fbpx

Tersanelerin görünür başarısı, görünmez felaketleri

Paylaş

Tersaneler Türkiye’de oldukça ciddi dönüşümler geçiren bir emek yoğun sanayi alanı. Özellikle üç kırılma noktası var özetle: İlki tersanelerin Tuzla’da oluşturulan tersaneler bölgesine neredeyse 1980’lerin ortasında zorla taşınması. Burası tersanelerin sermaye birikiminin önünü açan küvet rolü oynarken aynı zamanda Türkiye’deki işçilik örüntüsünü de kökten değiştirdi. Tersane büyük miktarda ve farklı beceri düzeylerinde işçiliği bir arada toplar ve pek çok firmanın üretimini de örgütler. Tuzla bölgesinin bir sanayi bölgesi haline gelmesinde tersanelerin büyük payı var. Aynı zamanda bu küçüklü büyüklü şirketler, birbirleriyle tersaneden iş kapmak için maliyet üzerinden rekabet edebilirler. Böylece uygun işçi kitlesini, özellikle geçici işçilerini, paternalist bağlar aracılığıyla oluştururlar. Böylece Tuzla bölgesinin emek örgütlenmesi, Tuzla kent yapısını da belirledi.

İkinci kırılma noktası 2002-2008 aralığında gerçekleşen, Tuzla’daki tersanelerin gemi üretiminde nispeten daha az sofistike olan düşük tonajlı tanker ve balıkçı gemilerinde uzmanlaşması oldu. Böylece kötü çalışma koşulları sayesinde fiyat düşürebildikleri için, dünyanın her yerinden sipariş alır duruma geldiler. Ancak, aynı dönemde iş cinayetleri de büyük artış gösterdi, ayrıca taşeronla üretim, de düzenleme ihtiyaçları ortaya çıktı. En önemli problem olarak Tuzla Tersaneler Bölgesi’nin alınan siparişlerin yoğunluğu karşısında mekansal bir sıkışmanın ciddi bir sorun olduğunu gördüler. ersanelerin büyük bir kent organizasyonu gerektirdiğini yazmıştım: Sadece işçilerin büyük sayılarla çalışması değil, geminin parçalarının üretimi ve montajı için de büyük alanlara ihtiyaç duyar. Tersane deniz/kanal kenarında olmalıdır ama teknolojik gelişmeler sayesinde gemiyi oluşturan parçalar tersanelere yakın başka alanlarda da yapılır. Dolayısıyla çevresinde bir küçük işletmeleri de kümeler ve yolların iyi işlemesine ihtiyaç duyar. Böylece Tuzla Tersaneler Bölgesi artan sipariş için yetersiz kaldı. Elbette bu kadar İstanbul gibi bir büyük kente yakın bölgede artan kiraların, gemi sanayicilerin maliyetini de etkilediği açıktı. Ve üçüncü kırılma noktasını Yalova Tersane bölgesine üretimin kaydırılması olduğunu görmüş olduk. Hükümet mega projelerinden birini daha tüm itirazlara rağmen kalkınma ve ihracat geliri söylemiyle hayata geçirdi. Böylelikle Tuzladan daha kamuoyunun dikkatinden uzak alanlara doğru gemi üretimi taşındı.

Son derece düzenlenmiş bir üretimde kuralsızlık esası

Tersane üretimi görünenin aksine oldukça kurala bağlıdır. Ürün tüm aşamalarda kontrolden geçer ve uluslararası kurumlarca onaylanır ki deniz taşımacılığını sağlayabilsin. Bu bağlamda geminin siparişini verenlerin isteklerini yerine getirmek için işçiler için sertifika alınma zorunluluğu getirildi. Bu emek sürecinin de kontrollü ve düzgün işlemesi anlamına elbette gelmiyordu. Zira çoğunlukla sadece içi boşaltılmış bir prosedür olarak uygulanıyor ve masrafları işçiden çıkarılıyordu. Ayrıca, 2008-9 dönemindeki kampanyada başlayan iş cinayetlerine yönelik kamuoyunda oluşan büyük rahatsızlıklar nedeniyle daha fazla maliyet ve düzenleme gerektiren İSG tedbirlerinin alınması bir ölçüde gerçekleşmişti. Ancak şimdilerde gördüğümüz, yine işsizlik baskısı ile geçici işçiler kişisel koruyucuları kendileri satın alıyorlar ve gittikleri yere taşıyorlar.

Yeni eğilimler

Tersanelerde yapılan üretim montaj üzerine kurulu, yani farklı ekipler bir arada çalışıyor. Zamansal ve mekansal açıdan kaotik ve bu yüzden en kötü çalışma koşullarını bulmak hala mümkün. Tersanelerdeki montaj sürecini betimleyelim; deniz aracının parçaları Tuzla’daki içlerine kadar yayılan irili ufaklı çok sayıda atölyede üretilmektedir. Tersane ise, o atölyelerde ve fabrikalarda üretilen büyük blokların farklı taşeronlar tarafından monte edildiği, işlendiği, boyandığı temizlendiği yerdir. Bu nedenle taşeronları kontrol ve koordine etmek işin esasını oluşturuyor tersane yönetimi için. Tam bu nokta yaşamsal. Zira gemi inşa ve onarımında işçi sağlığı ve iş güvenliği de, ürün kadar çok sayıda farklı taşeronun koordinasyonunu, kontrolünü ve yönetimini gerektirmektedir. Ayrıca, en vasıfsız işler için Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen insanlar kullanılmaktadır. Göçmen işçiler çok daha kötü koşullarda çalışmakta ve bazen iş kazalarında öldüklerinde isimlerini görmekteyiz.

Canı hiçe sayan koşullarda çalışmak

Dahası tersanelerin iş cinayetleri ile gündeme geldiği dönemlerden bugüne istihdam 4 kat artmış görünüyor ve işe bağlı yaralanmaları ve meslek hastalıkları daha görünmez olmakla birlikte iş cinayetleri katlanmış, 2008 yılında 22 işçi, 2013 yılında 18 işçi ekmeğini kazanırken iş cinayetine kurban gitmiş, 2022 yılında ise 43. Tersane sermayedarları ülkeye kazandırdıkları döviz ve aldıkları siparişlerin patlamasıyla övünürken, iş cinayetleri de hız kesmemiş görünüyor. Ayrıca bu iş kolunda örgütlenen iki sendikadan biri de bu kirli iş ve ticaret ilişkisinin bir parçasıydı. Ancak bu dönemde çok güçlü bir kampanya Limter-İş öncülüğünde örgütlendi ve sonuç olarak, pek yeterli olmasa da 6331 sayılı İSG Yasası yürürlüğe girdi. Ayrıca o dönemden beri Türkiye’deki tüm iş kazalarını ve meslek hastalıklarının dokümantasyonunu yapmak üzere İşçi Sağlığı ve Güvenliği (İSİG) Meclisi örgütlendi. Bu meclisin yıllık raporlarına göre, 2013 yılından 2022 yılı sonuna kadar gemi, tersane, deniz, liman iş kolunda en az 283 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Zira kampanyanın gerçekleştiği dönemde bile, az sayıdaki tersane düzgün bir organizasyon ve standart taşeron işine öncelik veriyordu, bugün gündem bile değil. Elbette bu rakamlar gazetelerden ve işçilerin kendilerinden aktarılan haberlerden toplanıyor. Ne yazık ki bu alanda Türkiye’de istatistik tutacak ve güçlü önlemler alacak başka bir yapı yok.

Taşeronluk neden sorun?

En önemli sorun güvencesiz ve sürekliliği olmayan bir iş olması. Yani bir tersanede üretim sipariş ile örgütleniyor. Gelen siparişin biçimine göre işçi ve malzeme ihtiyacı planlanıyor. Doğrudan tersanede çalışan işçiler, farklı beceri kategorilerinde. Eğer pahalı bir makine kullanacaksanız, makine tersaneye aitse o işçinin makineye aşina olması lazım. O işçi kadrolu ve çoğu kez sendikalı olarak çalışıyor. Bu makine ve malzeme taşeronun da olabilir. O halde taşeronun nispeten sermaye biriktirmiş bir “çözüm ortağı” olarak pozisyon aldığını görüyoruz. O taşeron da hemşeri veya paternalist ilişkilerde göre değil, malzemeyi harcamayacak bir formel eğitimden geçmiş sürekli çalışacağı işçiyi istihdam ediyor. Ancak diğer taşeronlar, geçici. Çoğu kez deneyimli işçilerin, kendine çevre yapınca köyünden işçi bulup taşeron olduğunu görüyoruz. O taşeronluk biçimi, işçilik-işsizlik-patronluk döngülerinin içinde. Bu taşeronların işçilerinin çalışma koşulları çok kötü. Çünkü işi bilmenin dışında bir işletmenin yasıl yürüyeceğini bilmeme ve paternalist ilişkinin sömürüsü de işin içine giriyor. Zincirleme bir sömürü bu. Tersane işi parça başı olarak fiyatlandırıyor. Taşeron işi zamansal bir maliyetle yapıyor. Planlanandan daha kısa zamanda biterse taşeron planlanan karı dışında bir kazanç elde ediyor ama bu nokta ölümcül. Zira işçilerin planlanandan hızlı çalışması, üretim alanını son derece riskli hale getiriyor. İncelediğimiz pek çok iş cinayetinin sebebi de bu sömürü zinciri.

Üretim alanında her şey politiktir

Erdoğan iktidarı dönemi oldukça uzun. Dolayısıyla hiçbir zaman işçi dostu olmadığını iddia edecek kadar elimizde veri var. Ancak özel olarak büyük kamu yatırımı projeleri yoluyla sermayedarların bir kısmına zenginleşmenin ve sektörde oligopolistik bir güç sahibi olmanın yolunu açtığı da açık. Tersanelerde de böyle bir durum var. Ne yazık ki en ciddi iş suçlarında bile işletmelerin sahiplerinin cezalandırılmadığını görüyoruz. Zaten sömürü gibi suç da zincirleme. Böyle olunca o paternalist ilişki ağı, nasıl ki işi örgütlemenin yolu ise suçu örtmenin de yolu oluyor. Yani suç zaten mağdur işçinin dikkatsizliği olarak görülüyor. Erdoğan döneminde en önemli sorun hukukun mağdur ve failin kim olduğuna göre işlemesi. Bu ne yazık ki işyerindeki deneyimlenen güvencesizliğin üstüne bir de toplumsal katmanlara göre deneyimlenen güvencesizlikleri kattı. Sermayedarlardan yana suç ortaklığı yapan sendikacıları siyasette söz sahibi artık. İşçi yanlısı sendikacıları ise hedef haline getirdi. Ayrıca kentlerdeki ortak alanların ve ekolojik nedenlerle korunan alanların da bu sermayenin yararına tahrip edilmesi, işgal edilmesine yol açtı. Haksızlığa uğradığında adalete ulaşmak özellikle bir işçi için en uzak ihtimale dönüştü. Elbette en önemli sorunlardan biri de işçi sınıfının örgütlü gücünü kıran ulusalcı, İslamcı söylemler de işçilerin kriminalize edilmesi ve dışlanmasında rol oynuyor. Aslında suçun olağanlaşması hali, işyerlerinde baskıyı ve hak gaspını mümkün kılıyor. Örneğin camilerdeki cuma vaazlarında imamlar bile işçi haklarına saldırıp, sermayeyi kutsayabiliyor. Bunların hepsi işçileri yalnızlaştırıcı. Bir de dil bariyeri olan bir göçmen işçi olduğunuzu düşündüğünüzde gerçekten cehennemden farksız bir gündelik hayat.

Nevra Akdemir