10’lu yaşlarından beri çalışıyorlar, ilk kez işsiz kalmıyorlar, ama bu yaşadıklarının ağırlığını bildiklerine benzetemiyorlar. Önleri başka türlü karanlık. Neden? Türkiye’de emeğin seyrini, hem mavi hem beyaz yakanın dönüşümünü kanlı canlı izleyebileceğiniz Çayırova’da bir masa, etrafında üç işsiz…40’ını geçince ne oluyor, “direnince” ne oluyor, hükümete oy verince ne oluyor?
Bölüm I
Duraklar akıyor: Huzurkent, Güzeltepe, Çağdaşkent, Mutlukent… Sanki yolunda gitmeyen bir şey varmış da sürekli aksini tekrarlayarak bunu kendimize unutturabilirmişiz gibi. Çağdaşız ve evet, huzurluyuz, mutluyuz, güzeliz. Biz Çağdaşkent’te buluşacağız, bir masanın etrafına üç işsiz oturacak. 10’lu yaşlarından beri çalışan bu insanlar, hayatlarında ilk kez işsiz kalmıyor, fakat “Bu başka bir şey” diye anlatacaklar. İşsizliğe dair resmi rakamlar yerinde sayar, hatta geriler görünürken, gerçek evlerden, gerçek hayatlardan bahsedecekler.
Çayırova, İstanbul’un son harfine tutunmuş, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir sanayi ilçesi. Osmanlıların gelişiyle yörenin Rum nüfusundan temizlendiği yazıyor belediyenin sitesinde. Fatih Sultan Mehmet’in öldüğü çayırlık… Türkiye’de sanayileşmenin hız kazandığı 1980’li yılların ortalarından itibaren büyüyen Çayırova, iş hacminin artmasıyla Anadolu’nun dört yanından göç çeken bir bölge oldu. Son yıllarda cüsseli fabrikalara KOBİ’lerin eklenmesi, İstanbul’un muhtelif yerinden sanayi sitelerinin bölgeye taşınması ile nüfusu daha da arttı. Her sabah İstanbul’dan toplu taşıma araçları ya da iş yeri servisleriyle binlerce işçinin günlük göçü var bir de. Ağırlık hâlâ metal sektöründe olsa da bu süreç, üretim yapılan sektörleri, ölçekleri de çeşitlendirdi.
32 yıldır tekstil işçisi olan Mustafa Öztürk, bu sektör dışında sadece kısa bir süre Namet’te çalışmış. Eksi 8 derecede 10-15 kiloluk et parçalarını taşımaktan iki haftada oluşan hasar kolunda hâlâ duruyor; “düşmanına bile tavsiye etmeyeceği” bir iş anlattığına göre. Bahçelievler, Merter civarındaki tekstil fabrikalarında geçen uzun çalışma hayatından sonra 2013’te bu bölgeye taşınmışlar. En son fastfood sektöründe, KFC’de çalışan eşi, çocukları doğduktan sonra çalışmayı bırakmış.
Öztürk’ün işsizliğinin ardında aynı anda hem özgün, hem de tam bu döneme özgü, tipik bir hikâye var. Geçen yıl sosyal medyada -elbette bununla kesişecek bir ağdaysanız- önünüze düşmüş olabilecek bir fotoğraftaydı o. Hani “x işçileri” olarak etiketlenip karda, kışta yahut çöl sıcağında kâh başkente yürürken, kâh fabrikaların, kimi evlerin önünde nöbet tutarken görülen “isimsiz”lerden. CPS işçilerinin verdiği mücadelenin başarısının da, sonra yaşadıkları hüsranın da Öztürk’ün bugünkü işsizliğiyle ilgisi var.
TUHAF BİR SINIF KARŞILAŞMASI
CPS Otomotiv, Tuzla Serbest Bölge’de Audi, Mercedes, Volkswagen gibi büyük markalara araç kılıfı üreten bir fabrika. Daha doğrusu öyleydi. 380 kişinin mesai yaptığı 2013’te sendikalaşma (Türk-İş’e bağlı Deriteks) süreci başlayınca, Öztürk dört arkadaşıyla birlikte “elebaşı” olarak işten atıldı. Şaşırtıcı olan, dava sürecinin sonunda işe iade hakkı kazanınca, üç yılın ardından tekrar işe alınması oldu. Kaldığı yerden devam etti. Zamanla sendikalı sayısı yüzde 50’nin üzerine çıktıkça, alışılagelenin aksine daha yüksek maaşlı taşeron işçiler alınarak bu hareketin önüne geçilmek istendi. 2020’nin Ağustos’unda, ikinci toplu sözleşme zamanı üstelik pandemi koşullarında eylem yapmayı göze aldılar ve beş günün sonunda talep ettiklerini de kazandılar. CPS işçileri önce bu iyi haberle “hashtag” oldu, seslerini sosyal medyada duyurdular. Fakat aynı esnada küresel otomotiv sektöründeki sorunlar, üzerine pandemi derken işveren üç ortak arasındaki kişisel sorunlar ayyuka çıkınca, 2021’in Şubat ayında tüm makinelere haciz, kapıya kilit konulan sürece girildi. 170 işçinin bu defa içeride kalan haklarını alabilmek için yaptıkları 41 gün süren eylemi duydunuz belki.
Bir sahne özellikle emek mücadelesi içinde hatırlanmalı… Her sabah bir grup işçi ortaklardan Sinan Büyükay’ın metal iş kolunda faaliyete devam eden yeni fabrikasının önüne gidiyor, bir grup da yaşadığı Beykoz’daki Acarkent’e. Sahne şu: Boğaz’a nazır “zilyonluk” villalardan müteşekkil Acarkent’in sakinleri bir süre sonra A kapısındaki işçilere destek vermeye başlıyor; börekler, çorbalar yollanıyor her gün. Sitenin sahibi İsmail Acar eylemin gerekçesini anlamak için işçilerle görüşmek istiyor, hatta sonra da sendikacılık kökenli olan Acar meselede aracılık etmeye başlıyor. Aynı esnada ağırlıklı olarak Acarkentli kadınlardan müteşekkil yardımlaşma derneği Beyder’den her bir işçiye “kıymasına kadar düşünülmüş” destek kolileri geliyor. Sık görülmeyen, tuhaf bir sınıf karşılaşması… CPS işçilerinin alacaklarının son taksidi Temmuz sonunda yattı, neyse ki hiçbirinin içeride parası kalmadı.
Öztürk o zamandan beri işsiz, dahası sendikacılık geçmişi Şubat’tan beri yaptığı iş görüşmelerinde onu izliyor. Bir yandan buna alışkın da. 1990’lı yılların sonunda bu defa DİSK’e bağlı sendikadaki faaliyetleri yıllarca onu gölge gibi izlemiş. Şimdi de işe girerken sendikal faaliyet yürütmeyeceğine dair kâğıt imzalamasını talep edecek cürette, bu anayasal suçtan zerre çekinmeyerek çıkıyor karşısına işverenler. Neden? Çünkü bunu yapabiliyorlar. Çünkü “dışarıda” her zaman olduğundan çaresiz ve de fazla sayıda işsiz var.
‘ARTIK NİYE OY VEREYİM?’
Öztürk şu anda ancak küçük atölyelerde yevmiyeli işler bularak, günde 150 lira kazanıp sonra birkaç gün onunla idare ederek geçiniyor. 16 yaşından beri inşaat sektöründe çalışan 42 yaşındaki İbrahim Çelik de öyle. Adıyaman’dan sonra göçtükleri Malatya’da zar zor ilkokulu bitirmiş, 20 yıla yakındır İstanbul’da. Uzun zaman belediyelerde altyapı işlerinde forklift kullanmış; şimdi ise ne iş bulursa… “Pat küt idare ediyoruz” diye tarif ediyor, eve giren başka maaş yok. “Kriz nedir biliyoruz, işsizlik gördük, bu başka… Eski krizlerde yine bir çıkış vardı, şimdi çok berbat. Eskiden 500 aldın mı bayağı idare ediyordun. Zama zam yapıyorlar durmadan. Bir yemek 50-60 milyon olur mu ya? Günlük masraf nereden baksan 100 milyon. Otobüse binsen, bir yere gitsen otomatikman 150-200 olacak. Turgut Özal zamanında, Erbakan zamanında, ne olsa insanda para bitmezdi” diyor.
Çelik, üç yıl önce yevmiyeli olarak bir inşaatta çatıda çalışırken düşmüş, yedi ay sarılı kalan bileğini bugün hâlâ tam kullanamıyor, alnında bir faça. O zaman hiçbir geliri olmadığı için yardım alabilmek için belediyelere başvurmuş, karşısına çıkan duvar onu hem gücendirmiş, hem kafasını değiştirmiş. Bir daha AKP’ye oy veremeyeceğini söylüyor, daha doğrusu daha genel bir sorgulayışa girmiş. “Bundan sonra oy kullanmam artık, kafamı da yormam. Devlet beni görmeyecekse, ben de onu görmem, niye oy vereyim? 15 Temmuz’da insanlar niye kendini dışarı attı? Tabii, çıktım ben de. Ha, işte bir defa da garibanı sen kurtar. Ama öyle bir dert yok. Ne kirası var, ne bir şeysi, paşa paşa yiyip içiyorlar orada.”
Masaya eklenen Oktay Arık, çalışma hayatı 11 yaşında bir çay ocağında başlayan 46 yaşında bir tekstil işçisi. Üçünün ortak noktasını ve aslında bu dönem yaşadığımız işsizliğe mahsus önemli bir niteliği dillendiriyor: 40 yaş üzerindeki vasıfsız işçiler için iş bulmanın artık adlı adınca imkânsızlığından, emekli de olamadıkları için mahkûm kaldıkları çaresizlikten söz ediyor. Bu zaten gözlenen bir gidişattı, son birkaç yıl ise bu yaş kısıtını kemikleştirdi, kaideleştirdi neredeyse. Arık o yüzden dertli: “Artık sadece 18-40 yaş arası istiyorlar. İş bulabilen de lise, üniversite mezunu. Ben ilkokul mezunuyum, bizim hiçbir şansımız yok. Fabrikaların hepsi en düşük işe bile lise mezunu alıyor. Zamanında hastabakıcılık kursuna gitmiştim, ilkokul mezunuyum diye onunla ilgili de iş bulamıyorum. E, bana bu diplomayı verirken biliyordun ilkokul mezunu olduğumu, şimdi niye lise mezunu arıyorsun. Evde kim bilir nerede, atılı duruyor öyle diploma…”
49 yaşındaki Mustafa Öztürk de “Bizim tekstili seçmemizin nedeni bu işin el sanatına, el çabukluğuna bakması. Ama ciddi firmalar bu yaşta insan kesinlikle almıyor” diyor. Düzenli bir iş bulma ümidi kırılmış. “Sigorta artık hayalin ötesinde bir şey oldu. Emeklilik ancak mezarda. Hem yaşını bekleyeceksin, ama çalışamayacaksın da. Ne yapsın bu insanlar, ölsün mü?” diye soruyor. Artık sözleşmelerin de altı aylık, en fazla dokuz aylık yapıldığından söz ediyorlar.
Bu manzaraya bir adım geri çekilip baktığınızda işsizliğin artışıyla lise ve üniversite mezunlarının vasıflarının altında işlerde, asgari ücretin bir miktar üstü maaşlarla çalışmak mecburiyetinde kalışı görünüyor. Çayırova’da faaliyet gösteren bir KOBİ’nin yöneticisi görüneni anlamlandırmaya yarayacak birkaç ayrıntı daha ekliyor. Birincisi, özellikle orta ve küçük ölçekli işletmelerde birbirine yakın maaşlar alan ama kültürel olarak farklı sınıflara mensup işçiler arasında belirlen gerginlikler. Şartların ağırlaşması her iki tarafta da özgüveni paralanmış, kaygılı insanlar yaratıyor. İşaret ettiği ikinci nokta da hayatın birçok alanında beliren vasatlaşmanın eğitim sistemindeki uzantısı, niceliksel olarak fazlalığa rağmen kalifiye eleman bulmakta yaşadıkları zorluklar. Tabela üniversitelerinin hallicelerinden mezun olan mühendislerde dahi tanık oldukları yetersizlik, ara eleman ve iş gücü maliyetini düşürme odaklı ekonomi politikasının bir sonucu. Eleman alma süreçlerinde yapılan başvuru sayısının çok yüksek olması ve yine de ilanla kalifiye elemana erişemediklerini düşünmeleri, bu iş için aracılık eden kimi şirketlere çalışmaya itmiş onları.
Tamamen fırsat eşitsizliğine dayanan bir eğitim ve ömür çürüten bir sınav sistemi… Özerklikten ve nitelikten yoksun üniversitelerden alınan sözde diplomalar… Hep beklentinin altına razı bırakılmış bir çalışma hayatı; tırpanlanmış haklar, “mezarda” kavuşulan emeklilik… Bir insan hayatını çocuk yaşından başlayıp külliyen anlamdan yoksun bırakacak bir zincir, mavi ve beyaz yakayı içeren emekten yana yapısal bir dönüşüm var burada. Bu zincirden zaten kopartılmış vasıfsız işçilerin açlığa terk edilişlerini de masanın etrafındaki üç insan anlatıyor işte.
‘MEVZU PARAYI GEÇTİ, YAŞAMIN KENDİSİ DEĞİŞTİ’
Oktay Arık’ın, onun gibi en son CPS Otomotiv’de çalışan eşi de işsiz, birlikte yaşadıkları işçi emeklisi annesi ve babası sayesinde idare ediyorlar. İki emekli maaşıyla sekiz kişi geçinmek demek bu. Dört çocuklarından biri, büyük kızları üniversite sınavına girmiş, puanının neye yeteceğini henüz bilemiyordu görüştüğümüzde. O da yazın iki aylığına hayatının ilk işine başlamış. Kendine harçlık çıkarabilmek için dört arkadaşıyla birlikte Horoz Lojistik’in depo bölümüne girmişler. Böyle ağır bir işte çalışmak zorunda kaldığı için kızına kıyamıyor Arık; yüzünden akıyor memnuniyetsizliği. Bir de çölyak hastası olmuş kızı; ona kalırsa stresten. “Bir makarnası 25 lira, zengin hastalığı…” diyor.
Üçünün de borcu var, kredi kartları hep “patlak”. Bir vakit aldığı kredi yüzünden inşaat işçisi İbrahim Çelik’in evine haciz gelmiş hatta. Bölgede işsizlikle birlikte at yarışları ve İddaa oynayanlar da artmış, kapılarda kalabalıklar birikiyormuş her saat. Bir de Evkur gibi yerlerden faizsiz borçlanarak satın aldıkları malları satıp karın doyuranlardan söz ediyorlar. Yeter ki o gün geçsin. Geçmişteki krizlerle bugünü karşılaştırdıklarında artık “sosyal hayatın bittiğini” anıyorlar bir de. Mustafa Öztürk “Eskiden her şeye rağmen dayanışma olurdu, artık kimsenin hali yok. Hiç beklemediğin arkadaşın bir çay içmeyi çok görüyor, çünkü bütçesi yok. Kimse kimseyi görmüyor” diyor, “huzur yok artık, huzur. Mevzu parayı geçti, yaşamın kendisi değişti”.
Monotonlaşan günleri hem “aşırı beklentiye girmeden” ama hep bir yerden de bir iş çıkabilir diye bakınarak, bu zorlu ayarda geçirmek gerekiyor. Ağır belirsizliğin yarattığı stres, bedenlerinden fışkırmış. Uzun zamandır yastığa başını rahat koyamadığını söyleyen Oktay Arık zaten kronik bir hastalıktan muzdarip. Mustafa Öztürk, dişlerinden çekiyor, fark etmeden çenesini sıka sıka dişlerine zarar vermiş. Bunun işsizlikle birlikte en sık yaşanan sağlık sorunlarından biri olduğu, bu yazı dizisinin bir başka bölümünde çıkacak karşımıza zaten. İbrahim Çelik bir istisna; başına ne gelirse gelsin uykusunun etkilenmediğini anlatıyor, vurup kafayı yatıyormuş. Onların hanede diş sıkma işi, hiç teşbih olmayan haliyle karısında. “Benim hanım da akşamları bir başlıyor çatır çatır… Dedim sen napıyorsun, bir rahat ol. Bir gün olur, bir gün olmaz, Allah büyüktür. Tamam, bazen bir sene olmaz, iki sene olmaz, ama olur…” diyor gülerek. “Bir işe giremezsen Allah sana ne yapsın diyor Öztürk araya girerek.
Kadınların kendi işsizlikleri dışında, hayatlarındaki erkeklerden yansıyan işsizlik ağrısını konuşacak oluyoruz, İbrahim Çelik muhabbeti “para olmayınca artan dırdıra”, derken “katliam yapmak zorunda kalan erkeklere” getirdiğinde kalbim sıkışacak gibi oluyor, derken Mustafa Öztürk yetişiyor. “İşsizliğin yarattığı sosyal bunalıma bakmak lazım” diyor, şiddete nasıl bahane edildiğinden söz ediyor.
Mevzu kendiliğinden açılmasa da elbet Suriyeli, Afganistanlı işçilerden konuşacaktık. Bu mevzuda da aynı şey oluyor. İnşaat işlerinden söz ederken de, belediyelerden yardım isteyip bulamadığını anlatırken de mültecilere getiriyor Çelik lafı. “Niye kalıp kendi ülkesinde savaşmamış” argümanının ne kolay ve ne güçlü döküldüğünü duyuyoruz yine ağızlardan. Tekstil işçisi Öztürk bu kez de “Suriyeli bir işçiyle beraber çalışmakta ben sıkıntı görmüyorum. Aynı koşullarda çalışıp Suriyelinin benden az alması sermayenin sömürgeciliğinden” diyerek veriyor cevabı. Öztürk’ün önümüzü nasıl gördüğü sorusuna karşılığını da buraya eklemeli:
“Artık beyaz yaka da ‘ben de bordrolu çalışan bir işçiyim’ diyor, bu iyi bir şeydir. Türkiye artık tampon bir ülke olduğu için diyorum, Türk’ü, Kürdü, Suriyeli’si, Laz’ı, Çerkes’i, Afgan’ı, işsizi ve işçisi, yaşadığımız sorunların asıl sermayeden kaynaklandığını görmeye başladığında değişim başlar. Suriye’de, Afganistan’da yaşanan da sermayenin savaşıdır bana göre. Yarın CHP de gelse, benim gözümde bugünkü iktidarın, sermaye yapısının devamıdır. Belki daha da kötü olur kim bilir. Sorunun kaynağını görmemiz gerekiyor, o bilinç lazım bize. Ben belki yeterli biri değilim, ama o bilinci aldığımı hissediyorum. İşveren de bunu biliyor. Benim işsizliğimin nedeni de bu. Önce ‘Senden çok faydalanacağız’ diyor, sonra o bilinci gördüğü anda duvarı çekiyor.”
Öztürk, CPS Otomotiv’de birlikte direnişe katıldıkları arkadaşlarının yüzde 90’ının muhafazakâr kesimden geldiğini söylüyor. Ama “sermayenin o yüzünü görmeleriyle” yaşanan değişime bizzat şahit olmuş. “Ben sadece öncesinde bir deneyim yaşadığım için öncülük yapmış oldum. Ve bunu onlardan da bir şeyler katarak, kendimi geliştirerek yaptım” diyor. Peki bu oy verme davranışlarını etkileyecek güçte bir değişim mi? Mahalle baskısının gücüne vakıf olması, temkinli cümleler kurduruyor ona, ama umutlu da. İnşaat işçisi İbrahim Çelik giriyor araya, “Seçimde değişir işler, bana seçimde Erdoğan kürsüden iner gibi geliyor” diyor. Öztürk’ün karşılığı tamamlıyor manzarayı: “A partisinin gidip B partisinin gelmesi değil, sermayenin küresel krizidir asıl mesele, ona bakmamız lazım”. 90’lardan beri uluslararası sermayenin ağırlığının arttığı tekstil sektöründe ücret o zamanlara kıyasla yarısına düşmüş. Öztürk çok önemli bir dönüşümden söz ediyor, kayıt dışı çalışan sayısının kayıtlı işçileri geçmiş olabileceğini söylüyor. Sendikalı sayısı ise on binde bir bile değil. İplerinden kopmuş bir kuralsızlık, insafsızlık, sömürü. Çok insana olduğu gibi, ona da kapitalizmin erken dönemini anımsatıyor tüm bunlar; kazanılan her şey buharlaşmış da başa dönmüşüz gibi.
Kalkıyoruz, duraklar Huzurkent, Güzeltepe, Çağdaşkent, Mutlukent diye akıyor, evlerimize dağılıyoruz.
* Resmî iş gücü istatistikleri gerçek hayattan gittikçe daha fazla koparken, işsizlik sorununun kaynaklarına, derinliğine, sonuçlarına ve bugünlere mahsus yanlarına biraz daha yakından bakmaya niyetlenen sekiz bölümlük bir yazı dizinden bir parça okudunuz.
Kaynak: DUVAR