Türkiye Peter Pan Sendromu’ndan kurtulmak zorunda. Türkiye Peter Pan Sendromu’ndan kurtulurken LGBTİ+ Hareketi de çok daha fazla olarak Peter Pan Sendromu’ndan kendisini sıyırmak durumunda.
Türkiye’de son yıllarda “yaşlılık”, “yaşlılar”, “yaşlanma”, “yaşçılık”, “yaş ayrımcılığı”, “yaşlılara yönelik ayrımcılık” gibi başlıklarda giderek gelişen ve genişleyen bir külliyatın ortaya çıktığını söylemek mümkün. Kısaca “yaşlılık çalışmaları” olarak adlandırılan bu alanda yapılan çalışmalar elbette akademik çalışmalar ile sınırlı değil. Söz konusu alanda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin sayısında da bir artış ve çeşitlenme de göze çarpıyor; ki 2019 yılında kurulan 17 Mayıs Derneği’nin ana çalışma alanlarından biri de yaşlı LGBTİ+’lar.
Peki bir LGBTİ+ aktivisti olarak bu mesele beni niye bu kadar ilgilendiriyor? Belli ölçülerde kişisel bir hikâyesi var bu ilginin; ama bir bakıma bizim hikâyemiz, hepimizin hikâyesi.
Birincisi, artık ben de yaş alıyorum ya da yaşlanıyorum. Burada bir parantez açmak gerekli. Bir süre öncesine kadar yaşlanmak kelimesinin ayrımcılık içerdiği, dolayısıyla “yaş almak” kavramının kullanılması gerektiğine dair bir söylem hayli popülerlik kazanmıştı. Lakin tam da bu kavramın kendisini kullanmanın ayrımcılık içerip içermediği, gizli bir ayrımcılık taşıyıp taşımadığı da tartışmaya açık. Zira tam da yaşlılığa ve yaşlanmaya yönelik olumsuz algılar içselleştirilmiş olduğu, yaşlılara yönelik ayrımcılığın temel dayanaklarından olan yaşlanma korkusu göz ardı edildiği için yaş almak kavramı ayrımcılık üretmiyormuşçasına sorgulamadan kullanılıyor olabilir mi?
İkincisi, biz lubunya cemaati içerisinde yaşlılığa ve yaşlılara dair kullanılan pejoratif dil ve bunun pratikleşme biçimleri. Malum lubuncada yaşlı anlamına gelen “balamoz“ esasen pek de makbul bir tip değildir. Hatta öyle ki birisi yaşlı/yaş almış kişilere çekim duyuyorsa şakayla karışık “balamozculuk” ile yaftalanabilir. Sıklıkla genç erkeklerden hoşlanma anlamındaki “manticilik”in yanında balamozculuk söylemsel olarak daha aşağı bir konumu temsil edebilir. Bunun bir uzantısı olarak arkadaş/partner bulma aplikasyonlarında “amcalar, dayılar sakın yazmasın” şeklinde profillere mebzul miktarda rastlanılabilir. Oysa Yiğit Karaahmet’in Deniz Ne Kadar Güzel adlı son romanı üzerine verdiği röportajda vurguladığı gibi; “… hayatımızın belli bir dönemini hiç yaşlanmayacak hatta yaşlılık ihtimali aklımıza gelmeden geçiriyoruz… Deliler gibi partileyerek geçirilen bir gençliğin ardından yaşlanmaya başlamanın fark edildiği tuhaf bir dönem var. Yaşlanmak, gençliğini kaybetmek, güzelliğini kaybetmek ve yalnız kalmak. Bir noktadan itibaren yalnız ölmek.” Oysa “… herkes yaşlanacak.”
Tam da bu noktada bir üçüncü neden, 90’larda ve 2000’lerin ilk yarısında LGBTİ+ Hareketine dahil olan aktivistler olarak artık yaşlanmaya başladığımızı ama bu konuda elimizde yaslanabileceğimiz bir birikim olmadığını fark ederek ne yapacağımızı, ne yapmamız gerektiğini kendi aramızda konuşmaya başlamamız. Bu doğrultuda göreli uzun bir hazırlık ve düşünme sürecinin neticesinde ortaya çıkan 40+ Lubunya İnisiyatifi, akabinde özellikle 17 Mayıs Derneği’nin tematik faaliyet alanı olarak yaşlı LGBTİ+’lara özgülenen çalışmalar yürütme çabası.
Dördüncüsü, dört yıla yakın bir zamandır yaşlı, engelli ve yatağa bağımlı annemle yaşadığım deneyim. Bu süreçte karşılaştığım sorunlar; aşmaya çalıştığım, kimi sefer aşamadığım zorluklar ve bütün bunlarla başa çıkma stratejileri. Biz yaşlanırken ebeveynlerimizin de yaşı ilerliyor ve onların bakım yükümü ile karşı karşıya kalıyoruz. Yaşlı ebeveynlerin bakım yükümünün cis-heteronormatif patriarkal aile kurgusu içinde çok büyük oranda kız çocuklarına yahut evlenmeyen çocuklara kaldığını görüyoruz. Burada bakım yükümünün cinsiyetlendirilmesi kadar kendi mutlu-sıcak heteroseksüel aile yuvasını kuramadıkları (!) için yaşlı-engelli ebeveynlerin bakımının zımnen LGBTİ+’lara yüklenmiş olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor kanaatimce.
Nihayet beşinci saik, Covid-19 Pandemisi ile iyice su yüzüne çıkan yaşlılara yönelik ayrımcılık. Koronavirüs salgını mevcut eşitsizlikleri ve ayrımcılıkları derinleştirmesi bağlamında pekala “eşitsizlik” ve “yaşçılık virüsü” olarak okunabilir. Dahası Covid-19 Pandemisi döneminde yaşlılara yönelik bir tür nekro-politikanın, yani hangi hayatların/bedenlerin yaşanabilir/yaşamaya değer olduğunu belirleyen, yaşamaya değer görmediği hayatları ölüme terk eden politik-yönetimsel zihniyetin hükmünü icra ettiği söylenebilir. Sözde yaşlıları korumak amaçlı alınan tedbirlerin tam bir kapatma ve izolasyona dönüşmesi, bilhassa televizyonlarda ve sosyal medyada dolaşıma giren söylemlerle yaşlıların virüsün taşıyıcısı hatta imgesel olarak bizatihi virüsün kendisi gibi görülmesi… Covid-19, hiç de öyle böbürlenerek bahsettiğimiz gibi “yaşlılara hürmetli” bir toplum olmadığımızı, bu söylemin ne kadar kof olduğunu gösterdi. Öte yandan Pandeminin bir açıdan hayırlı bir işlev gördüğü varsayılabilir: Yaşlılığın gündemimize girmesine, yaşçılık üzerine daha çok düşünmemize, yaşlılara yönelik ayrımcılığı daha fazla konuşur hale gelmemize vesile oldu.
Bu uzunca girizgâhtan sonra yaşçılık ve yaşlılara yönelik ayrımcılık kavramlarını açmaya çalışalım. Yaşçılık (yaş ayrımcılığı, ageism), bireylerin kronolojik yaşları/takvim yaşları sebebiyle sınıflandırılmaları, damgalanmaları, ayrımcılığa maruz bırakılmaları, ayrımcı etki ve sonuç doğuran muamelelerle karşı karşıya bırakılmaları olarak tanımlanabilir. Yaşçılık da aynen ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm gibi gruplar arasında ayrımcılığı meşrulaştıran bir ideolojidir. Bu anlamda yaşçılık ideolojisi sadece yaşlıları kapsamaz, gençleri yahut çocukların da yaşları nedeniyle karşılaştıkları ayrımcılığa tekabül eder. Bununla birlikte yaşçılık denildiğinde ilk akla gelen genellikle yaşlılara yönelik ayrımcılık gelmekte; büyük ölçüde belirli bir takvim yaşının üzerindeki yaşlı bireylere yönelik ayrımcılığı problematize etmek için yaşçılık kavramı kullanılmaktadır. Terim ilk kez 1969 yılında Amerikan Ulusal Yaşlanma Enstitüsü Başkanı Robert Neil Butler tarafından ortaya atılmıştır. Butler, o tarihlerde ırk ayrımcılığı ve sosyal sınıf ayrımcılığının artık tanımlanmaya ihtiyaç duymayacak kadar bilinen meseleler olduğunu, pek farkında olunmayan yaşlılara yönelik ayrımcılığın ise göz ardı edilmemesi gereken bir ayrımcılık türü olduğunu vurgular. Ona göre yaşçılığın altında yaşlanma, hastalanma ve elden ayaktan düşmeye yönelik bastırılmış kaygıların yol açtığı bir rahatsızlık; aynı zamanda ölüm, güçsüzleşme, işe yaramaz bir insana dönüşme korkusu yatmaktadır. Butler, yaşlılara yönelik ayrımcılığının hem bireysel (önyargılar ve kalıpyargılar) düzleminde hem de kurumsal düzlemde (hukuksal düzenlemeler, medya temsilleri, toplumsal yaşamdaki temsiller) düzleminde işlediğini, insanların yaşlarından dolayı istihdamda, toplumsal ilişkilerde ve hizmetlere erişimde ayrımcı pratiklere maruz kaldığını ortaya koymuştur. Özetle yaşlılara yönelik ayrımcılık, emek piyasasından sağlık hizmetlerine, kentsel politikalardan sosyal hizmetlere, siyasetten ekonomiye, medyadan kültürel temsillere toplumsal yaşamın tümüne sızmış ve görünmez kılınmış bir ideolojidir. Görünmez kılınmış, hatta inkâr edilen bir ideolojik ayrımcılık biçimidir çünkü, yaşlılara yönelik alışılagelmiş tutum ve davranışlar doğal akışı içerisinde zaten öyle olması gerektiği ön-kabulünden hareketle ayrımcılık değilmiş gibi varsayılır, üzerinde durup düşünme zahmetine girilmez. Yaşçılık sadece yaşlılara yönelik saldırgan, düşmanca, ötekileştirici tutum ve davranışlarda tezahür etmez. Örneğin; “Pamuk, şirin, tonton, elleri öpülesi yaşlılarımız” gibi kötü niyetli olmasa da yaşlıları sürekli olarak ilgiye, şefkate, bakıma muhtaç bireyler olarak işaretleyen ifadelerde de hayat bulabilir. “Artık yaşlanıyorum” dediğimde, “Yok canım hiç öyle düşünme ne kadar da genç gözüküyorsun” türden ifadeler de yaşlanmayı/yaşlılığı reddeden zihniyet dünyasının izdüşümüdür.
Yaşçılık ideolojisi sadece yaşlıların dışlanması yahut ayrımcılığa maruz bırakılması sonucu doğurmaz, beraberinde yaşlanmaya, yaşlılığa ve yaşlılara karşı nefret ve korku demek olan “gerontofobi” yi de beraberinde getirir. Kuşkusuz yaşlılığa ve yaşlanmaya dair olumsuz algıların kökenleri yüzyıllara dayansa da bir ayrımcılık ideolojisi olarak yaşçılığın kurumsallaşması modern kapitalist toplumun gelişim seyrine koşuttur. Modern toplumda yaşlılar yeniliklere daha az yatkın olmakla, üretken olmamakla, bağımlı olmakla, bakıma muhtaçlıkla, özerklikten yoksunlukla, acziyetle özdeşleştirilir. Oysa verimlilik, üretkenlik ve başarı kapitalist işleyiş mantığının kilit kavramlarıdır. Doğallığında (!) yeteri kadar üretken, verimli ve topluma katkısı olmayan dolayısıyla başarılı da addedilemeyecek yaşlı/yaşlanmış bedenler başarının en yüce değer olduğu üretici dünya için bir yük olarak görülür. Sistem açısından mesela çocuklar da verimli değildir; ama çocuklar gelecek için yatırım olarak kodlanır. Daha uzun yıllar yaşayacağı, ileride üretim süreçlerine aktif biçimde katılacağı varsayılan bireyler için yatırım yapılabilir, onun maliyetleri göze alınabilir. Diğer yandan son yıllarda özellikle kapitalist sistem içerisinde gelişmiş yahut gelişmekte olan ülkeler şeklinde adlandırılan coğrafyalarda doğum hızının gerilemesi, ölüm oranlarındaki düşüş ve beklenen yaşam süresindeki artışa bağlı demografik dönüşümler yaşlılığın yeniden ele alınarak yaşlıların nasıl daha verimli ve üretken kılınabileceğine dair bir dizi stratejinin geliştirilmesine yol açmıştır. Bu bağlamda “başarılı yaşlanma”, “aktif yaşlanma” ve “yaşlanmayı geciktirme/tersine çevirme (anti-aging)” söylemleri piyasayı kaplamıştır: Aktif yaşlan, sağlıklı yaşlan, başarılı yaşlan ama yaşlılık hastalığına tutulma… Bu söylemde yaşlı, artık bir özne değil, tersine bir nesne konumuna yerleştirilmektedir. Yaşlanan nüfusun birtakım sorunları beraberinde getirmekle birlikte ekonomik fırsatlara da kapı araladığı güçlü bir biçimde dillendirilmeye başlanır. Küresel yaşlanma sorununun ülkeler tarafından fırsata çevrilmesi hedefi doğrultusunda, yaşlıların istek ve ihtiyaçlarına göre mal ve hizmet üretimini esas alan, yaşlı bireylere yönelik pazarın genişlemesini veya yeni bir pazarın ortaya çıkmasını sağlayan, böylelikle ekonominin üretken yapısını muhafaza etmeyi ve artırmayı amaçlayan “gümüş ekonomisi” inşa edilir. Hülasa kapitalist sistem içerisinde nüfusun yaşlanmasını yeni kâr alanı yaratmak adına fırsata çevirme girişimi… Yaşlılara yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırma iddiasında bütün bu söylem ve stratejilerin zahirî bir nitelik taşıdığını, tersine ayrımcılığı yeniden ürettiğini söylemek yanlış olmaz. Daimi olarak gençlik miti beslenip, yaşlılık/yaşlılar hakkında negatif sterotiplerle yaşlı bireylerin yaşamdan geri çekilmelerine yol açılırken, “yaşlanmayı geciktirme” ve “aktif yaşlanma” gibi kavramlar olsa olsa bir oksimorona işaret eder.
Bu çerçevede yaşlılığın modern kapitalist toplumda politik, kültürel, ekonomik düzlemlerde nasıl bir öteki kategorisi olarak inşa edildiğini, sınıfla, etnisiteyle, cinsiyetle, cinsel yönelimle ilişkisini sorunsallaştıran kesişimsel bir perspektif zorunludur. Yaşlılar homojen toplumsal bir grup olarak değerlendirilemez; toplumsal kökenler, aidiyetler yahut konumlar yaşlanma deneyimi ve yaşlılık dönemini derinden etkiler. Örneğin; Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından belirlenen ve genel kabul gören kriter baz alınırsa 65 yaş üstündeki kişiler yaşlı sayılmaktadır ama 65 yaş üstündeki politikacıları yahut iş insanları hakkında her nedense(!) yaşlı tabiri kullanılmaz.
Toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsel kimlikler de yaşlanma deneyimlerini farklılaştırır. Bu nedenle cis-heteroseksüellerin deneyimi ile LGBTİ+’ların yaşlanma deneyimi birbirinden ayrılarak analiz edilmesi gerekir. Benzer şekilde LGBTİ+’ların yaşlanma deneyimleri de aynı potanın içerisinde eritilerek indirgemeci bir bakışla ele alınamaz. Transların, intersekslerin deneyimleri lezbiyen, gey yahut biseksüel bireylerin yaşlanma deneyimlerinden farklılık arz edecektir. Burada toplumsal cinsiyet ve yaşın kesişimselliği üzerine yapılan araştırmalarda kullanılan bir kavrama başvurmak yerinde olacaktır: “Çifte tehlike (double jeopardy)”. LGBTİ+’lar yaşlılık dönemlerinde hem cinsel yönelim/cinsiyet kimliği ekseninde hem de yaş ekseninde iç içe geçen katmanlı bir ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaktadır. LGBTİ+’lar için yaşlanma süreci bir yandan izolasyonun bir yandan da yoksulluğun bir araya geldiği süreçler olarak tecrübe edilebiliyor. Türkiye’de politika yapım süreçlerinin bırakalım LGBTİ+ kapsayıcı olmayı LGBTİ+’lara ayrımcılığı meşru sayan bir zihniyetten beslendiği düşünülürse LGBTİ+ yaşlıları koruyacak, LGBTİ+ yaşlı öznelliğine uygun sosyal politikalardan da bahsedilemez elbette. Eşcinsel birliktelikler hukuken tanınmadığı için eşin/partnerin haklarından (sosyal güvence, miras vb.) yararlanamama, “LGBTİ+’lar zengindir” şeklindeki inşa edilmiş popüler imaj ve kanaatlerin aksine düşük gelir sahibi olma yahut güvencesiz işlerde çalışma, kan bağına dayalı aile içi dayanışmadan yoksunluk LGBTİ+’ların yaşlılık dönemlerinde çifte tehlike ile yüz yüze gelmesi anlamına taşır. Bu sadece bir gelir yoksulluğu da değildir üstelik. Formel emek piyasasında yer alamadığı, uzun süreli sigortalı bir işte çalışamadığı için sosyal güvenlik haklarından mahrum kalan bir trans için, bu durum yaşlılıkta hem gelir yoksulluğu hem de tıbbi yoksulluk/bakım yoksulluğu karşı karşıya gelmek demek. Yani sağlık giderleri sosyal güvence altında olmayan LGBTİ+’lar açısından yaşlılık döneminde tedavi giderlerini karşılamak amacıyla taşınır/taşınmaz varlıklarını satmak zorunda kalmaları, borçlanmaları, bu imkânlar da yoksa tedaviye ve bakıma ulaşamamaları demek.
Öte yandan araştırma güçlüğü nedeniyle Türkiye özelinde henüz ayrıntılı bir çalışma olmasa da özellikle yurtdışında yapılan pek çok araştırma, yaşlılığında bakımevi ya da huzurevi gibi yerleşmek durumunda kalan LGBTİ+’ların cis-heteronormatif sosyal hizmet ve bakım politikalarına göre dizayn edilmiş bu mekânlarda ayrımcı muamelelerle karşılaştıklarını ortaya koyuyor. Söz konusu ayrımcı tutum ve davranışlar kurumda çalışan sağlık çalışanı ve uzmanlardan gelebileceği gibi cis-heteroseksüel yaşlılardan da gelebiliyor. Türkiye’de sağlık çalışanları, sosyal hizmet uzmanları yahut psikolojik danışmanların kahir ekseriyetinin LGBTİ+ farkındalığına dair herhangi bir eğitimden geçmediği göz önüne alınırsa yaşlanmakta olan LGBTİ+’ların ileride ne ile karşılaşacağı muamma.
Eğer yeteri kadar uzun bir hayat yaşayabilirse herkes bir gün yaşlanacak. Cari sistem devam ettiği müddetçe de yaşlanamaya bağlı olarak birtakım ayrıcalıklı konumları işgal edenler hariç hemen herkes kırılganlık, yaralanabilirlik ve güvencesizlik sarmalı içerisine girme tehlikesi yaşayacak. Değerli gerontolog Özgür Arun, Türkiye toplumunun “Peter Pan Sendromu”ndan muzdarip olduğunu söylüyor. Bilindiği gibi Peter Pan hiç büyümeyen, yaşlanmayan ve hiç yaşlanmayacak bir çocuk. Türkiye, hep genç bir nüfusa sahip olmakla övünen bir ülke. Oysa nüfusun % 10’u 65 yaş üstü ise o toplum artık yaşlı/yaşlanan bir toplum sayılıyor. Türkiye’de nüfusun yaş gruplarına dağılımına bakıldığına 65 yaş üstü nüfusun oranının %9,5 civarında olduğu görülüyor. Yani yaşlı bir toplum olmaya ramak kalmış durumdayız. Türkiye Peter Pan Sendromu’ndan kurtulmak zorunda. Türkiye Peter Pan Sendromu’ndan kurtulurken LGBTİ+ Hareketi de çok daha fazla olarak Peter Pan Sendromu’ndan kendisini sıyırmak durumunda. “LGBTİ+ Hareketi hep genç bir hareketti, öyle de kalacak” mottosu kulağa hoş gelebilir, hareketin dinamizmine ve yeni soluklar kazanma kabiliyetine vurgu yapan bir yaklaşımdır belki lakin LGBTİ+ aktivistlerinin de yaşlanmaya başladığını kabul etmemiz şart. Bunun için de queer’in penceresinden yaşlı-genç dikotomisini aşarak yola koyulabilir; yaşlılığın, yaşlanmamanın anlamları ve LGBTİ+’lar için yarattığı sorunlar üzerine daha çok kafa yorabiliriz.
*Bu yazı, Avrupa Birliği’nin desteklediği Eşit Haklar için Savunuculuğu Güçlendirme Projesi kapsamında hazırlanmıştır. Bu durum, yazının içeriğinin AB’nin resmi görüşünü yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Kaynak: Kaos-GL