Çıkış noktası eşitlik haklar ve özgürlükler mücadelesi olan dünya kadın hareketinin mücadele tarihine baktığımızda, kadınların kazandıkları hakların hiçte öyle kolay elde edilmediğini görüyoruz. Bu tarihin ağır bedellerin ödendiği, inişli, çıkışlı bir o kadar da coşkulu, isyan ve direnişlerle yazılan bir tarih olduğu çıkıyor karşımıza. Kadın hakları mücadele tarihi dediğimizde aklımıza ilk gelen ise bedelini giyotinle idam edilerek ödeyen Olympe de Gouges oluyor.
1789’da Fransa’da eşitlik, özgürlük ve kardeşlik şiarı ile gerçekleşen Fransız devriminden sonra 1791’de “İnsanlar hakları ile özgür ve eşit doğarlar ve eşit yaşarlar.” başlıklı Yurttaşlık Halkları Bildirgesi çıkar. Bu bildirge kadınları şaşkınlığa uğrattığı kadar uyanışlarının yol taşlarını döşer. Çünkü bildirgede yazılan ekonomiden, siyasete, iş kurmadan mülk edinmeye, eğitimden sağlığa kadar bütün haklar erkek yurttaşlar için düşünülen haklardır. Kadınların adı yoktur. Bu bildirge Fransız devriminde en ön saflarda savaşan, erkeklerle birlikte omuz omuza mücadele eden kadınları yok saymış, yurttaş yerine koymamıştı. Buda devrimin en ön saflarında yer alan kadınlar açısından haksızlığa uğradıklarına dair bir farkındalık yaratır.
Öyle ya, insanlar hakları yönünden eşit ve özgür doğar sözü neden kadınlar için geçerli kılınmamıştı? Sorusunu doğurur.
Böylece Olympe de Gouges, “Kadın özgür doğar erkeklerle haklar bakımından eşittir.” der ve Kadın ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi’ni yazar. Ama bedeli ağır olur. Sırf kadın hakları bildirgesi yazdığı için idam edilir. Aynı yıl genel oy hakkı çıkarılır. Ama sadece erkeklere. Kadınlar gene yok sayılır.
Kadınlar geri çekilmezler ve böylece eşit haklar için uzun soluklu bir mücadele başlatır ve bu mücadele dünyanın dört bir yanına yayılır.
İlk açlık grevini kadınlar yapıyor!
Bu tarihsel koşullar feminizmin birinci dalgası olarak anılan ve kadınlar için oy hakkını savunan sufrajet hareketini ortaya çıkarır. Oy hakkı ve seçme seçilme haklarını kazanmak demek, o dönemde eşitlik sağlamanın yolu olarak görülür. Kadınlar seslerini duyurmak için kimi yerlerde belediye binaları, üniversiteler kimi yerlerde ise parlamento işgal ederler.
Hatta politik bir eylem biçimi olan açlık grevleri tarihte ilk defa İngiltere’de sufrajetler tarafından oy hakkı mücadelesinde kullanılır. Ama kadın düşmanı İngiliz iktidar kadınları zorla besleyerek grevi kırmak ister.
Süreç içinde Avrupa’dan ABD’de ve Asya’ya kadar her tarafta da kurulan kadın örgütleri oy hakkı ve eşit işe eşit ücretten kamusal alanda yer almaya kadar pek çok talep oluştururlar. Yüzbinlerce kadın sokaklara çıkar.
Kadınlar her alanda, her yerde mücadelede!
Kapitalist sisteme karşı sınıf mücadelesinin yükselişe geçtiği devrim hareketinin yayıldığı
1848’li yılların arkasından gerçekleşen 1871 Paris Komünündede kadınlar gene en ön saflarda yer alacaktır. Andre Leo Elizabeth Dmietreff ve Louise Michel bu mücadelede yer alan ve eşitliğe inanmış kadınlardan sadece bir kaçı. Ancak Michel mücadeleye katılmanın bedelini sürgün edilerek öder.
Kapitalist sömürüsü altında ezilen işçilerin mücadelesinin yükseldiği yıllar olan 1857’ye gelindiğinde çoğunluğu kadınlardan oluşan dokuma fabrikasındaki işçiler eşit işe eşit ücret, çalışma koşullarının düzeltilmesi, doğum izni ve çalışma saatlerinin kısaltılması için greve giderler. Bedeli ağır olur. İşçiler fabrikaya kapatılır. Yakılan fabrikada onlarca kadın işçi ölür, yüzlercesi yaralanır.
1910’lu yıllara gelindiğinde Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında sınıf ve kadın mücadelesine adanmış bir hayat olan Klara Zetkin’in önerisi ile 1857’de grevde hayatını kaybeden kadın işçiler anısına, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” olarak önerilir ve kabul edilir.
O yıldan sonra dünyanın her tarafında 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanır.
Rusya’da Lenin önderliğinde gerçekleşen Bolşevik devriminde Nadezhda Krupskaya, Aleksandra gibi binlerce kadın gene en ön saflarda yer alır.
Devrimden hemen sonra kadınlar eşit işe eşit ücret, çalışma hakkı, kürtaj, boşanma, ücretli doğum izni gibi haklar kazanır.
Ama Emma Goldman’ın, “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir” sözü iktidarı ele geçirmenin zihinlerde devrim olmadığını gösterir. Bunun farkına varan “Bir çok hayat yaşadım” diyen Aleksandra Kolontay, “evlilikle mutfağın ayrılması kadının tarihinde kilise ve devletin ayrılmasından daha önemsiz reform değildir” diyerek kadının ücretsiz ev içi köleliğinden kurtuluşunun ne kadar önemli olduğunu gözlerimizin önüne serer.
Türkiye’de 1975′ yılına kadar ilk ve son 8 Mart 1921 yılında kutlanır, çünkü yeni kurulan cumhuriyet 8 Mart kutlamalarına izin vermez. İlerici Kadınlar Derneği 1975 yılında 8 Mart’ı kadınların gündemine girmesini sağlar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılı olan 1923’de ise, “Kadın Halk Fıkrası” kurulur. Partinin kurucu önderi Nezih Muhittin kararlı bir kadın hakları savunucu ve eylemcisidir. Eğitim, meslek edinme, boşanma, siyasete katılma, oy hakkı mücadelesi verir. Ancak o da dönemin erkek egemen zihniyeti tarafından saldırıya uğrar ve yalnızlaştırılır. 1934’te oy hakkı tanındı. Ancak bu hak hediye edilmedi, o döneme kadar ki kadınların uğraşı ve çabaları sonuncu mücadeleyle kazanıldı. 12 Eylül darbesinden sonra ise 1980’li yılların ortasında kadınlar sessizliği bozarak, “Dayağa Karşı Kampanyalar” başlatırlar.
Kadın hareketinin 2.nci dalgası
Dünya genelinde sınıf savaşlarının, gençlik hareketin, isyanların yükseldiği 1960’lı yıllara gelindiğinde, kadınların mücadelesi de ivedi kazanır.
Bu döneme kadar kadınlar pek çok haklar kazansalar bile kendi hayatlarını denetleyememe olgusunun devam ettiğini görürler.
Özel ve kamusal alan dahil hayatın her alandaki eşitsizliklerin ve ayrımcılığın devam ettiğini oy hakkına rağmen ekonomiden, siyasete erkeklerle eşit bir şekilde katılamadıklarının farkına varırlar.
Sürekli devinim halinde olan kadınlar kendisinden önceki kadınların mücadele azmini devam ettirirler. Araştırma, öğrenme, sorgulama, bilgiyi bilince çıkarma, pratiği gözlemleme ve teori üretme mücadelesi hızlanır.
Ve böylece kadınların kamusal hayata katılımını belirleyenin patriyarka yani erkek egemen sistem olduğu tespitini yaparlar. Eşit haklar mücadelesi verilse bile erkek egemenliğini aşmayı önüne koymayan bir hareketin eşitliği ve özgürlüğü sağlamasının mümkün olmadığı tespiti yapılır.
2.nci dalga feminizmin en öne çıkan sloganı özel olan politik olurken, benim bedenim, benim hayatım sözleri ile kadınları bedenlerine, yaşamlarına ve kimliğine sahip çıkmaya çağırır. Buda kadınların mücadele içinde kendilerini yeniden var etmesini sağladı.
Kadınların görünmeyen ev içi emeği, yeniden üretim, cinsellik, kadına yönelik şiddet gibi konuları önüne koydu. Uzun soluklu tartışma, araştırma ve mücadele dolu yıllar içinde bu yeni konular üzerinden feminist politikalar belirlenir ve kadın mücadelesi şekillenir.
Toplumsal yeniden üretimi sağlayan kadının ev içi ücretsiz emeği üzerinden kapitalist sisteminde, erkeklerinden kendini nasıl var ettiğini açığa çıkarır. Patriyarkanın kadın emeğini değersizleştirmesinin ücretli emek piyasasında sermaye tarafından nasıl ucuz işgücüne dönüştürüldüğü ve eşitsiz ilişkilerin kadınları nasıl yoksullaştırdığı açığa çıkarılır.
Tespit edilen sorunlara yönelik çözümler kendini dayatır. Böylece geleceğe yönelik perspektif farklılıkları liberal, sosyalist, Marksist, anarşist, eko feminizm gibi farklı feminist hareketlerini doğurur.
1990’nlı yıllarda ortaya çıkan feminizmin üçüncü dalgası ise kadınlar arasındaki sınıf, etnik, ulusal, ırksal ve cinsel yöneliminden kaynaklı farklı ezilme ve sömürülme biçimi yaşadıklarına dikkat çeker. Kimlikler üzerinden örgütlenir.
Yılmak yok! Mücadeleye devam!
Eşit işe eşit ücret mücadelesi halen sürse de son yüzyıl içinde kadınlar zorlu mücadelelerle oy hakkı, çalışma, birey olarak kabul edilme, boşanma, miras, kürtaj, nafaka, kadın beyanı esastır gibi pek çok hak ve özgürlükler kazandılar.
Ancak ne yazık ki son yıllar kadınların zorlu mücadelelerle kazandıkları hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar yükselişe geçti. Kadınlara yönelik şiddet cins kırımına dönüştü.
Kadın düşmanı iktidarlar dünyanın dört bir yanında kadınların LGBTİ’lerin hayatlarına, yaşama haklarına, feminist kazanımlarına yönelik top yekün savaş açmış durumda.
Bu saldırılarla amaç kadınları yeniden geleneksel rollere geri göndermek. Mücadele eden, sokağa çıkan, örgütlenen ve özgürleşen kadınlardan korkuyorlar. Kadının örgütlenmesi ve özgürleşmesinin patriyarkanında kapitalist sisteminde dayandığı temellerin yıkılması demek olduğunu biliyorlar.
Ama ne yaparlarsa yapsınlar kadınlar artık uyandı. Eğer kadınlar haklarımıza sahip çıkıp, kadın düşmanı iktidarlara ve eril zihniyete karşı mücadele edip, şiddete karşı öz savunmamızı yaratmazsak bizleri nasıl bir karanlık sürecin beklediğini biliyoruz.
Ancak tüm saldırılara rağmen küresel düzeyde dalga, dalga yayılan çoklu ve çoğulcu bir kadın hareketi/ feminist hareket umudumuz.
Arjantin’de kadına şiddeti protesto eden, “NI UNA MENOS” Bir kişi daha eksilmeyeceğiz hareketinden, Hindistan’daki kadınların “Gulabi Gang” öz savunmasına, Almanya’daki Hayır Demek Hayırdır Hareketi’nden, Türkiye’deki Feminist Gece Yürüyüşleri, yükselen kadın/ feminist hareketine, Kürt özgür kadın hareketinden, Rojava’daki kadın devrimine kadar bütün mücadeleler kadınlara ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
Bu umutla bu yılda dünyanın dört bir yanında 8 Martta taleplerimiz için alanlardayız.
Hayatlarımızdan, haklarımız ve özgürlüklerimizden vazgeçmiyoruz.
Görünmeyen emeğimizi görünür kılmak, bedenlerimize, hayatlarımıza ve yaşama haklarımıza sahip çıkmak, şiddete karşı öz savunmamızı kuşanmak için,
Sömürüye, yoksullaşmaya hayır demek, Savaşa karşı, Barış hemen şimdi demek için,
Eşit özgür bir dünyayı örmek için ısrarla kadın dayanışması diyoruz.
Biliyoruz ki dayanışmanın güzelliği ile ancak birlikte güçlü olabiliriz!