fbpx

Geçmiş Ne Kadar Geçmiş: Sosyalizm ve LGBT Hareketi – Fırat Genç

Paylaş

Türkiye LGBT hareketi, yıllara yayılan sebatkâr bir çalışmanın sonucunda kendisini canlı ve radikal bir toplumsal hareket olarak var etmeyi başardı. Kampanyalar, sokak eylemleri, sempozyumlar, paneller, dayanışma etkinlikleriyle kendisini bir fail olarak adım adım inşa etti. Son dört-beş yıllık süre zarfında ise salt görünürlük ve tanınma taleplerinin ötesini hedeflediği, karşılaştığı sorulara daha kapsamlı cevaplar üretmek durumunda kaldığı yeni bir aşamaya geçti.

Bu sürecin tahmin edilebilir bir sonucu olarak LGBT hareketiyle diğer mücadele alanları ve muhalif siyasal özneler arasındaki ilişkiler daha fazla sorgulanır oldu. Feminist ve antimilitarist hareketler gibi LGBT hareketiyle daha erken dönemlerde ilişkilenen çevrelerin yanına sosyalist solun kimi kesimleri eklendi. Pratikte yaşanan bu sınırlı yakınlaşmanın beraberinde getirdiği teorik-politik sorular daha fazla ilgi çeker oldu. Soruların tarif ediliş biçimi, verilen cevaplar, buradan türeyen politik çıkarımlar son derece farklılık arz etse de böylesi bir sorgulamaya duyulan ihtiyaç kendisini orta koymuş durumda.

Bir yandan kendisini adım adım var eden hareketin içinden türeyen farklı eğilimlerin çeşitlenen siyasal ihtiyaçları, diğer yandan gerek dünyada gerek Türkiye’de muhafazakâr cendereyi giderek sıkılaştıran otoriter neoliberalizmin yarattığı basınç bu mütevazı sorgulamanın kendisini potansiyel olarak son derece canlı kılmakta. Bu minvalde devrimci Marksizm’de ifadesini bulduğu düşünülebilecek topyekûn kurtuluş projesiyle cinsel özgürleşme ufku arasındaki bağı detaylandırma gerekliliği öne çıkmakta. Sınıfsal, cinsel, etnik sömürü ve baskı mekanizmalarının kapitalizmin güncel durumu içinde ne şekilde eklemlendiği sorusunu gerek teorik düzeyde gerekse buradan türeyen politik çıkarımlar düzeyinde tartışmanın zorunluluğu yadsınamaz. Bu çerçevede sosyalist mücadelenin geneliyle heteroseksist patriyarkaya karşı girişilen mücadelenin dolayımı meselesi bizleri cevaplanması kaçınılmaz olan bir dizi soruyla baş başa bırakıyor.

Bir çırpıda cevaplanması mümkün olmayan bu sorular ilk elde akla genel olarak sol-sosyalist hareket ile LGBT bireylerin hakları ve siyasal talepleri arasındaki bağın tarihsel olarak nasıl şekillendiği sorusunu getiriyor. Devam eden satırlardaki anlatı bu bağlamda anlaşılabilecek bir kurguyu hedeflemekte. Ancak bu tarihi batıda 1968 döneminde ortaya çıkan hareketler üzerinden okuyan genel temayülün aksine bu ilişkinin ‘tarihöncesine’ odaklanmak tercih edildi. Bu yolla yeni/eski, Ortodoks/yenilikçi gibi sıklıkla anılan tabirler etrafında şekillenen ikilikleri aşıp Marksizm’in uzun tarihindeki cılız, yenik düşmüş, kenarda kalmış ve neticede yitip gitmiş yeraltı akımları hatırlanabilir. Elbette hatırlamanın ‘gayrimasum’ bir siyasal faaliyet olduğunu akılda tutarak.

Başlangıç

1998 yılının son aylarında Leninist-International isimli uluslararası e-mail listesinde Almanya seçimleri üzerine süren bir tartışma ufak çaplı bir krize neden olur. Krizin merkezinde yer alan Gruppe Neue Einheit (GNE) isimli siyasal örgütün kimi sol çevrelerin LGBT özgürleşmesi politikalarını –hiç de şaşırtıcı olmayan ve Türkiye sol hareketi içinde de sıklıkla karşılaştığımız– homofobik argümanlarla eleştirmesi listede aylarca süren bir tartışma yaratır ve nihayetinde GNE listeden çıkarılır.

Sol ve homofobi bahsinde rahatlıkla akla gelebilecek ahlâkçı yargıların sıralandığı tartışmayı ‘kayda değer’ kılan ise GNE’nin kendilerine yönelen bu ‘politik saldırıyı’ eşcinsellikle sosyalizm içindeki revizyonist öğeler arasındaki ilişkinin tarihine dair bir araştırma için fırsat bilmesi olur. “Saldırgan eşcinselciliğin [İngilizcesiyle homosexualism, f.g.] gerisindeki tarihsel bağları” açığa çıkarma iddiasıyla bir metin kaleme alan GNE’nin yayın kurulu, eşcinselliğin nasıl olup da uluslararası finans oligarşisinin elinde “toplumsal yapıyı zayıflatma, nüfusu dejenere etme ve hatta kimi zaman sayısal olarak azaltma, mevcut durumu kabul etmeye razı olmayan emek hareketini ve halk kitlelerini kültürel olarak zayıf düşürme hedefine hizmet eden” bir araç haline dönüştüğünü açıklığa kavuşturmak niyetindedir.[i] Nazizm öncesi Alman işçi hareketinin belirli uğraklarında dolanan bu ‘tarihsel soruşturma’ aslında hiç niyeti olmasa da cinsel özgürleşme ufkuyla Marksizm arasındaki gidişli gelişli ilişkiye göz ucuyla da olsa bakmak için bir fırsat olabilir.

GNE’nin kazısı 1868 yılına kadar gider ve eşcinselliğin emek hareketi içine dahil edilmesi çabalarının “baş oportünist” Lassallecı sosyalizm akımıyla başladığı tespit edilir. Söz konusu çabanın pratik ya da düşünsel düzlemde neleri içerdiğine dair bir açıklama getirilmese de Lassallecı akımın Prusya aristokrasisiyle kurduğu bağlar bu noktada zikredilir. İşçilerin ekonomik çıkarlarının savunulması adına devletin güçlendirilmesi gerektiği iddiasında olan, bu niyetle ileride Prusya şansölyesi olacak Bismarck’la dahi kişisel bağlar kuran ve tüm bunlar nedeniyle Marx’ın haklı olarak hiddetli eleştirilerine maruz kalan Lassalle ve şürekâsının Prusya aristokrasisiyle kurduğu bağların bu bağlamda ele alınması elbette ki eşcinselliğin yozlaşmış üst sınıflara özgü olduğu biçimindeki kadim sol miti akla getirir.

Metinde zikredilmese de aslında ima edilen Lassalle önderliğindeki Genel Alman İşçiler Birliği’nin önde gelen simalarından Jean Baptiste von Schweitzer etrafında gelişen olaylardır. Kendinden genç erkeklerle cinsel ilişkiye girdiği suçlamasıyla ceza alan von Schweitzer, Marx ve Engels arasındaki mektuplara da konu olur. Bilhassa Engels’in sarf ettiği sözler, ileride sosyalist-feminist kuramın kurucu metinlerinden olacak bir çalışmayı kaleme almış bu ismin eşcinsellik söz konusu olduğunda dönemin Viktoryen ahlak cenderesinden sıyrılamadığını gösterir.[ii]

LGBT bireylerin geleneksel aile yapısının dışına çıkma fırsatını yakaladığı ve dolayısıyla ayrıksı bir kimlik olarak eşcinselliğin inşa olduğu dönem, aynı zamanda batı ülkelerinde aynı cinsler arası ilişkinin (elbette ki esasen erkekler arası ilişkinin) hukuken cezaya tabi kılınmasını düzenleyen modern yasaların da ortaya çıktığı dönemdir. On dördüncü yüzyıldan itibaren var olan ve erkekler arasındaki cinsel ilişkiyi ölümle cezalandıran ama uygulaması fasılalı olarak hayat bulan yasalardan farklı olarak bu yeni tip yasalar sınırlı bir hapis cezasını öngörür ve uygulama alanını genişletir. İngiltere’de 1861’de, Almanya’da 1871’de yürürlüğe giren yasalarla birlikte kamuoyunca takip edilen ‘sodomi davaları’ gündeme gelir.

Bu davaların en bilinenlerinden biri de ünlü yazar, liberter-sosyalist Oscar Wilde’a İngiltere’de açılan davadır. Wilde davası sosyalist hareketin en azından bir kısmının bahis konusu yasaların kaldırılması taleplerini açıktan dile getirdikleri olaylardan biri olur. Almanya’da Magnus Hirschfeld’in bilimsel çalışmaları etrafında şekillenmeye başlayan ve 1897’de Bilimsel İnsancıl Komite (Wissenschaftlich-humanitäres Komitee) adıyla tarihin ilk LGBT hakları savunucusu grubuna dönüşecek olan çevrenin 175. Madde’nin kaldırılması için giriştiği çaba sosyalist hareket içinde de karşılık bulur.

Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) vekilleri ve partinin önde gelen isimleri yasaya karşı imza kampanyalarına katılır, Oscar Wilde davası gibi bilinen örnekler üzerinden yazılar kaleme alırlar. Bu minvaldeki yazılardan biri de bizzat Engels’in öğrencisi olmuş Eduard Bernstein tarafından 1895’de kaleme alınır.[iii] GNE’nin “işçi hareketini ne olduğu meçhul burjuva akımlara tabi kılmak”la eleştirdiği Bernstein 1895 tarihli yazısında Wilde’ın yargılanmasını eleştirir, 175. Maddenin kaldırılmasını ve eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılması gerektiğini savunur. GNE’ye göre Bernstein, medeniyetin bütününü en az eşcinsellik kadar doğa dışı bir durum olarak resmederek karşı-kültürcü bir tutum takınmaktadır. Hâlbuki Bernstein, cinsel özgürleşme iddiasının geniş ufkunda değerlendirildiğinde son derece sınırlı ve dönemin bilim çevrelerinde genel kabul gören görüşü tekrar eden bir tutumun ötesine geçmemektedir. Cezalandırılmanın kaldırılmasını genel bir insan hakkı savunusu olarak sahiplenir ama eşcinselliği üst sınıflara özgü bir “sefih düşkünlük” biçimi olarak görmeye devam eder.[iv] Bernstein’ın savunusunda cinsel özgürleşme ile sosyalist idealler arasında kurulacak bir bağa dair teorik çözümlemeler yoktur; hakkaniyetsiz bir cezaya karşı alınan tutum dönemin sosyalist düşünürlerinin cinsellik konusundaki sakıngan görüşleriyle çatışmaz.

Dönemin seküler burjuva çevrelerinde, bilim dünyasında ve kimi sosyalistleri arasında yaygın olan kanıya göre eşcinsellik ceza hukukunun değil ruhbiliminin konusu olmalıdır. Dolayısıyla söz konusu olan, ceza ile terbiye edilecek bir suç değil, tıp marifetiyle tedavi edilecek bir patolojidir. Giderek daha da yaygınlaşacak ve on yıllarca kabul görecek bu görüşe karşı ise Hirschfeld çevresindeki grup “üçüncü cins” tezini geliştirir, eşcinselliğin bir ruhsal patoloji değil doğal bir çeşitlenme olduğunu savunur.

SPD’nin LGBT bireylerin haklarına yaklaşımında bir muğlaklık söz konusudur. Bernstein, Kautsky, Babel gibi parti önde gelenleri yapılan kampanyalara destek verirken ya da SPD vekilleri meclis konuşmalarında 175. Maddeyi eleştirirken parti yayınları dönemin ünlü simalarının özel hayatlarına dair haberler yapmayı sürdürür örneğin. Sıklıkla anılan örneklerden biri Almanya’nın en büyük tekellerinden birine sahip olan Krupp ailesinden Friedrich Albert Krupp’un Capri adasında geçirdiği sefahat günlerinin gazeteler tarafından ifşa edilmesi ve bunun sonucunda Krupp’un intihar etmesidir. Yine GNE’nin haklılığından şüphe etmeksizin savunduğu bu türden ‘açık etme’ haberleri dönemin Almanya’sında, bilhassa üst sınıftan bireyler söz konusu olduğunda, nadir olmayan durumlardır. Parti içinden gelen tekil itirazlara rağmen sosyal demokrat basın bu türden salvolara girişmekten geri durmaz. Eşcinselliğin yozlaşmış üst sınıflara, Almanya örneğinde ise, çürümekte olan Junker aristokrasisine özgü olduğu fikrinin işlendiği bu türden haberler birkaç on yıl sonra Nazi çevrelerinde eşcinsel ilişkinin yaygınlığı söylentileriyle şahikasına varacaktır.

Cüret

GNE’nin, eşcinsellik suretine bürünmüş burjuva akımların sosyalizm içine sızma çabalarını ifşa etme amacını güden anlatısının en zorlama aşaması Rusya’daki Bolşevik devrime dair yazılanlardır. Ekim 1917’de zafere kavuşan devrimin ardından Bolşeviklerin Çarlık Rusya’sının ceza yasasını ortadan kaldırması, eşcinsel ilişkilerin suç olmaktan çıkarılması ve 1922’de yapılan yeni Sovyet ceza kanununun cinsellik üzerindeki tüm hukuki sınırlamaları kaldırması, GNE’nin anlatısı açısından kolay açıklanabilecek olgular değildir. Devrim, kürtajı yasallaştırıp boşanmayı kadınlar için kolaylaştırdığı gibi eşcinselliği de yasadışı bir fiil olmaktan çıkarmakla kalmaz, cinsel özgürleşmeyi eşitlik ve özgürlük iddiasının içkin bir öğesi olarak kabul eder. Sağlık Komiseri N.A. Semashko’nun 1923’de Hirschfeld’in enstitüsünü ziyareti sırasında belirttiği gibi, Sovyet yasası “cinsel devrimin bir parçası olarak kasten hayata geçirilmiş özgürlükçü bir tedbirdir”.[v]

Bu durum karşısında GNE yayın kurulunun stratejisi söz konusu düzenlemelerin dönemin önde gelen Bolşevik liderlerinin çalışmalarında bahis konusu edilmediğini belirterek ilk yıllardaki politikanın geçici bir duruma işaret ettiğini savunmaktır. Yeni Rusya eskinin ceza sistemini ortadan kaldırmakla yetinmiş, ama bir toplumsal sorun olarak eşcinselliğin boy göstermesiyle birlikte bu alanı yeniden düzenlemek zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği’nin 1920’lerdeki deneyimleri, “eşcinselliğin mülk sahibi sınıflara özgü bir yozlaşma durumu olduğunun farkına varılmasını sağlamıştır”.

Devrim sonrası açılan cinsel özgürlük penceresi 1920’lerin sonu itibariyle kapanır, Stalin idaresinin 1934’te yürürlüğe koyduğu yeni ceza kanunuyla birlikte mühür bağlanır. Bolşevik Partisi ve rejim bürokratikleştikçe devrimin kazanımları da birer birer yitirilir. Muhalif siyasal kadroların tasfiyesi kadınların kürtaj ve boşanma hakkını düzenleyen yasaların sıkılaştırılmasıyla ya da LGBT bireylerin çalışma kamplarına yollanmasıyla kol kola gerçekleşir. Üretim kapasitesini yükseltmek adına nüfus artışını bir takıntı haline getiren Sovyetler Birliğinde körüklenen homofobi Çin ya da Küba gibi bürokratik rejimlere bugün dahi etkisi hissedilen kalıcı bir miras olarak aktarılır. Ancak buradaki esas soru, söz konusu geriye dönüşün, Marksizm’e içkin bir homofobinin bir ara dönemin ardından tekrardan gün yüzüne çıkması olarak mı, yoksa Marksizm’in asli iddialarının SSCB ve takipçisi rejimlerde yitip gitmesiyle birlikte homofobik savruluşun mümkün ve zorunlu hale gelmesi olarak mı değerlendirileceğidir.

Aynı yıllar Almanya’da da devrim çanlarının çaldığı yıllardır. Toplumsal yapının 1918 yılının kasım ayında orta yerinden çatlamasıyla birlikte 1923’ün son aylarına kadar sürecek bir devrimci durum ortaya çıkar. ‘Uzatılmış bir yenilgi’ yaşayan Alman komünist hareketi ikinci bir Bolşevik devrimini gerçekleştirmeye kadir olamaz. Devrim yenilmiş, Weimar Almanyası ancak 1933’e kadar ayakta kalacak bir siyasal hilkat garibesi olarak orta yerde kalmıştır. Savaş öncesinin devasa SPD’si sol ve sağ kanat olarak bölünmüş, sağ kanat SPD çatısı altında müesses nizamın bekçiliğine soyunmuşken sol kanat önce Spartakistler Birliği ardından Alman Komünist Partisi (KPD) olarak giderek gücünü ve etki alanını arttırarak ülkenin en örgütlü muhalefet gücü haline gelmiştir. Her iki partinin de binlerce militanı, milyonlarca oyu vardır.

Weimar dönemi siyasal yaşam kadar kültürel ortamın da patlamalar yaşadığı istisnai bir zaman aralığı olur. Siyasal çalkantılar ve alt üst oluşlar kültürel alanda yaşanan muazzam infilakla kol kola gider. Cinselliğe bakışın kökten sorgulandığı, savaş öncesinde açıktan ifade dahi edilmesi mümkün olmayan varoluş biçimlerinin kendilerine özgürlük alanları açtığı bir dönem yaşanmaktadır. Savaş öncesi dönemin burjuva değer yargıları özgürlük adına alaşağı edilir, modernliğin başkenti Berlin aynı zamanda eşcinsel Avrupa’nın da başkenti haline gelir. Yalnızca Berlin’de yüzlerce bar, kafe ve kulüp açılır; dergi ve gazetelerin tirajları binlere varır. Eşcinsel hakları için kampanya yapan İnsan Hakları Birliği’nin üye sayısı 48 bine ulaşır.[vi] 1890’ların sonundan bu yana faaliyetini sürdüren Hirschfeld çevresi, SPD hükümetinin sağladığı maddi imkânlarla 1919 yılında Cinsel Bilim Enstitüsü’ne dönüşür ve Nazilerin 1933’teki meşhur kitap yakma ayinlerine dek Berlin’de bir malikânede faaliyetini sürdürür. Almanya bir yandan bir cinsel reform hareketi yaşarken, diğer yandan tarihin ilk ve o dönem için en kitlesel LGBT hareketine tanıklık etmektedir. Marlene Dietrich’in popüler şarkısı Wenn die beste Freundin bilhassa büyük şehirlerin sokaklarında bir marş gibi yankılanmaktadır.

Ancak bu dönemde LGBT hareketiyle sosyalist hareket arasında düz ve tek yönlü bir ilişki olduğunu varsaymak hatalı olur. SPD bir yandan Hirschfeld’in enstitüsüne kurumsal destek verirken, diğer yandan 175. Maddenin iptali taleplerini toplumsal ve politik koşulların henüz elvermemesi gerekçesiyle göz ardı eder. Weimar cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı Friedrich Ebert örneğin, “ceza kanununda modern bir reformun kesinlikle gerekli olduğunu” kabul etmekle birlikte, “bunun ancak politik durumun ve hükümetin çalışma koşullarının izin vermesiyle mümkün olacağını” ifade eder.[vii] KPD’nin ise LGBT hareketiyle çok daha dolayımsız ve aşağıdan bir ilişkisi vardır. Richard Linsert gibi bir parti militanının, Wilhelm Koenen gibi bir Reichstag vekilinin ya da Felix Halle gibi bir parti avukatının LGBT hareketinin içinde aktif olarak yer aldığı bilinmektedir. Bu isimler arasında bilhassa Linsert dikkat çekicidir. Henüz 24 yaşındayken Bilimsel İnsancıl Komiteye sekreter olan Linsert, Hirschfeld ile beraber ortak yayınlara imza atar, Marksizm ve Özgür Aşk adında bir kitap kaleme alır, 1929 yılında komitenin icra komitesine girer ve 1933 yılında zatürreden hayatını kaybedene dek gerek KPD gerekse Komite içinde faal bir siyasal hayat sürer.[viii] Parti içinde giderek etkisini arttıran ve 1920’lerin sonu itibariyle artık hâkimiyetini tam anlamıyla pekiştiren Stalinist bloğun karşısında yer alan Linsert, Marksizm’in tarihi içinde eşitlik ve özgürlük ideallerini cinsel özgürleşmeyle bir arada düşünme gayretini gösteren ilk isimlerden biri olur. Ne var ki, KPD’nin bu yıllar zarfındaki resmi çizgisi, henüz Stalin Rusya’sındaki gibi açıktan bir homofobik saldırı fazına geçmese de en yalın ifadesiyle suskunluktur. GNE’nin gururla andığı üzere “resmi kararlarda, parti kongrelerinin dokümanlarında, Thaelmann ya da bilinen diğer şahsiyetlerin yaptığı konuşmalarda bu türden bir şeye rastlanmaz”.

Kayıp

Rusya’da Stalinist Thermidor’la, Almanya’da Nazilerin iktidara gelişiyle birlikte, savaş ertesi dönemde ortaya saçılmış olan siyasal ve kültürel deneyler henüz olgunlaşma fırsatı bulamadan nihayete erdi. Alman ve Rus devrimlerinin yenilgisi peşi sıra birbirini besledi. Bir türlü gerçekleşmeyen Alman devriminin neticesi Rus devriminin kaderini belirlerken, giderek içe kapanan ve bürokratikleşen Rus devriminin akıbeti yükselen faşizm karşısında yenilginin taşlarını döşedi. Neticede tarihin son derece hızlı aktığı bu on küsur yıllık süre içinde o zamana dek hayat bulmamış en ileri siyasal taleplerle en ağır insani trajediler yan yana düştü. Komünist hareketin yeraltı akımları kısa bir süre için yeryüzüne çıktı, ne var ki kendilerine bir kanal açma şansı bulamadan yitip gitti.

Dar anlamıyla LGBT haklarının savunusunu, daha genel anlamıyla cinsel özgürleşme gayesini ve ufkunu işte bu yeraltı akımları babında anlamak mümkün olabilir. Devrimi yapan, onu yaşayan ve onunla dönüşen kitlelerin arzularının siyasal ifadesi olarak bu yeraltı akımları, yeryüzüne fışkırdıkları anda toplumsal ve bireysel hayatın tüm veçhelerini aynı anda ve topyekûn değiştirmeye aday oldular. Dolayısıyla başarısızlıkları da ancak bu topyekûn iddia nezdinde değerlendirilebilir.

Yukarıda, Sovyet Rusya’da homofobik politikaların ve düzenlemelerin geri dönüşü bahsinde sorduğumuz soruyu belki bir başka şekilde bir kez daha sormakta fayda var: Marksizm, heybesinde taşıdığı homofobik mirası ardında bırakmadan kendi özüne sadık kalabilir mi? Elbette ki hayır. Heteroseksist sistemin bütünüyle alaşağı edilmediği, yani bedenlerin, arzu ve duyguların özgürce var olamadığı, bütün insanlar için seçenek çeşitliliğin sınırsızca artmadığı bir sosyalizm yitip gitmeye mahkûmdur. Geçmişin anlık pırıltılarından öğrendiğimiz bir şey varsa o da topyekûn özgürleşmenin olmadığı bir dünyanın hâlâ yıkılmaya muhtaç olduğudur.

________________________________

[i] İngilizce kaleme alınan yazı, e-mail listesindeki yazışmaların bir kısmı ve de grubun eşcinselliğe karşı açtığı kavgada üretilen diğer mühim metinler şurada görülebilir: http://www.neue-einheit.com/english/homoeng.htm. Aksi belirtilmediği müddetçe alıntılar bu ilk metindendir.

[ii] Söz konusu mektubun kötü şöhretli satırları birçok yerde alıntılanmıştır. Biraz da ‘özürcü’ bir yorumla anan bir örnek için bkz. Sherry Wolf, Sexuality and Socialism: History, Politics, and Theory of LGBT Liberation, Haymarket Books, Chicago, 2009, s. 77-8. [Cinsellik ve Sosyalizm: LGBT Özgürleşmesinin Tarihi, Politikası ve Tarihi, Çev. Kıvanç Tanrıyar, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2012]

[iii] Bernstein’ın metninin İngilizce tercümesi için bkz. http://www.neue-einheit.com/english/is/is1998/is11_98e.htm

[iv] Thomas Harrison, “Socialism and Homosexuality”, New Politics, V. 12, No. 2, 2009. http://nova.wpunj.edu/newpolitics/issue46/Harrison46.htm

[v] Aktaran Harrison. http://nova.wpunj.edu/newpolitics/issue46/Harrison46.htm

[vi] Colin Wilson, “Sex and the German Revolution”, Socialist Review, Şubat 2012. http://www.socialistreview.org.uk/article.php?articlenumber=11907. Bu yazının kısaltılmış bir tercümesi için, bkz. http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=18548

[vii] Wilson, http://www.socialistreview.org.uk/article.php?articlenumber=11907

[viii] Richard Linsert’in kısa biyografisi için bkz. http://linsert.org/who.htm

Kaynak: KaosGL