fbpx

Yolda Olmanın Diyalektiği: Popüler Kültür ve Seyahat

Paylaş

Vladimir Tumanov’dan Haritada Kaybolmak kitabını okuduğumda on yaşındaydım. Kitapta iki kardeş, harita üzerinde gördükleri bilmeceleri çözüp ülkeleri bulmaya çalışıyorlardı. Bilemedikleri her bilmecede on sene yaşlanıyorlardı ve insan yaşamının da bir sonu vardı elbette. Bu yüzden tüm bulmacaları tamamlamaları için 60-70 seneleri, yani 6-7 hakları vardı. O kitaptan sonra uzakları merak etmeye başladım. Liman şehrinde büyümüş olmanın da etkisi vardır, gidip gelen gemilerin yola çıktıkları ve vardıkları şehirleri merak ettim hep. Denizcilerle para takası yapardık, Tanzanya Şilini ile Madagaskar Ariarisini takas ettiğimi bile hatırlıyorum.

Yıllar geçtikçe o gemilerin yola çıktıkları ve vardıkları yerlere seyahat etmeye başladım. Seyahatin uzak olanı yakın hale getirdiği bilinir. Ben, seyahatin farkında olmadığımız yakınlıkları da bize gösterdiğini düşünüyorum. Galatasaray Meydanı’nda her cumartesi toplanan annelerle, Meksika Oaxaca’da işkencede kaybedilen oğlunu bir el ilanıyla arayan yerli bir kadının sahip oldukları “yakınlık” gibi. Uzak olanın getirdiğiyle yakın olanın anlaşılması, insana bir ızdırap da getiriyor elbette. Yakın zamanda okuduğum bir kitapta şöyle diyordu*: “Bu, var olmanın hem en güzel hem de en kötü yanıydı. Hayatın temelinde, sonsuz ızdırap yatıyordu. Başka bir dünya özlemiyle çaresizce haykıran birinin ızdırabı.”  Ben hep birbirinden farklı ama eşit olan insanların dünyasını hayal ettim. Bunun bir ismini koyacaksak, buna sosyalizm diyebiliriz.

Reel sosyalizm hep griyle anıldı, onun gidişiyse hep renklerle ilişkilendirildi. Bugün tutkuyla bağlı olduğum seyahat eyleminin sisteme kurban edilen halinin farkına vardığımda, örneğin Paris’te, Eyfel Kulesi’nin önünde kendinden geçmiş şekilde fotoğraf çekilen orta yaşlı turistleri gördüğümde, Ürdün Petra’da Nebatilerin Hazinesi’nin önünde, “sahiplerinin” işkencelerine maruz kalıp acıyla bağıran develerle karşılaştığımda ve hatıra olarak almak istediğim tüm buzdolabı süslerinde “I love filanca şehir” ifadesini okuduğumda “yıkılmış olan gri”nin yerini daha farklı bir rengin aldığını düşünüyorum. Ve bu “yeni” rengin birbirinden farklı ama eşit olan insanların dünyasını kurduğunu, kuracağını düşünmüyorum. Bu rengin aynı zamanda bize “yakın” olanı anlatan eylemi, seyahati giderek anlamsızlaştırmaya çalıştığını görüyorum. Sovyetler Birliği’nin dağılış sürecini anlatan bir söyleşi kitabında okuduğum bir bölüm beni çok etkilemişti: “Eskiden kitaplar önemliydi, şimdi “biznes” yapmak ve kot pantolon. Ciltlerce kitabı kot pantolonla takas ediyor insanlar.”** Sistemin standartlaştırdığı ve kot pantolon paydasıyla birleştirdiği insanların seyahat etmeleriyle, tüketim kültürünün her şeyi olduğu gibi dünya kültür miraslarını da kendi tüketim objesi, oyuncağı haline getirdiğini görüyorum. Bu da yalnızca dünyaya egemen olan göç, iklim, kıtlık gibi problemlerin ya da savaşların değil; çocukluk anılarımızı ve tutkularımızı kurtarmanın da tek yolunun sistem değişikliği olduğunu gösteriyor. Seyahatin ve değişen dünyanın sistemden bağımsız olmadıklarını görmek istiyorsanız zamanla kimliğini yitirip kentsel dönüşümle asıl sakinlerinden alınarak başka insanlara teslim edilen şehirlere, toplumsal hatıra miraslarının enkazları üzerinde yükselen kapitalist mabedlere, alışveriş merkezlerine bakmanız yeterli. Tüm dünyanın Dubai’ye dönüştüğü bir ihtimalde tüm renkler, insanlar ve geri kalan her şey anlamını yitirecek. İlk önce de benim çocukken okuduğum kitap, gemilerin yola çıktıkları ve vardıkları şehirler ve bir denizciyle takas ettiğim, üzerinde kırmızı tişörtüyle gülümseyen bir çocuğun olduğu 500 Madagaskar Ariarisi. Bunların anlamlarını yitirmelerini istemiyorum ben.

*Laxness, Halldor; Salka Valka, Yordam Yayınları, Istanbul, 2021.

**Aleksiyevic, Svetlana; İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu.