir bölümünü oluşturmuştur. Dahası, etkileri sayılarından daha büyüktür çünkü kimliklerin bu kadar sabit olduğu ve siyasi kutuplaşmanın bu kadar yoğun olduğu mevcut ABD bağlamında dalgalı seçmenler nadirdir, bu nedenle kampanyaların güvenilir seçmenleri kazanmaya odaklanması daha uygun maliyetlidir. Bunu yapmanın en kolay yolu, grupların üzerinde anlaşamayabileceği politikalardan ziyade ortak kimliklere yönelik duygusal çağrılardır. Bu hem Cumhuriyetçiler hem de Demokratlar için geçerlidir.

Ancak Demokrat Parti’nin tabanı son derece heterojendir. Bu nedenle parti, örneğin daha az güvenilir genç “uyanmış” seçmenlerin talepleri ile oldukça güvenilir Afro-Amerikan kilise müdavimlerinin talepleri ya da daha muhafazakar Meksikalı Amerikalı erkeklerin talepleri ile ilerici aktivistlerin talepleri gibi birbiriyle rekabet eden talepleri dengelemek zorundadır. Buna karşılık Cumhuriyetçi Parti giderek daha homojen bir yapıya bürünmekte, bu da kampanyaların beyaz, Hıristiyan, erkek kimliklerine ve geleneksel sosyal hiyerarşiye hitap etmesine olanak tanımaktadır.

Dolayısıyla, çeşitli sosyal olaylar tarafından siyasi şiddet uygulamaya teşvik edilebilecek çok sayıda Amerikalının ortaya çıkması, kısmen, siyasi olarak son derece sıralanmış, psikolojik olarak anormal zamanlarda normal siyasetin tesadüfi bir yan ürünüdür. Normal zamanlarda bile insanlar saldırıya uğradıklarında gruplarını savunmak için daha kolay bir şekilde bir araya gelirler, bu yüzden “x’inizi almak için dışarıdalar” çok eski bir bağış toplama ve oy toplama mesajıdır. Genellikle bu tür taktikler kutuplaşmayı arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Ancak bireyler ve toplumlar yüksek düzeyde ayrışmış ve stresli olduğunda, etkileri çok daha kötü olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde covid-19 pandemisinden önce de endemik olan ve o zamandan beri daha da kötüleşen eşitsizlik ve yalnızlık, şiddet ve saldırganlıkla yüksek oranda ilişkili faktörlerdir. Bulaşıcı hastalıklar ise tarihsel olarak yabancı düşmanı şiddete yol açmıştır.

Bu faktörlerin ani sosyal mesafe gereklilikleri, işyerlerinin ve kamusal alanların kapatılması ve bir seçim yılında pandemiyle ilgili alışılmadık derecede müdahaleci hükümet önlemleriyle birleşmesi, psikolojik olarak daha kırılgan olanları uçurumun kenarına itmiş olabilir. Psikologlar, kimliklerinde önemli ölçüde örtüşme olan daha homojen grupların grup tehdidi hissiyle karşılaştıklarında derin bir öfkeyle tepki verdiklerini bulmuşlardır. Bu öfkeyle hareket etmek, fail olma duygusunu ve özsaygıyı geri getirebilir ve şiddetin meşrulaştırıldığı ve normalleştirildiği bir ortamda belki de sosyal onay bile kazanabilir.

*Journal of Democracy’de yayınlanan bu makaleyi orijinal dilden çeviren: Nihal Kalender / gasteavrupa
Yazının devamı yarın yayınlanacaktır.