fbpx

Avrupa’da yükselen yeni sağ popülizm

Paylaş

[1]

İçinde bulunduğumuz Eylül ayında hem İsveç’te hem İtalya’da genel seçimler yapıldı. Her iki seçim sonuçlarındaki benzerlik çarpıcı: Şimdiye dek siyasi spektrumun en sağında yer alan ve açıktan faşist ve ırkçı kökleri olan partiler oy patlaması yaptılar. İtalya’da Giorgia Meloni’nin liderliğini yaptığı İtalya’nın Kardeşleri partisi oyların yaklaşık yüzde 26’sını, İsveç’te Jimmie Akesson’un liderliğini yaptığı İsveç Demokratları Partisi oyların yüzde 20,5’ini aldı. İtalya’nın Kardeşleri Partisi seçimlerden birinci parti olarak çıktı ve lideri Meloni çok büyük ihtimalle İtalya’nın yeni başbakanı olacak. İsveç’te İsveç Demokratları ikinci parti olarak çıktı ve kurulacak olan yeni sağ hükümete ya katılacaklar ya da parlamentoda destek verecekler ama her hâlükârda kurulacak yeni sağ hükümetin özellikle göçmen ve mülteci politikalarını belirlemede etkin olacağı görülüyor.

Bu iki önemli Avrupa ülkesinin dışında da gene benzer ideoloji ve söylemlere sahip popülist sağ partiler son yirmi yıldır Avrupa’da yükselişte. Fransa’da Marie Le Pen’in Ulusal Cephesi Başkanlık seçiminin ikinci turunda yüzde 43 civarında oy alırken, sol geleneğin güçlü olduğu İspanya’da Vox kamuoyu yoklamalarında yüzde 16 civarında üçüncü büyük parti, Almanya’da Almanya İçin Alternatif Partisi yüzde 14 civarında oyuyla dördüncü büyük parti, Avusturya’da Avusturya Özgürlük Partisi yüzde 20 civarında ikinci büyük parti ve İsviçre’de İsviçre Halk Partisi yüzde 26 civarında oyla birinci parti konumunda.[2] Macaristan’da Orban’ın lideri olduğu Macar Yurttaşlar Partisi ise yüzde ellilik oy oranıyla son on iki yıldır tek başına iktidarını sürdürüyor.

Peki, durum neden böyle ve bu partiler aslında kitlelere cazip gelen hangi talepleri dillendiriyorlar sorularına cevap arayacak olursak, her ülkenin kendine özgü iç dinamiklerini bir tarafa bırakıp bazı genel cevaplar verebiliriz.

Avrupa ülkeleri 1970’lerin ortalarından itibaren neoliberal ekonomi politikalarına dönmeye başladı, 1990’da Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle neoliberal politikalar tek gerçek doğruymuş ve bunun hiçbir alternatifi yokmuş gibi bir algı oluşturularak ülke halklarına daha güçlü bir şekilde dayatıldı. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulmuş olan sosyal refah devleti olgusunun içi sosyal kesintilerle boşaltılırken, genel halk yararına enerji, ulaşım, telekomünikasyon, sağlık hizmetleri alanında faaliyet gösteren kamu kuruluşları özelleştirildi. Tüm bu politikalara bir de küreselleşmeyle beraber büyük ölçekli üretim yapan özel sanayi kuruluşlarının Batı Avrupa’dan gitmesi ve mavi yakalı isçi sınıfının ve onları temsil eden sendikaların önemli oranda küçülmesi eklendi.

Neoliberal ekonomik politikalar, reel ücretleri düşürürken, “sosyal adalet dengesi” giderek bozuldu. En zengin yüzde 10’un serveti oransal olarak artarken, diğer büyük halk kesimleri fakirleşti. Tüm bunlara ilaveten son otuz yılda Avrupa, dünya genelinde kapitalist emperyalist sistemin neden olduğu çatışmalar ve yoksullaşmanın etkisiyle Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden büyük göç dalgalarına maruz kaldı. Avrupa ülkelerinin daha önce nispeten homojen olan nüfus yapıları kısa zaman içinde değişmeye başladı. Sosyal devlette gidilen kesintiler yeni gelen göçmenlere yönelik entegrasyon politikalarının da zayıf kalmasına yol açtı. Birçok Avrupa ülkesinde göçmenler yeni geldikleri ülkelerin dillerini öğrenemediler, barınma, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerden çoğunlukla mahrum kaldılar. Bu da onların nüfusun geneline göre sosyokültürel olarak nispeten geri kalmalarına yol açtı.[3]

Bu neoliberal politikalar hem merkez sağ hem de kendisini sosyal demokrat olarak nitelendiren partiler tarafından sadece nüans farkları gözetilerek uygulandı. Bu durum, bu zamana kadar sosyal demokrat partilere oy vermiş mavi yakalı isçilerle alt orta kademe beyaz yakalıların büyük hayal kırıklığına uğramasına neden oldu. Sosyal Demokrat partilerin daha solunda yer alan partiler ise, Sovyetlerin çökmesinin verdiği moral bozukluğunu tam olarak üzerlerinden atamadılar. Bir kısım partiler Stalinist çizgide devam etme kararı alırken giderek yeni toplumsal sorunlara çözüm getiremez hale geldiler. Diğer sosyalist partiler ise postmodern söylemlerin etkisi altında doğru bir ideolojik ve ekonomik hat belirlemede güçlükler yaşadılar. Bu partiler bir taraftan Sovyetler’in mirasını reddederken ve ezilen, ötekileştirilen kimliklerin haklı olarak mağduriyetlerini dile getirirken, diğer taraftan neoliberalizme karşı alternatif ekonomi politikalarını, -liberal medyanın ideoloji ve söylem alanında hegemonya kurduğu politik iklimde,- yeteri kadar kamuoyuna duyuramadılar.

İşte böyle bir ortamda, aslında neoliberal ekonomik modelin krizine gerçekçi çözüm önerileri getirmeyen, siyaseti belli kimliklere karşıtlık olarak kuran yeni popülist sağ partiler giderek güç kazandı. Bu sağ popülist partilerin karakteristik özelliği, toplumda azınlık olan belli insan gruplarını düşmanlaştırmak ve toplumda gerçekten var olan adaletsizlikten kaynaklanan öfkeyi bu kesimlere yönlendirmektir. Bati Avrupa’da bu kesimler çoğunlukla göçmenler, Müslümanlar, LGBTQ+’lar, ülkenin kendine özgü tarihine bağlı olarak da kısmen Yahudilerdir. Sağ popülist partilerin belli bir ekonomi politikaları yoktur, yerine göre sosyal devletçi yerine göre neoliberal olup, sosyal refah devletinden sadece o ülkede çoğunluk kimliği oluşturanları yararlandıracak şekilde pozisyon almaktadır. Hepsi milliyetçi ve dini değerlere bağlı gözükmekle beraber, milliyetçilikleri 1930’ların ırkçı milliyetçiliği kadar henüz keskin değildir, milliyetçilikleri daha çok göçmen gruplarını dışlamak için araçsal bir fonksiyona sahiptir. Ancak unutulmaması gereken bu partilerin içinde halen çok güçlü ırkçı bir damarın olduğudur. Zaman zaman bu partilerde yönetici olan kişilerin özel sohbetlerinde Nazi ideolojisine olan sempatileri, Yahudi Soykırımı’nı reddetmeleri basına sızmaktadır. Dolayısıyla politik iktidarı tam olarak ele geçirdikleri zaman ırkçılık dozajını politik konjonktür izin verdiği ölçüde arttırma potansiyelleri vardır. Bu partiler aynı zamanda liberal demokrasinin en temel ilkeleri olan güçler ayrılığını, basın özgürlüğünü, bağımsız yargı ilkesini yok etmek istemektedir. Gönüllerinden geçen politik sistem ise başkanlık sistemi ve demokrasiyi sadece beş senede bir yapılan başkanlık veya parlamento seçimlerine indirgemektir. Örneğin, Macaristan’da 2010 yılından beri devlet başkanlığını yürüten Viktor Orban tam da bu denilenleri yaptı ve bu durumu anlatan “illiberal demokrasi” kavramını siyasi literatüre armağan etti. Parlamento ve başkanlık seçimleri hariç, politik gücü denetleyen tüm kurumları ortadan kaldırmak, kendine yakın iş insanlarını kamu kaynaklarını kullanarak zenginleştirmek, toplumun çoğunluğunun dışında kalan tüm kesimleri ötekileştirip düşmanlaştırmak ve afaki bir elitler söylemi ile komplo teorileri oluşturup rejimi eleştiren uluslararası kurumları ve kendi halkının büyük şehirlerde yasayan nispeten eğitimli kesimlerini aşağılamak bu illiberal politikanın uygulamaları oldu.[4]

Bu sağ popülist partilerin seçmen tabanına bakıldığı zaman bu partiler sanılanın aksine toplumun en yoksul kesimlerinin değil, daha çok eskiden yerleşik merkez sağa oy veren küçük kent ve kasabalarda yasayan, eğitim düzeyi ortalamanın altında kişilerden oluşuyor. Örgütsüzleşen isçi sınıfının muhafazakâr kesimleri ile küçük kent ve kasabaların küçük orta boy kapitalistleri önemli bir seçmen grubunu oluşturuyor. Nüfusun en zenginlerini oluşturan büyük kapitalistlerin de bir bölümü kendi çıkarları için korumacı politikalara ihtiyaç duyduğu ölçüde bu popülist siyasete destek veriyor. ABD’de Trump’a silah, petrol lobilerinin büyük oranda destek vermesi unutulmaması gereken bir örnektir. Gene yapılan bir araştırmaya göre ABD’de Demokrat Partiye oy verenlerin ortalama geliri senelik 77000 dolar iken, Trump’ın Cumhuriyetçi Partisi’ne oy verenlerin yıllık ortalama gelirleri 83000 dolar civarında. Benzer veriler Avrupa ülkelerinde de geçerli.[5] Dolayısıyla çoğunlukla liberal medyada anlatıldığı gibi popülist sağ en yoksul kesimlerden oy almıyor.

Yükselen yeni popülist sağa karşı nasıl bir politika izlenmeli sorusuna kısaca şu yanıtlar verilebilir: Öncelikli olarak siyasetin sol yelpazesinde yer alan irili ufaklı sol partilerin ve örgütlerin sağ popülizme karşı liberal demokrat kesimleri de kapsayıcı şekilde ideolojik ve söylemsel argümanlar geliştirmesi gerekiyor. Sağ popülist partilerin ötekileştirici söylemlerinin hiçbir bilimsel veriye dayanmadığı ve temel insan haklarına aykırı olduğu her fırsatta dile getirilmeli. Ana akım medyanın bu partileri meşrulaştırmaya çalışan duruşuna doğrudan karşı çıkılmalı. Göçmenler, LGBTQ+ bireyler gibi mağdur edilen toplum kesimlerine yapılan ötekileştirme ve dışlama sürekli teşhir edilmeli ve bu gruplar ile dayanışma içinde olunmalı. Faşizme karşı bir tarihsel bilinç oluşturulmalı ve sağ popülist partilerin faşist ideolojiden kökenlerini aldıkları, zuhur ettikleri üzerine basarak vurgulanmalı. Göçmenlerin yaşadığı sorunlar inkâr edilmemeli ancak bu sorunların politik ekonomiyle olan doğrudan ilişkisi sürekli anlatılmalı. Göçlerin kökeninin kapitalist dünya ekonomisinin eşitsiz gelişim yasaları ve bunun ortaya çıkardığı çatışmalar, savaşlar ve giderek önümüzdeki dönemde daha da önem kazanacak olan küresel ısınma ile olan ilişkisi her fırsatta dile getirilmeli. Faşizme karşı bir tarihsel/sosyolojik bilinçle birlikte devrimci arzunun toplumda nasıl yükseltileceği üzerine mutlaka kafa yorulmalı.


[1]İtalya’da birinci parti olan İtalya’nın Kardeşliği Partisi’nin lideri Giorgio Meloni’nin faşist lider Mussolini için söylediği sözler.

[2] Bu verilere Wikipedia’da kolayca ulaşılıyor.

[3]Between neoliberalism and nationalist populism: What role for the ‘European Social Model’ and social quality in post-Brexit Europe? (whiterose.ac.uk)

[4]What is going on in Illiberal democracy Hungary? – Amnesty International

[5]Mounk, Yascha. 2018. The People versus Democracy: Why Our Freedom is in Danger and How to Save it? (Halk Demokrasiye Karşı: Özgürlüklerimiz Neden Tehlikede ve Onları Nasıl Kurtarabiliriz?) Harvard Üniversitesi Yayınları.