fbpx

Ölüm, defin ve yaşatılmayan yas

Paylaş

‘Kibrin, azametin çocuğu; Tiran, taşkınca büyüdükçe görür kendisini yükseklerde. Bilmeden akibetini gafil; düşer derin uçurumlara. Adaletten çekinmeyen, tanrı korkusu olmayan çarpılacaktır elbette‘   Sophokles

Antik Yunan’ın Eshilos ve Evripides’ten sonra üçüncü tragedya yazarı olan Sophokles, eserlerinde insanların genel kabul gören kadere itaatini değil aksine mücadele biçimlerini ele alır. Karmaşık eylem yapısı ve kurgusu ile Dünya edebiyatında direniş ve iktidara başkaldırının başyapıtı kabul edilen ‘Antigone’ önemli eserlerinden bir tanesidir. Sophokles, Antigone’de; Oidipus’un oğulları Eteokles ve Polyneikes tarafından Tebai kentinden sürülmesini, kenti savaşa götürerek yıkımına neden olan süreci işlerken, kardeşlerin birbirlerini öldürmesi ile tahta geçen dayıları Kreon’un bugüne dek ulaşan tiranlaşma pratiklerine de değiniyor.

Onlarca filozof ve siyaset bilimcinin üzerine yorumlar yaptığı tagedya özetle şöyle; İki kardeşin savaşının hemen ardından iktidarını güçlendirmek için sıkıyönetim ilan eden Kreon, ülkesine hizmet eden bir yurtsever olarak ilan ettiği yeğeni Eteokles için muhteşem bir cenaze töreni organize ederken, halkına ihanet ettiği iddiasıyla diğer yeğeni Polyneikes’in defnini yasaklayan bir buyruk yayınlar. Oidipus’un kızlarından Antigone, kız kardeşi İsmene’den yardım isteyerek  kardeşlerinin bedenini hayvanlara yem olması için açıkta bırakarak, yasının tutulmasını yasaklayan bu buyruğa karşı baş kaldırır.

 Antigone’ye göre bu buyruk insanı olarak da kabul edilemez çünkü bir ihanetçi adledilse bile bir insan yaşamını yitirdikten sonra bu mesele artık siyasal bir mesele olmaktan çıkar. Ölüme ilişkin ritüeller insani veya siyasi değil, tanrısaldır ve kim olursa olsun her ölünün gömülme hakkı vardır. Buna engel olmak hiçbir siyaset, gelenek veya yasa ile meşrulaştırılamayacağı gibi kadim geleneklerine de aykırıdır. Kardeşinin cenazesini gömmek için kendi yaşamını ortaya koyan Antigone’nin mücadelesinde ahlaki duruşu ve kardeşlik hakkı / kan hakkı talebini açıkça görebiliriz.  

Antigone, kız kardeşi İsmene’nin kendisine katılmamasına ve dayısı aynı zamanda eşinin babası olan Kreon’dan yana tutum almasına rağmen kardeşinin cenazesini gizlice gömmeye çalışırken yakalanır. Savunmasında ölünün gömülme hakkı tanrının emridir, bunu uyguladım demesine rağmen diri diri gömülme cezasına çarptırılarak zindana atılır ve zindanda kendisini asar.

2500 yıl önce yaşayan bir yazarın kaleme aldığı eserde ele alınan defin hakkına müdahalenin farklı biçimlerde devam ettiğini görmek/tanık olmak tarifsiz bir acı. Peki iktidar temsili tiran Kreon’un cezalandırdığı gelini Antigonemidir yoksa onun iktidarına karşı savaşarak ölen yeğeni mi? Eser, günümüz Türkiye’sinde AKP iktidarının özel savaş taktikleri ekseninde uyguladığı beden politikalarında sıkça karşılaştığımız defin hakkına müdahalenin kadim yasalara aykırı oluşu ve demokratik siyasetin tiranlaşmasını getiriyor akla.

Oysa ezelden beri varlığının sırrını arayan insan canlısı, kendini bilme hali ile geliştirdiği toplumsallaşmanın ardından birçok miti bugüne taşıdı. Varoluşun sırrını arayan insanlık, ölümle birlikte de yas tutma ve ölüyü uğurlama eksenli birçok ritüel geliştirerek acıyı pay eden dayanışmayı ve toplumsal düzenin devamlılığını sağladı. Neandertaller ölüsünü belirli kurallar dahilinde gönem ilk insanlardı.

Ölü/ ölüm ve defin üzerinde biraz okuma yaparsak; arkeolojik kazılara göre dört çeşit ölü gömme biçimine rastlanmış; birincisinde ceset önceden yakııyor ve küller bir küpün içerisine bırakılıyor, ikincisinde toprak mezara gömülürken üçüncüsünde sanduka biçiminde mezar oluşturularak ölü içerisine yerleştiriliyor. Dördüncüsündeyse iri taşlardan yeraltına bir oda yapılarak ölü buraya bırakılıyor. Bilinen tarihi verilere bakıldığında kültürel tüm farklılıklara rağmen tüm toplumlarda defin işlemine yönelik büyük bir hassasiyet göze çarpıyor. Hangi biçimde gömerse gömsün insan canlısı ölüsüne hürmeti de elden bırakmıyor. Yine birçok kültür incelendiğinde defin işlemi aile fertlerinin yükümlülüğündeyken aile mezarlıklarına yabancıların gömülmesinin suç addedildiği toplumlar da yok değil.

Gelmiş geçmiş tüm dinlerde gömülme hakkına ilişkin birçok doneye rastlamak mümkün diğer yandan ölüm ve ölümün toplumsallığına ilişkin  sosyolojik ve psikolojik  sayısız araştırma ve kaynaktan bir tanesinde şöyle bir yorum geçiyor; ‘Durkheim’in ifade ettiği biçimde özellikle ölüm etrafında oluşan törenler, aynı zamanda toplumsallığın en üst düzeyde yaşandığı törenlerdi. Ayrıca ölüme yüklenen toplumsal anlamların geçmişten bugüne sabit kalan noktaları kendisini sosyolojik bağlamın içerisinde açığa çıkartır. Ölüm, törenlerle ve ritüellerle örtülü bir toplumsal olgudur: insanları bir araya getirir ve bu birliktelikten oluşan kolektif ruh ile ölen bireyin boşluğu doldurulmaya çalışılır. ‘ (Adem Sağır/ Ölüm Sosyolojisi s.18)

Bu mana ile konuya dönersek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gömülme ve kişilerin yakınlarını gömme hakkını 8. maddesiyle açıkça düzenlenmiştir. T.C Anayasasında   kişilerin defin hakkına dair düzenlemeler bulunmasa da Anayasanın başlangıç bölümünde insan onurunun korunmasına, 20.maddedeyse yaşam hakkının korunmasına dair düzenlemeler bulunmaktadır. Buna karşın AKP İktidarı tüm bu hakları ihlal ederek suç işlemektedir. T.C. Anayasası, içtihatlar ve kanun hükümleri incelendiğinde AKP’nin cenazeleri ailelerinden kaçırarak defnetmesini haklı çıkartacak tek bir hüküm yoktur!

Buna karşın 7 Ocak 2015 tarihinde Adli Tıp yönetmelik değişikliği adıyla alınan karara göre kimliği tespit edilmiş olsa bile ailesi tarafından 3 gün içerisinde teslim alınmayan cenazeler devlet tarafından istenildiği gibi defnedilebilir.

Nasıl tarifsiz bir duygudur ölüsünü gömmemek, yıllarca cenazesini bulamamak hiç düşündünüz mü?

Defin hakkına dair gerek siyasal gerekse hukuksal ve insani bakımdan yapılan onlarca açıklama ve değerlendirme varken şu aşamadan sonra meseleye biraz farklı bakmak isterim. Bugün birçok haberde evladının kemiklerini Emniyetten bir torba içerisinde teslim alan babanın acısını derinden hisseden, yaşamınızın bir yerlerinde var olan, görüp bilmediğiniz belki de hissetmediğiniz mezarsız ölülere ağıt yakan binlerce aile ferdinden bir tanesi olarak hissettiklerimi paylaşmak istedim.

Ölümlerden ölüm beğendirilen, her geçen gün daha büyük bir acıyla sınandığımız bir o kadar da direniş ve mücadelenin örüldüğü zamanlardan geçerken, ruhumun en incesinde bedenimin her hücresinde bugün gibi hissettiğim  acıyla tanıklığım mevsimin bahara döndüğü bir vakitte oldu. Mart ayının bir akşamüstü çalan telefon sanki büyük bir acının habercisi olacağını bilircesine çığlık atıyordu. Koşup açtığım telefondaki ses cevap vermemi beklemeden derin ve karanlık bir kuyunun içerisinden seslenircesine, ‘Yıldızı kaybettik, Yıldızı kaybettik! deyiverdi. Böyle şaka olmaz dediğimi anımsıyorum, ötesi derin bir sessizliğe karışan acı, onca yıllık hasretin gölgesinde bir kez olsun görüşebilmeyi umut ederken sonsuz yitikliğin acısı gelip oturur mu böğrünüze, ciğerinizin tam ortasına? Olurmuş, tarifsiz bir o kadar da ağır. Soluğunuz durup da canınız çekilirmiymiş ölmeden, olurmuş ciğerinizin yarısını yitirince.

Mart 2006’da Şırnak’ın Cudi Dağı‘nda düzenlenen operasyonda Yıldız Demirdağ (Nursel Şimşir), Cihan Zilan (Hatice Erbağ), Yılmaz Xorto(Cihan Ülüş) kimyasal silahla öldürülmüşlerdi. Ailemiz diğer ailelerle birlikte günlerce cenazeleri almak için sayısız başvuru yapmasına rağmen sonuç alamadı. Tüm girişimlere rağmen cenazelerin nereye gömüldüğü açıklanmazken, Dicle Haber Ajansının 13 Nisan tarihli haberinde operasyona katıldığını iddia eden bir korucunun açıklaması geçiyordu; operasyona katılanların hepsi komandoydu, çok sayıda da korucu vardı. Operasyon iki gün sürdü, gerillalar iki gruba ayrıldı bir grubun cephanesinin azaldığı biliniyordu ancak komandolar olay yerine gidemedi. İlaç atıldı, bir takım komando özel giysilerle olay yerine gitti. Cenazeler getirildiğinde vücutları şişmiş ve kırmızı benler oluşmuştu…

Buza kesmiş soğuk bir mezar taşını kıskanır mı insan, kıskanırmış bunu yaşayınca öğreniyorsunuz. Bir taş, bir avuç toprakla açıklanmayan acılar da varmış yaşamda. Nasıl tarihimiz, kimliğimiz, kültürümüzle aramızda bir bağ ise mezarlarımız acılarımızla da kurulan bir bağ. Mezar, yasımızı vakitlice tüketen, arafta bırakmayan bir abideymiş. Mezarsız bir ölünüz varsa hep eksiksiniz, bir o kadar da yarım. Ölüsünü arayan birçok aile gibi bizler de yıllarca evladının cansız bedenini alamadan eli boş dönen anamızın kahrına ortak olup, kuruyan göz pınarlarına yaş olmaya çalıştık.

Yıllar geçmesine rağmen T.C. kimyasal silah kullandığı operasyonu kabul etmedi / etmiyor da tıpkı aylardır Zap’ta yaptığı gibi. Sonrası mı, sonrası sadece kendi çocuğunuzu korumaya çalışmakla özgürleşilmiyor. Gözünü, kulağını acıya kapatmakla acı dinmiyor. Aileler cenazelerini postayla, kaldırım altlarında kutularda ve çuvallarda teslim almaya devam ederken, ölülerini arayanlar, kimsesizler mezarlığına gömülen evlatlar da çoğalıyor. Dirimizi yok sayanlar ölümüzü çok gördü tıpkı günümüzde yapmaya devam ettikleri gibi. Omuzlarımızda taşıdığımız cenazelerimizi kaldırım taşlarının altına gömen, kargolarla yollayan, yıllarca morglarda bekleten zihniyet yetinmeyip her geçen gün daha da şirazeden çıkıyor.

 Özcesi muktedirler kendi varlıklarına tehdit olarak gördükleri tüm kesimleri terbiye etmeyi hedeflediği politikalarından zerre geri durmuyor. Bizler tüm acılarımızın mayasında birleşerek, zamansız yitirdiklerimizin anılarına sahip çıkarak ortak mücadele hattını örmedikçe durmayacak da.