fbpx

Sınırlar ve halklar – Ertuğrul Kürkçü

Paylaş

“Tarih bakımından art arda gelen birçok medeniyet […] birbirinden habersiz, dağ silsileleri gibi, bata çıka yürümüş[tür],” diye özetler Dr. Hikmet Kıvılcımlı, insanlık tarihinin gidişini. Bu “yürüyüş”ün izleri dünyanın pek az yerinde Türkiye ve Kürdistan’da olduğunca göz önündedir. Ama, devletin ya da toplumun tarihin bu cömertliğinden nasiplenerek, insanlığın büyük macerasına yol gösterecek bir tarihsel kapasite geliştirebildiğini söylemek ne mümkün. Çok uzağa gitmeye gerek yok, Nisan 2013’te henüz başbakanken Tayyip Erdoğan kentin bilinen tarihini 8 bin 500 yıl öteye götüren buluntuların gün yüzüne çıkarılması için İstanbul’daki Marmaray inşaatına ara vermenin anlam(sızlığ)ını şöyle özetlemekte beis görmemişti: “[…] Basit çanak çömlek hikayesi bize dört sene kaybettirdi. 3-4 sene önce Marmaray açıklanacaktı […] Yazık değil mi, günah değil mi? […] Muasır medeniyetler seviyesi üzerine çıkacaksak bu yatırımlarımızı hızla gerçekleştirmeliyiz.” 

Bu sözlerin sahibi, yaşadığı toprağın altından fışkıran harstan şu kadarcık nasiplenmiş olsa, “çanak çömlek” diye hor gördüğü buluntuların Bizans’ın da onu yıkan Osmanlı devletinin de aynası olduğuna dair bir fikir sahibi olurdu. Marmara’nın altına tünel açmanın memleketi “muasır medeniyet seviyesi”nin üzerine çıkarmak bir yana kapitalist uygarlığın müzmin çürüyüşüyle sıkı sıkıya eklemlediğini bilirdi. AKP ve Erdoğan’la iktidarda kaldığı yirmi yılda siyasal İslam kapitalizmden daha yüksek bir uygarlık dinamiği oluşturamazdı elbette ama miadı dolmuş bir egemenlik aygıtını ayağa kaldırmak üzere eski devletin seçkinleriyle bir ittifak kurmayı başardı. Böylece Erdoğan devleti siyasal İslam’la aşılarken, siyasal İslam’ı da kapitalizmin en yoz görünümlerinden biri olan “ahbap çavuş kapitalizmi”nin taşıyıcı sütunu haline getirdi. Bu, kapitalist uygarlığın “bata çıka yürüyüşü”ne Özal’ın açtığı yoldan yeni bir şevkle katılmak; büyük insan kitlelerinin yer değiştirmeleri, göçler ve savaşları tetikleyen bir tarihsel dönüşüm sürecine dahil olmak demekti. 

Eski medeniyetler büyük ekolojik altüstlükler, depremler ve onları izleyen tufanların yol açtığı kavim göçleri, barbar akınları, din savaşları ortasında yok olur, egemenlik alan ve biçimleri ve sınırları durmaksızın değişirdi. Cumhuriyet’in “Yurtta barış, dünyada barış” öğretisi bu bata çıka yürüyüşün Osmanlı devletinin yok oluşuyla son bulduğu inancının ifadesiydi: “Sonuncu Türk devleti” batmaktan “Lozan Barış Antlaşması”yla kurtulmuş ve “nihai sınırlar”ına kavuşmuştu. Bu anlatı 1980’lere kadar “ulus-devlet”in kuruluş ihtiyaçlarını ve uluslararası antlaşmaların gereklerini karşılamış olabilirdi. Ancak, Cumhuriyet’in 100. yılına yaklaşırken “yurt sınırı”nın nerede başlayıp nerede bittiği, hatta “yurt”un neresi olduğu/olması gerektiği bugün de hem seçkinler hem yurttaşlar arasında gitgide derinleşen bir tartışma ve siyasi mücadele konusu. “Misak-ı Milli”, “Stratejik Derinlik”, “Değerli Yalnızlık”, “Mavi Vatan”, “Yavru Vatan”, “İki Devlet, Tek Millet”, “Turan Ordusu” vb. slogan ve formüller bu tartışma ve mücadelelerin yukarıdaki yansılarından başka bir şey değil. Belirsizleşen sınırlara ilişkin bu tartışma ve mücadeleler kaçınılmaz olarak komşuların “yurtlar”ı ve “sınırlar”ına, uluslararası sular ve hava sahalarına dair bir tartışma haline büründükçe, uluslararası ve bölgesel ihtilaf ve kaygıların da kaynağı haline geliyor. 

Ana muhalefet partisinin “Sınır namustur” sloganıyla başlattığı kampanya, bu tartışmaya dinamik ve ilerici bir müdahaleyle dahil olmaktan çok, küresel ölçekteki güç kaymalarının sonucu olan Suriye ve Afganistan’daki çatışmalarla sökün eden göçlerin yol açtığı ırkçı tepkilerden siyasi güç devşirmeye yönelik bir manipülasyon olmaktan ileri gitmiyor. 

İktidarın Suriye’de “rejim değişikliği” hedefiyle benimsediği siyasetin, sonunda Türkiye-Suriye sınırı boyunca çok büyük nüfus hareketlerine yol açtığı; büyük çoğunluğu Esad karşıtı, “İhvan”, “El Kaide” ve “DAİŞ” ile “iltisaklı” milyonlarca sivil ve muharip Suriyelinin Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldıkları ve bundan bir dizi ekonomik ve toplumsal-kültürel gerilimler ürediği bilinen gerçekler. Ancak bu, Ankara’nın Suriye siyasetinin yalnızca bir yanı ve en önemli yanı da değil. Uzun zamandır Ankara’nın asıl meselesi Şam’da bir “İhvancı” rejim inşasından çok, bu siyasetin Suriye ve Irak’ta (Şengal) yol açtığı iktidar boşluğunda üreyen DAİŞ’e karşı insanlık adına savaşarak meşru bir öz yönetim dinamiği oluşturan Kürt özgürlük güçlerinin varlık ve mücadelesi. 

“Sınır namustur” kampanyası, bu koşullar altında diktatörlüğün Kürt sorununun mümkün biricik barışçı ve demokratik çözümü olan Kürtler arası sınırların aşılmasının önünü şiddetle kapatmasına siyasi ve ahlaki meşruiyet sağlamış ve Kürtlerin Türkiye, Suriye ve Irak’ta özgürlük mücadeleleri arasındaki iç bağları koparmasını onaylamış oluyor. Kürtlerin yaşam alanlarının beton duvarlarla (bantustanlarla) parçalanmasına kefil olurken, ana muhalefetin Türkiye’ye göçleri tetikleyen savaş tezkerelerine verdiği onayı da dikkatlerden kaçırıyor.

Bu tutumun, Kürtler arasında yarattığı hayal kırıklığı ve tepkiyi Metropoll’ün temmuz anketinden görmek mümkün. HDP’li Kürt seçmenin hatırı sayılır bir bölümü ankete göre Kürt sorununun çözümünde -yüzde 47.3- “İslam kardeşliği”ni işaret etmiş. Bu, AKP, MHP veya SP seçmeninden çok daha yüksek bir oran. “Demokrasi ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” seçeneği ise oldukça geride -yüzde 42.7. Bu ilk bakışta bir sapma olarak görülebilir. Ancak, bunun Kürt seçmene verili politik çerçeve içinde doğrudan doğruya “Türk milliyetçiliği” içermeyen tek seçenek olarak görünmüş olması en yakın ihtimal. Kürtlerin, diğer parçalardaki Kürtlerle irtibatını -“namus” gereği- koparan ve onlara Türk milliyetçiliğiyle ortaklık dışında siyasal seçenek bırakmayan bir muhalefet taktiğinin böyle sonuçları da olabiliyor. 

Ana muhalefet partisi sınır karakollarındaki tabelalardan intihal edeceği her sloganın tarihsel olarak içeriksiz, siyasal olarak karştırıcı, kadın ve Kürt kimliği açısından kaçınılmazca cinsiyetçi ve ırkçı olacağını öngörebilmekle yükümlüdür.