Siyaset bilimi literatürü uzun süre cinsellik meselesini görmezden geldi, düzene aykırı cinsel yönelim ve kimlikten insanların maruz kaldığı şiddeti siyasal bir olgu olarak değerlendirmedi. 1990’lı yıllarda akademik alanda feministler, 2010’lu yıllardan itibaren de LGBTİ+ siyaset bilimciler mesleki örgütlerdeki marjinalleştirilmeye karşı ses çıkarmaya başladılar. Yeni dergiler, kitaplar, mesleki platformlar ortaya çıktı. Bu çalışmaların önemli isimlerden biri devlet şiddeti üzerine uzmanlaşmış ve 1990lardaki HIV/AIDS krizi sırasındaki eylemlerin hafızasını taşıyan Amerikalı siyaset bilimci Michael Bosia’dır. Bosia’nın ayırt edici özelliği, siyaset bilimi literatüründeki hak mücadelesi, hukuki gelişmeler ve toplumsal hareketler gibi konuları tamamlayıcı bir şekilde devletin şiddet aygıtları üzerine yoğunlaşmasıdır.
“Devletler neden harekete geçerler? Homofobi ve kriz” (*) adlı makalesinde Bosia, devlet aktörlerinin neden homofobik politika ve söylemlere başvurdukları sorusunu sorar. Böylece özellikle “devlet homofobisine” (state homophobia) ve homofobinin siyasal stratejik etkilerine yoğunlaşır. Devlet homofobisinin LGBTİ+’ların toplumsal bir hareket olarak örgütlü olup olmadığından bağımsız bir şekilde, çok farklı bölgesel, dinsel, kültürel bağlamlarda, farklı rejimlerde, farklı tarihsel tecrübe ve kapasiteye sahip devletlerde benzer özelliklere sahip (modüler) olduğuna dikkat çeker. Bu bağlamda devlet aktörlerinin eylemlerini kişisel inanç, gelenek-görenek veya LGBTİ+ taleplerinin yükselmesiyle açıklamaz. Tersine Bosia’ya göre esas soru devletin inancı, geleneği ve kimlikleri nasıl yarattığı, tanımladığı ve şekillendirdiğidir. Yani, incelemenin odak noktası devlet-kurucu bir strateji olarak homofobidir. Bosia, konuyu üç boyutta ele alır
1- Cinsel egemenlik: Birinci boyut, uluslararası sistemdeki büyük dönüşümlerin tetiklediği ve egemenlik ve aidiyetin sorgulandığı şiddet olaylarında otorite kurmaya çalışan bir ulusal güvenlik aparatının başvurduğu homofobidir. Bu durumlarda homofobi devlet aktörleri ve müttefikleri için etnik temizlik ve cinsel saldırının yanında aidiyet ve otorite kurucu bir şiddet aracı işlevi görür. 1992’de Bosna’nın bir köyünde Sırp paramiliterler tarafından yüz kişinin önünden soyunup birbirlerine oral seks yapmaya zorlanan Müslüman babalar ve oğullar Bosia’nın bahsettiği çarpıcı örneklerden biridir. Bosna Savaşı sırasında dört bine yakın Bosnalı Müslüman erkeğin hadım etme, cinsel organları yaralama ve tecavüz gibi çeşitli cinsel işkenceye uğradığı tahmin ediliyor. İkinci örnek ise 2003’te Amerikan işgal altındaki Irak’ta Ebu Gureyb cezaevindeki işkence. Bosia her iki örnekte de cinsel şiddetin askeri ve paramiliter aktörler tarafından otorite ve egemenlik kurmak için kullanıldığını ve böylece yeni güvenlik konseptinin insan bedenlerine ve bunlar üzerinden topluma kazındığını, nakşedildiğini, tescillendiğini vurguluyor. “Eşcinsellendirilmiş işkence” bedeni bir ulusal güvenlik projesi olarak kontrol etmenin bir aracı ve hem işkence mağdurlarını hem de işkencecileri dönüştürüyor. Eşcinselliği bir güvenlik tehdidi olarak algılayan devlet aktörleri milli/heteronormatif cinselliği inşa ederken gayrimilli cinselliği bir şiddet aracı olarak kurguluyor: “Devletin ajanları tam da devlet tarafından varlığı reddedilen bu suçu işleyerek devlet düşmanlarını sembolik olarak iğdiş ve yok ediyor”. (39)
2- Kriz: İkinci boyut homofobinin devlet aktörleri ve müttefikleri açısından işlevsel hale gelmesini sağlayan baskılar ve krizlerdir. Bosia, Mısır, Zimbabve ve Malezya örnekleri üzerinden, neoliberal reformların ekonomik politikaların manevra alanını kısıtladığı ve muhaliflerin cesaretlendiği durumlarda devletin şov davalarla eşcinselliği yargıladığını öne sürüyor. 1997’de Zimbabve’de ülkenin ilk başkanı Canaan Banana’nın ve Malezya’da başbakan yardımcısı Anwar İbrahim’in livata suçlamasıyla yargılanması, 2001’de Kahire’deki bir klüpte basılan erkeklerin yargılandığı meşhur Queen Boat mahkemesi bu başlıkta ekonomik krizin siyasi etkilerine karşı uygulanan homofobi örneklerini oluşturuyor. Bosia bu mahkemelerde yargılananların sadece livatayla suçlanan kişiler değil eşcinselliğin kendisi olduğunu öne sürüyor. Nitekim, bu yargılamaların etkileri davaların ardından yıllarca yeni yargılamalar, kovuşturmalar, tehdit ve şantajlarda sürüyor. Ayrıca, bu mahkemeler içtihatlarıyla yeni (geleneksel olduğunu öne sürülse de aslında modern!) bir cinsellik modeli icat ediyor. Bu yerli ve milli cinsellik modelinde eşcinsellik Batı, kapitalizm ve emperyalizmle özdeşleştiriliyor.
3- Kapasite artırımı: Bosia son olarak neoliberal reformlar döneminde kaynak yetersizliği çeken stratejik ittifakların devlet kapasitesini arttırmak için homofobiyi nasıl kullandığına odaklanıyor. Apartheid (ırk ayrımı) rejiminin sona ermesinin ardından eşcinsellere eşitlik tanıyan Güney Afrika’ya karşı Uganda’daki Musenevi rejimi bu bağlamda ilginç bir kontrast oluşturuyor. Uganda örneğinde homofobi devlete sadakati sağlamanın değil, bütçeye katkı sağlamanın bir aracı. Amerika’daki bazı kiliselerin başı çektiği homofobik sağcı hareketlerin Afrika’yı bir muharebe alanı olarak belirledikleri ve Uganda gibi rejimlere hem (köktenci ve homofobik) “uzmanlık” hem de finansal kaynak sağladıkları gözlemleniyor. ABD’de alan kaybettikçe eşcinsellerle mücadeleyi sınır ötesine taşıyan bu hareketlerin emperyalist manevralarının Afrika rejimleri tarafından milli ve yerli olarak yutturulması (üstelik sömürgecilik öncesi döneme dair cinsel çeşitlilik alenen bilinirken) ayrıca dikkat çekici bir nokta. Sermaye birikimini eleştirmeyen, emeğin özgürlüğü savunmayan bir Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin ne gibi saçmalıklara imza atabileceği cümlemizin malumu. Bosia’nın katkısı Üçüncü Dünyacılığın homofobiyi uygun koşullarda nasıl sermayeye dönüştürebileceğini göstermesi.
Bosia’nın ele aldığı boyutlar homofobinin devletin şiddet aygıtı olarak nasıl farklı işlevler görebildiğini açıklıyor. Bu uygulamaların ülkeden ülkeye taşınabilen “modüler” özelliği hem devlet kuramındaki önemli bir boşluğu dolduruyor, hem de LGBTİ+ hareketinin kazanımlarının çantada keklik sayılmaması gerektiğini hatırlatıyor. Bu minvalde Bosia’nın siyaset biliminde erkek eşcinselliği üzerinden açtığı tartışmanın LGBTİ+ içindeki diğer cinsel yönelim ve kimlikleri içerecek biçimde geliştirilmesi gerekiyor. Böylece erk ve erkeklik arasındaki kurucu ilişkiyi de daha net görebilir hale geleceğiz. Bunun yanında dünya ekonomisinde 2008 krizinden itibaren gerçekleşen dönüşümün Bosia’nın tezleri açısından nasıl bir değişime yol açtığını da ölçmemiz lazım. Her halükarda Bosia’nın incelemeleri homofobiyi siyasi bir mesele olarak tanımlamak ve siyasi stratejiler geliştirmek açısından büyük önem taşıyor.
(*) “Why States Act? Homophobia and Crisis,” Global Homophobia, States, Movements, and the Politics of Oppression içinde, Meredith L. Weiss ve Michael J. Bosia (Der), Urbana, University of Illinois Press, 2013.
Kaynak: Evrensel