fbpx

SÖYLEŞİ | Türkiyeli mülteciler için yurda dönüş 5 yıl daha rötar yaptı…

Paylaş

“Sol hafızanın dağınıklığını fırsat bilen tekelci kapitalist sermaye sistemi; Siyasal İslamcı’sından, ulusalcı-Ergenekon’cu, Kızıl Elma’cı, Avrasya’cı bilumum milliyetçi, müktesebatçı, faşist ne kadar gerici kesim varsa Anti-Kürt’lük ekseninde bir araya getirip senkronize etmeyi başardı.”

Türkiye’de AKP-MHP iktidarının uygulamaları nedeniyle kendisini güvende hissetmeyen ve Avrupa’nın farklı ülkelerine iltica eden siyasetçiler, akademisyenler ve gazeteciler, 28 Mayıs’ta ikinci turu düzenlenen seçimde Erdoğan’ın yenilmesinin ardından, suçsuzluklarının kanıtlanabileceği bir hukuk anlayışının ülkede yeniden tesis edilebileceğini umuyorlardı. Ancak muhalefetin yaptığı ittifak, Erdoğan karşısında istediği başarıyı alamadı. Türkiye 5 yıl daha Erdoğan tarafından yönetilecek. Bu durum ülke içerisinde hukuktan basına, sosyal yaşamdan ekonomiye pek çok alanda endişe yaratıyor. Diğer yandan Avrupa’daki mülteciler de ülkeleri için aynı endişenin ve geriye bir süre daha dönememenin kaygısı içinde. Yazar ve siyasetçi Musa Karbadağ da onlardan biri. Karbadağ, Türkiye’den Kürtlere dönük baskı ve siyasi soykırım nedeniyle ayrılmak zorunda kaldı. Türkiye’deki seçimleri, seçimlerin yarattığı etkileri, mülteciliği ve Avrupa’daki durumu Karbadağ ile konuştuk.

Gaste Avrupa: Türkiye hem milletvekillerini hem de cumhurbaşkanını seçtiği bir süreç yaşadı. Siz her iki seçimin sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Musa Karbadağ: Türkiye toplumu AKP iktidarının yirmi yıldır uygulamış olduğu Savaş politikaları yüzünden yaşadığı çoklu kriz ile seçimlere gitti. Seçim arifesinde binlerce cana mal olan deprem yıkıntısı toplumsal algıda devlete ve onu yönetme pozisyonundaki faşist AKP-MHP iktidarına dönük müthiş bir güvensizliğe yol açtı. Ama, maalesef toplumun devlete dönük hissetmiş olduğu güven kaybı, tepki ve öfke doğru devrimci bağlamda yeterince tartışılmadığı için bu toplumsal tepki ve öfke sistemin kendisine yönlendirilemedi. Oysa deprem ve ondan önce yaşanan korona pandemisi ile Türkiye toplumunun geçmişten günümüze “Devlet”e dair edinmiş olduğu klasik tarihsel ezberler, devletin varlığına, kutsiyetine atfettiği tanımlamalar tuzla buz olmuştu.

Kuşkusuz sosyal ya da siyasal bir olguyu bir anda değiştiremeyiz ama; İncil’de geçen Petrus-Tebitha hikayesindeki mucizevi dirilişin beklentisine girmek de devrimci tutumdan sayılmamalı. Evet her anlamıyla hileli ve eşitsiz koşullarda gerçekleşen bir seçim oldu. Ama muhalefetteki, “iktidarın yıprandığına” dair beklentili durum haliyle ülke tarihinin en büyük yoksullaşmasını, yozlaşmasını yaşayan ve adeta metruk bir binaya dönüşen sistemin hem milletvekili, hem de cumhurbaşkanı seçimini kazanmasına yol açtı. Bu seçim yenilgisinin sebebi sadece bunlarla da sınırlı değil. Örneğin; devrimci muhalif kesimde sınıfsal perspektiften yoksun argümanların öne çıkması, Türk ulus devlet tanımı ile iktidar partisi tanımının yer değiştirmesine bağlı olarak hem teorik hem de pratik alanda sadece Erdoğan’ın otokratik yönetimini devirmeyi önceleyen restorasyoncu mantalitenin bir adım öne çıkmasını, öznel ve nesnel durumun istenilen düzeyde okunmamasını beraberinde getirdi. Sol hafızanın dağınıklığını fırsat bilen tekelci kapitalist sermaye sistemi; Siyasal İslamcı’sından, ulusalcı-Ergenekon’cu, Kızıl Elma’cı, Avrasya’cı bilumum milliyetçi, müktesebatçı, faşist ne kadar gerici kesim varsa Anti-Kürt’lük ekseninde bir araya getirip senkronize etmeyi başardı. Yine; HDP/Yeşil Sol ve sol bileşenlerin “üçüncü Yol” seçeneğini yeterince topluma mal edememiş olması süreç sonunda siyasal pragmatizmi doğurdu. Bu anlamda Sayın Öcalan’ın daha önceki İstanbul yerel seçimleri için dikkat çektiği “payendelik” meselesinin haklılığı tekrardan gündemleşmiştir bence. Mesela ben yurtsever bir Kürt olarak Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinin temsili parti olan ve tarihsel arka bagajında Zilan, Dersim gibi, Kürt’ün inkarı, katliamı bulunan CHP’nin kuyrukçuluğuna düşülmesine anlam veremedim.

Uzun zamandır Avrupa’dasınız ve Türkiye’ye dönmeyi bekliyorsunuz. Seçim sonuçları sizde bu beklentiye karşı nasıl bir duygu yarattı?

Biz Kürtler yüz yıldır sistematik olarak Türk devleti tarafından her türlü katliama, sürgüne, zorunlu göçe, envai çeşit işkencelere maruz kalıyoruz. Kendi öz yurdumuzda bile parya muamelesi görüyorduk. İnsani, demokratik her türlü haktan mahrumduk. Ama aktif mücadelenin içindeydik. Bugünkü zorunlu göçümüzün, sürgünde olmamızın sebebi de bu ahlaki-politik mücadele tercihimizdir. Mücadelenin içinden gelen birisi olarak kısa vadede Türkiye’deki politik iklimin değişebileceğine dair hiç beklentim olmadı. Hele hele İmralı adasından başlayan ve tüm toplumu ablukaya alan ve adeta bir yönetim rejimine dönüşen Sayın Öcalan’ın üzerindeki mutlak tecrit orta yerde varlığını koruyorken Türkiye ‘de hiçbir şey değişmez. Eğer Türkiye’de bir şeylerin değişmesini, demokratik ulus inşasının hayat bulmasını, toplumsal barışın sağlanmasını, demokratik bir ülkeye geri dönüşlerin yapılmasını istiyorsak İmralı’daki tecritin hakikat ile olan doğrusal ilişkisini görmemiz ve kendisine “insanım” diyen herkesin yaşantısını, mücadelesini, anlam arayışını bu gayri insani tecritin sonlandırması için yeniden gözden geçirmesi gerekir.

Önümüzdeki günlerde Avrupa’da Türkiye’den gelen politik mültecilerin sayısının artacağını düşünüyor musunuz?

Türkiye tarihinin en büyük yoksullaşmasını yaşıyor. İşsizlik, bütün geçmiş hükümet dönemlerinin on katını aşmış, döviz kuru her gün bir basamak sıçrama yapıyor; dış borçlanma hakeza almış başını gidiyor. Yine toplumsal siyasal fay hatları o kadar kırılgan hale gelmiş ki, insanlar adeta birbirleri ile tartışamaz, sohbet edemez, nefes alamaz hale gelmiş durumdalar. Yoksulluğun pik yaptığı, üretim ve refah seviyesinin düştüğü, en ufak ifade özgürlüğünün bile rafa kaldırıldığı gözaltı-cezaevi ve şiddet ile cezalandırıldığı; gelecek vaat etmeyen baskıcı bir rejimde kim yaşamak isteyebilir ki? Bu yüzden Avrupa ülkeleri yakın zamanda Türkiye ‘den doğru gelecek olan göç dalgasına hazırlıklı olmalıdırlar.

Türkiye’de gençliğin önemli bir kısmında da umutsuzluk ve gelecek kaygısı hakim. Gençlerin büyük bir kısmı da Türkiye’den ayrılmayı planlıyor. Bu gençlere ne söylemek istersiniz?

Yunan’lı ünlü şair Constantino Kavafis Kent adlı şiirinde

“Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin. …

Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.

Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın

aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın

ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.

Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın…” der. Alıntısını yaptığım şiirdeki gibi, inanın bir başka deniz, bir başka diyar, yeni bir ülke bulmayacaklar buralarda.

Hem gençlik kavramı ile umutsuzluğu yan yana koyamıyorum. Gençlik umudun ta kendisidir. Direncin, özgürlüğün ana rahmidir. Umutsuz ve mutsuz genç yoktur. Apolitik genç vardır. Faşist sistemin bütün alan daraltmalarına inat ne olursa olsun genç kuşak ülkeyi terk etmemeli. Terk edecek birileri varsa o da halkın sırtına yapışmış kan ve katliamdan beslenen bir avuç çetedir. Zaten onlar gençliği ve onların rantına çomak sokmak isteyen devrimci aydınları sürgüne, diasporalara mahkum etmek istiyorlar. Toplumsal değişim ve dönüşümün motorize gücü onlardır, gençliktir. Üniversitelerde, fabrikalarda, sokaklarda komünal örgütlenmelerini daha bir güçlendirsinler. Avrupa’ya, kapitalist modernitenin kalbine gelip çürümeyi tercih etmesinler.

Avrupa’da Erdoğan’a oy verenlere karşı büyük bir öfke var. Avrupalı sağcı siyasetçiler de buna sığınarak Erdoğan destekçilerinin Avrupa’da istenmediğini ve Türkiye’ye dönmeleri gerektiğini söylüyor. Bunun gelecekte siyasi mültecilere dönük bir politikaya  kapı aralayabileceğini düşünüyor musunuz?

Hemen şunu ifade etmek isterim. Hitler vahşetini deneyimlemiş Avrupa halkı, biz ve öteki üzerinden kurgulanmış hiçbir kimlik siyasetine asla pirim vermemeli. Erdoğan’ın tekrardan iktidara gelmesinin sebep ve sonuçları direkt ya da dolaylı olarak Avrupa ülkelerine yansımaları kuşkusuz olacak. Aslında Suriye savaşı patlak verdiğinden bu yana Erdoğan zaten bütün Avrupa’yı mülteci sopasıyla tehdit ve terbiye etmeye çalışıyor. Erdoğan destekçilerine gelince… Gurbetçi Türk’lerde çok ters bir sosyoloji mevcut. Açlıktan, sefaletten, aidiyetine, inancına, kültürüne karşı olduğu Avrupa’ya canhıraş bir biçimde kendilerini atmışlar. Bu sefer en çok mağduru oldukları sisteme buradan doğru bir biat ile dört elle sarılıyorlar. Sosyolojide buna “ezilenlerin rızası “deniyor. Siyasi, sosyal, ekonomik şartların gerekliliklerinin aksine davranışlar sergileniyor. Biz Ortadoğuluların tipik karakteridir. Birilerine üstün roller atfeder, sonradan tapıma geçeriz. Ben bu anlamda Avrupalı siyasetçilerden Erdoğan’cı kesime dair bir tutumun oluşup gelişebileceğini düşünmüyorum. Örneğin Kürt halkına karşı yıllardır süren kirli savaşın her anlamdaki lojistikçileri Avrupa’da bulunan milliyetçi Türk’lerdir. Avrupa’daki ülkücüler, Osmanlı Ocakları vb. yapılar Türk devletinin yurtdışındaki paramiliter yapılarıdır. Fransa hariç hiçbir Avrupa ülkesinde yasaklanmadılar. Genel mülteci politikaları ile Avrupa ülkelerinin Türk’lere uyguladığı konfor ve standartları eşitleyemeyiz. Çünkü; Avrupa Birliği ülkeleri için Türkiye bir tüketim pazarıdır. Türkiye’deki anti demokratik faşist rejimin bu denli uzun ömürlü olmasında Avrupalı siyasetçilerin payı var. Ve kim ne derse desin bütün ulus-devletlerin dini de imanı da kendi ulusal sermayedarlarının azami karlarıdır. Demokrasi ve insan hakları söylemleri bu kirli gerçekliği örten şaldır. Örneğin; Türkiye’de birçok gazeteci, aydın, sendikacı, öğrenci ve halkın iradesi ile seçilmiş insan yıllardır yargısız bir infaz ile hapishanede tutuluyorlar. Türkiye AİHM’den dönen hiçbir kararı tanımadı. Buna Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kararı da dahildir. Hangi Avrupa ülkesi bu gayri insani, faşizan gidişata itiraz edip ciddi manada bir yaptırım uyguladı? Yukarıda ifade ettiğim gibi; Hitler vahşetini yaşayan Avrupa ve insanlık çağımızın “Hitler’i” olmaya aday Erdoğan’ı hafife almamalı, konjonktürel çıkarları gereği anti demokratik faşist yönetimini gelinen aşamada artık tolere etmemelidirler.

Erdoğan 5 yıl daha iktidarda olacak gibi görünüyor. Bu 5 yılda Türkiye’deki siyasi atmosferin olumlu değişimi için neler yapılabilir? Avrupa’daki politik mültecilere önerileriniz nedir?

Bu diaspora çukurunda bizi en çok ne vuruyor? Ülkesizlik vuruyor değil mi? Eğer Erdoğan rejiminin erkenden gitmesini istiyorsak, O zaman mülteciliğin getirdiği korku, kaygı, yas ve hüzün hallerini bir kenara atıp dişe diş bir mücadele ile Avrupa kamuoyunu Türkiye ‘deki rejimin uygulamalarına yönelik duyarlı hale getirmek gerekir. Diplomatik, kurumsal ve örgütlü hareket edeceğiz. Edilgen sıradanlığımızı, içi kof konformizm, kampların, sosyal yardım kurumlarının önünde dilenci arayışlarımızı terk etmemiz gerekir. Geliş gerekçelerimize dört elle sarılmalıyız. Çeşitli tehditler ile dilimizi, belleğimizi itaate, faşist sistemine sadakate zorlayan bu ceberut düzene karşı boş durmamalıyız. Çünkü biz durdukça onlar kardeşlerimizi tutuklamaya, boğazlamaya devam edecektir.

Sözlerimi Martin Luther King’den bir alıntı ile sonlandırmak istiyorum:

“Uçamıyorsan, koş; koşamıyorsan, yürü. Eğer yürüyemiyorsan, sürün; ama hareket etmeye devam et. Geleceğe ilerlemeyi sürdür.”