fbpx

Seçim Sistemleri ve Toplumsal Seçim Kuramı

Paylaş

Bütün toplumlarda herkesi ilgilendiren ve ortak karar verilmesi gereken konular vardır. Toplumu oluşturan bireylerin de bu konularda farklı fikir ve tercihleri olur. Bireysel tercihleri bir şekilde birleştirip toplumun ortak kararını belirlemek gerekir. Toplumsal seçim kuramı bu ortak kararın nasıl alındığını matematiksel olarak inceler. Toplumsal seçim yöntemleri; örneğin doğrudan demokrasi, temsili demokrasi, diktatörlük, hatta rastgele seçim bile olabilir. Bunlar matematiksel olarak tanımlanıp objektif kriterlere göre değerlendirilir.

Günümüz dünyasının büyük bir kısmında toplumsal kararlar temsili demokrasi ile alınıyor. Temsilcileri seçerken kullanılan seçim sistemi de sonuçları bir hayli etkiliyor. Bu yüzden seçim sistemlerini toplumsal seçim kuramının yöntemleriyle incelemek çok önemli. Temsilcileri nasıl seçiyoruz? Seçim sistemlerinin avantajları ve dezavantajları nedir? İdeal bir seçim sistemi olabilir mi? Bu yazıda bu soruları yanıtlamaya çalışacağım. Tarihten bazı seçim örnekleriyle de sistemlerin avantajlarını ve dezavantajlarını göreceğiz.

Bir seçim sisteminden ne beklemeliyiz? Öncelikle, seçmenlerin yarısından fazlası bir adayı seçiyorsa, bu aday seçimi kazanmalı. Buna salt çoğunluk prensibi diyoruz. Yüzde 50’nin üzerine salt çoğunluk, yüzde 50’ye ulaşamayan çoğunluğa da basit çoğunluk denir. İkincisi, seçmenlerin hepsinin adil bir oranla temsil edilmesi çok önemli. Örneğin yüzde 10 oranında destek alan bir partinin belediye meclisi veya parlamentodaki temsili de yaklaşık yüzde 10 olmalı. Demokraside çoğunluğun tercihi ne kadar önemliyse azınlıktaki görüşlerin dikkate alınması da önemli. Üçüncüsü, seçmenlerin istedikleri adaylara rahatça oy verebilmesini istiyoruz. Oyların bölünmesi veya seçim barajının olması bu prensibi ihlal ederek seçmenleri stratejik oy vermeye zorluyor.

Sadece iki aday arasından seçim yaparken “ideal” seçim sistemini belirlemek çok zor değil. Bu iki aday örneğin bir referandumda evet/hayır şıkları veya Cumhurbaşkanı seçimlerinin ikinci turuna kalan adaylar olabilir. Bu durumda hangi aday daha fazla oy aldıysa seçimi kazanır. Salt çoğunluk sisteminin iki adaylı seçimlerde birçok önemli kriteri karşıladığı matematiksel olarak kanıtlanmıştır.

Sonuç 1: İki adaydan birini seçmek için en iyi yöntem, salt çoğunluktur.

Sorun ikiden fazla aday olduğu durumlarda çıkmaya başlıyor. Bir belediye başkanı seçiminde A adayının %40, B’nin %35 ve C’nin %25 oy aldığını düşünelim. Günümüzdeki sistem uygulanırsa A adayı seçimi kazanır. Ama A ve B’nin ikinci tura kaldığı bir sistemde C’nin desteğini alarak seçimi B kazanabilir. Bu örnek, basit çoğunluk ve salt çoğunluk arasındaki farkı gösteriyor. %40’lık bir oy oranı basit çoğunluk olduğu için iki turlu bir sistemde A’nın kazanması kesin değildir. Çünkü A adayı toplumun %60’ı tarafından istenmiyor olabilir. Bu yüzden A’nın otomatik olarak tek turda kazanması toplumun tercihlerini doğru yansıtmaz.

Sonuç 2: Seçimin yalnızca basit çoğunluk ile kazanılması adil değildir.

Peki ikiden fazla aday olduğu durumdaki en iyi sistem iki turlu seçim midir? Yukarıdaki örnekte B, A’yı ikinci turda yenmişti. Ama B ve C ikinci tura kalsaydı ne olurdu bilmiyoruz. Aslında en doğrusu tüm adaylar aracında ikili olarak kıyaslama yapmak. 3 aday olduğu durumda seçmene 3 soru sorduğumuzu düşünelim. 1) A’yı mı tercih edersiniz B’yi mi? 2) A mı C mi? 3) B mi C mi? Bu şekilde bütün adayları birbiriyle kıyaslarız ve eğer bir aday tüm rakiplerini yeniyorsa seçimi kazanır. Buna Condorcet yöntemi diyoruz ve bunu aşağıda daha detaylı olarak inceleyeceğiz. Sonuç itibariyle iki turlu seçimden daha adil sonuçlar veren seçim sistemleri mevcut.

Oy pusulaları

Bazı seçim sistemleri “evet” mührü ile verilen oylardan daha fazla bilgiye ihtiyaç duyar. Evet mührü yalnızca seçmenin birinci tercihini gösterir ve ikinci, üçüncü tercih gibi bilgiler sorulmaz. Oy pusulalarında ve oy verme şeklinde değişikliğe giderek diğer tercihler de sorulabilir. Nasıl yapıldığını görmek için üç farklı oy pusulası tipine bakalım:

  1. “Evet” mührü ile çoklu oy verme
  2. Tercih sıralaması
  3. Puan verme

Birinci seçenekte seçmenlerden mührü onayladıkları bütün adaylara basmalarını isteyebiliriz. Buna onaylama oyu (approval voting) deniyor. Bu sistem pratikte okul, şirket gibi ufak gruplarda temsilci seçerken sık kullanılıyor, özellikle de birden fazla kişi seçildiği durumlarda. Bu sistemde her kesimden onay alabilen orta yolcu adaylar genellikle daha yüksek oy alıyor. Bu yüzden ülke çapındaki seçimlerde uygulanması çok doğru değil.

İkinci pusula tipi, tercih sıralaması. Seçmenler adayların kutusuna 1, 2, 3 şeklinde sıralamalarını yazarak tercihlerini belirtiyor. Bu sistem bireylerin tercihlerini detaylı bir şekilde topladığı için çok avantajı olan bir sistem. Dezavantajı ise oy kullanma ve sayma işlemlerini biraz daha zorlaştırması. Ancak genellikle 10 adaylı bir seçimde seçmen 1, 2, ve 3. tercihlerini pusulada işaretlerse kalan 7 adayı eşit olarak son tercihine koymuş sayılıyor. Bu yüzden sistem karışık gelirse seçmen sadece birinci tercihini işaretleyip de oy kullanabiliyor.

Üçüncü yöntem seçmenlerin her adaya beğendikleri ölçüde puan vermesi. Oy pusulasında “Her adaya -10 ile 10 arasında bir puan verin” şeklinde bir cümle yazıyor. Bu sistem oy kullanmayı iyice karmaşıklaştırıyor ve stratejik oy kullanma çok önemli hale geliyor. Örneğin ikinci tercihinize yüksek puan verirseniz birinci tercihinize zarar verebilirsiniz, ama düşük verirseniz de hic istemediğiniz bir aday seçimi kazanabilir.

Oy sayma şekilleri

Bütün seçmenlerin tercihlerini sıralı olarak sorduğumuzu düşünelim. Şimdi kazananı belirlemek için sıradaki adım, bireysel tercihleri toplumun ortak tercihine dönüştürmek. Bu işlemi yapan kurala toplumsal seçim fonksiyonu deniyor. Buna biz basitleştirmek için “oy sayma şekli” diyebiliriz.

Konunun daha iyi anlaşılması için bazı oy sayma şekillerine bakalım.

  1. Basit çoğunluk sistemi
  2. Borda sayımı
  3. Rastgele seçim
  4. Diktatörlük
  5. Condorcet yöntemi
  1. Bütün seçmenlerin sadece ilk tercihine bakıp en çok oy alan adayın seçilmesine basit çoğunluk sistemi deniyor. Yukarıda bu sistemin yanlış olduğunu görmüştük.
  2. Borda sayımı Eurovision’daki puanlamaya benziyor. Yani her seçmenin 1. tercihi o seçmenden 10 puan kazanıyor, 2. tercihi 8 puan, 3. tercihi 6 puan vs. En çok puan alan aday seçimi kazanıyor. Basit görünse de fena bir sistem değil.
  3. Rastgele bir seçmen belirleyip onun tercihlerini kullanmak da bir yöntem. Antik Yunan’da ve erken modern Venedik ve Floransa’da bazı şehir yöneticileri bu şekilde seçiliyordu. ABD’de jüri üyeleri de rastgele seçiliyor.
  4. Dördüncü örnek hepimizin bildiği bir sistem: diktatörlük. Bir kişinin (diktatörün) tercihleri direkt olarak topluma dayatılıyor. Diğer seçmenlerin tercihlerine hiç bakılmıyor.

Condorcet yöntemi

Condorcet yönteminde bütün adayları sırayla birbirleriyle karşılaştırıyoruz. Örneğin A ve B partisini karşılaştıralım. Tercih sıralamalı oy pusulalarında sadece A ve B’ye bakıyoruz. Seçmen A’yı daha yukarıya koymuşsa A’yı seçmiş oluyor. Seçmenlerin salt çoğunluğu bu şekilde A’yı seçmişse, toplumsal tercihte de A, B’yi yeniyor. Tüm adaylar ikili olarak kıyaslanıyor ve diğer bütün adayları yenen, seçimi kazanıyor.

Basitçe, 4 adayın olduğu bir seçimde bu yöntemle kazananı belirlemek, seçmenlere 6 farklı soru sormaya denk geliyor:

1. A’yı mı tercih edersiniz B’yi mi?

2. A’yı mı tercih edersiniz C’yi mi?

3. A’yı mı tercih edersiniz D’yi mi?

4. B’yi mı tercih edersiniz C’yi mi?

5. B’yi mı tercih edersiniz D’yi mi?

6. C’yi mı tercih edersiniz D’yi mi?

Her aday bu 6 sorunun 3’ünde mevcut. Üçünde de salt çoğunluk bir adayı tercih ediyorsa o aday seçimi kazanıyor. Çünkü toplum kesin olarak tüm alternatiflere karşı bir kişiyi seçiyor.

Sonuç 3: Tüm adayları yenen bir aday varsa, seçimi o kazanmalıdır ve ona Condorcet kazananı denir.

Bu bence en iyi yöntemlerden biri, ancak bir sorunu var. Bazen herkesi yenen bir aday bulunamıyor. Mesela 3 adayı bir sistemde A, B, C birbirlerini yeniyorsa kazanan bulunamıyor. Ancak pratikte çok fazla aday ve seçmen olunca bu durumla karşılaşma olasılığımız düşüyor.

Soldaki figürde 5 adaylı bir seçimin sonucunu görüyoruz. Bu tarz bir gösterimde okların çıkış noktası olan aday okun vardığı adayı yenmiş oluyor. A, diğer adayları bütün ikili karşılaştırmalarda yendiği için kazanan aday oluyor. Sağdaki figürde ise döngüsel bir sonuç olduğundan Condorcet yönteminin kazananı yok. A C’yi yeniyor, C B’yi yeniyor, B de A’yı yeniyor. Kazanan belirlemek için başka bir yöntem kullanmamız gerekli (örneğin Borda sayımı).

İdeal bir seçim sistemi olabilir mi?

Olmazsa olmaz kuralları ekleyerek “ideal seçim sistemine” ulaşmaya çalışalım. Birincisi, tüm seçmenler dilediği gibi oy verebilmeli. İkincisi, tüm seçmenlerin oybirliği ile tercih ettiği aday seçimi kazanmalı. Bu iki kuralın ideal seçim sisteminde bulunmasına kimse itiraz etmeyecektir. Üçüncü kural “alakasız alternatiflerden bağımsızlık” olsun, yani seçimi kazanamayacak adayların seçime katılması sonucu etkilemesin. Bu kuralla birlikte kimsenin stratejik oy kullanması gerekmiyor. Sonunda tüm seçmenler gönlünden geçen her adaya rahat rahat oy verebilecek. Kulağa hiç fena gelmiyor, değil mi?

Ancak Kenneth Arrow’un doktora tezinde kanıtladığı ünlü teoreme göre, bu 3 kuralı sağlayan sadece tek bir seçim sistemi var: Diktatörlük! Yani bir kişinin tercihinin direkt olarak toplumun tercihi olarak kabul edilmesi. Bu teorem Arrow’un imkansızlık teoremi olarak biliniyor. Adının böyle olmasının sebebi, bu 3 kuralı sağlayan ve diktatörlük olmayan bir sistemin imkansız olması. Sorun üçüncü kuralda ortaya çıkıyor, neredeyse bütün seçim sistemlerinde seçime yeni adayların katılması bir bakıma oyları bölüyor ve dolayısıyla sonucu etkiliyor.

Sonuç 4: İstediğimiz tüm kriterleri sağlayan bir “ideal seçim sistemi” maalesef yok.

Ancak bu sonuç, bütün sistemlerin eşit miktarda adaletsiz veya manipülasyona açık olduğu anlamına gelmiyor. Mümkün olan manipülasyon miktarı sistemden sisteme değişiyor, genellikle de sistem sağlamlaştıkça oy verme ve sayma işlemleri karmaşıklaşıyor. Bu karmaşıklaşmaya örnek olarak belediye başkanı seçimlerinde tek turdan iki turlu seçime geçilmesi ve “evet” mühründen sıralamalı pusulaya geçilmesini gösterebiliriz. Seçim sistemini belirlerken sağlamlık ve karmaşıklık ilkelerini dengelememiz gerekiyor.

Cumhurbaşkanı seçimleri ve yerel seçimler

Yazının sonraki bölümlerinde yukarıda öğrendiğimiz bilgiler ışığında dünyadan farklı seçim sistemi örnekleri göreceğiz ve bunların avantajlarını ve dezavantajlarını konuşacağız. Önce yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi tek kişinin kazandığı seçimleri inceleyeceğiz.

  1. Basit çoğunluk kuralı

Örnek: Türkiye belediye seçimleri

Belediye başkanı seçimlerimizde seçim yöntemi çoğumuzun kanıksanığı ve pek sorgulanmayan bir yöntem. Maalesef bu yöntem bize özel de değil, dünyanın her yerinde benzer sistemler kullanılıyor. Basit çoğunluk kuralı ile işleyen bu sistemde en çok oyu alan aday doğrudan seçimi kazanıyor. Örneğin bir aday %25 oy alarak belediye başkanı olabilir, ve seçmenin kalan %75’inin en son tercihi olması bile bunu etkilemez.

Geçmişte bu sistemin problemleri örneğin 1994 yerel seçimlerinde İstanbul’da görüldü. Bu seçimde büyükşehir belediye başkanlığını geçerli oyların %25’i ile Recep Tayyip Erdoğan kazandı. En çok oy alan diğer adaylar sırasıyla oyların %22, %20, %15, %12’sini aldı. Başka bir sistem uygulansaydı seçimin kazananı değişebilirdi ve hangi adayın toplumun tercihlerini en iyi şekilde yansıttığını söylemek hiç kolay değil. Oyların bu kadar bölündüğü durumlarda toplumun ortak karar alması basit bir iş değildir ve daha karmaşık seçim sistemleri gerektirir.

  1. Salt çoğunluk kuralı ve iki turlu seçimler

Örnek: Türkiye, Fransa, Brezilya cumhurbaşkanı seçimleri

Cumhurbaşkanları dünyada genellikle iki turda seçiliyor. Eğer hiç bir aday %50’den fazla oy almazsa, en çok oyu alan ilk iki aday arasında ikinci tur yapılıyor. Bu tabii ki tek turlu basit çoğunluk sistemine göre daha mantıklı. Ancak yine de bu sistem birçok kriteri karşılamıyor, örneğin Condorcet kazananının seçilme garantisi yok. Nedeni çok basit, kimin ikinci tura çıktığı her şeyi değiştiriyor. Özellikle de seçimde ikiden fazla güçlü aday varsa ve adayların arasındaki oy farkı düşükse stratejik oy kullanma önemli hale geliyor.

Örnek olarak 2022’deki Fransa CB seçimlerinde ilk turda ikinci olan Le Pen %23 oy alarak ikinci tura çıkarken üçüncü olan Melenchon %22 oy alarak seçim dışı kaldı. Sosyalistler Macron’un karşısında Le Pen yerine bir sol alternatif olması için kendi adaylarını çıkarmak yerine topluca Melenchon’a oy verseydi ikinci tur daha çekişmeli olabilirdi. Ancak bu tarz ittifak stratejilerinin sistem dolayısıyla gerekli olması uzun vadede istenmeyen sonuçlara yol açar. Kendi adayını çıkarmayan ve güçlü bir kampanya yürütmeyen uç partiler gittikçe önemsizleşir ve siyaset gittikçe merkeze hapsolur. Asıl ideal olan, stratejik oy veya ittifak gerekmeden herkesin gönlünden geçen adayı birinci sıraya koyabildiği bir sistem.

Melenchon seçmenlerinin önemli bir kısmının ikinci turu boykot ettiği düşünülüyor. Kaynak: The Guardian

  1. Amerika başkanı seçimleri: Electoral college (seçiciler kurulu)

Kendine has ve ilginç bir sistem olan electoral college bu yazı dizisindeki diğer sistemlerden çok farklı. Bilimsel olarak inceleyince nereden tutsan elinde kalıyor, kriterlerin neredeyse hiçbirini sağlamıyor. Bu yüzden savunucuları genellikle bilimsel değil tarihsel argümanlar kullanıyor.

Sistem şöyle işliyor: Eyaletlere nüfuslarına göre belirli bir sayıda kontenjan veriliyor, örneğin 10 temsilci seçmeleri isteniyor. Eyaletler de bu kişileri istediği gibi belirliyor, ve bu seçiciler bir yerde toplanıp başkanı seçiyorlar. Pratikte olan şu: neredeyse bütün eyaletler tüm oy kontenjanlarını tek bir partiden yana kullanıyorlar. Örneğin 2020 seçimlerinde Arizona eyaletinde Joe Biden %49.36 oy alırken Trump %49.03’te kaldı. Arizona’nın 11 seçicisi ise 11 oyun tamamını Joe Biden’dan yana kullandı. Daha mantıklı bir seçim sisteminde Arizona’nın 11 oyu 6-5 olarak paylaşmaları gerekirdi.

Sistemin dezavantajları saymakla bitmiyor. Öncelikle siyaseti 2 partiye tıkayan bir sistem. Diyelim Demokratlara yakın yeni bir parti çıktı ve bazı Demokrat seçmenler oyunu bu partiye vermek istedi. O zaman seçimi oyları bölmeyen Cumhuriyetçilere altın tepside sunmuş oluyorlar. Bu yüzden yeni ve iddialı bir aday çıkması mümkün değil. İkincisi, her seçmenin oyu aynı değerde değil. Zaten eyaletlerin seçici sayıları belirlenirken bazal olarak 3 kişilik bir kontenjan veriliyor, bu yüzden nüfusu az olduğu için seçici sayısı 3’ün altında olması gereken eyaletler avantajlı oluyor. Bunun da ötesinde, bir partinin çok güçlü olduğu bir eyalette diğer parti seçmenlerinin oyları tamamen çöpe gidiyor. Örneğin California’da bir Cumhuriyetçiyseniz veya Alabama’da bir Demokratsanız oy vermeseniz de olur. Tüm seçim iki tarafa da yakın eyaletler, yani “swing state”ler etrafında dönüyor.

Sistem o kadar kötü ki teorik olarak bu sistemde oyların yüzde 20 küsürü ile başkan seçilebilirsiniz. Tarihte 6 kez oy çoğunluğunu alan aday seçilmedi, en son da 2016’da Trump seçildiğinde bu oldu. Bu kesinlikle demokratik değil.

Peki savunucuları bunun nesini savunuyorlar? Eyaletlerin haklarının korunmasını isteyen muhafazakarlar tarihsel argümanlar kullanıyor. Şehir nüfusları yüksek olduğu için ve şehirler genelde Demokratlara oy verdiği için muhafazakar kırsal kesimin şehirler tarafından domine edilmesine karşı çıkıyorlar. Örneğin Trump’ın azledilmesi konuşulurken Trump her yerin kıpkırmızı göründüğü ilçe bazında seçim haritası paylaşarak “Try to impeach this.” (Gelin de bunu azledin) demişti.

Alanlar nüfusa göre oranlandığında ve oy yüzdelerine göre renk verildiğinde harita gerçeği daha iyi yansıtıyor.

  1. Alternatif oy veya “otomatik turlu seçim”

Örnek: Avustralya, Hindistan ve İrlanda

Alternatif oy sisteminde bir defa oy kullanılıyor, bir defa sayılıyor, ama arka plandaki hesaplamalarda sanki kaybeden adaylar elenip tekrar seçime gidilmiş gibi oluyor. Oylar kullanılırken pusulalara evet mührü yerine tercih sıralamaları yazılıyor, 1, 2, 3 vb. şeklinde. Oylar sayılırken ise ilk aşamada sadece birinci tercihlere bakılıyor. Herhangi bir aday %50’yi geçerse seçimi kazanıyor (yani salt çoğunluk kriteri sağlanıyor). Yoksa, en düşük oy alan aday seçimden eleniyor ve kalan adaylar bir nevi “otomatik ikinci tura” geçiyor (instant runoff). Elenen adayı 1. tercihine koyanların oyları 2. tercihleri olan adaya aktarılıyor, ve böyle böyle bir aday %50’yi geçene kadar en sondaki adayın elenmesi devam ediyor.

Bu sistem mutlak çoğunluk kriterini sağladığı için övgü alıyor, ve kesinlikle iki turlu seçimlere göre avantajları var. Artık ufak farklar seçimin kaderini o kadar kolay belirleyemiyor. Ancak yine de turlu sistemler Condorcet kazananının seçilmesini garantilemiyor. Bir diğer dezavantaj ise bazı ülkelerde oy pusulasında hiç bir adayın boş bırakılamaması. Bu durumlarda oy kullanma ve sayma iş yükü artıyor.

Meclis seçimleri

Meclis seçimlerinde iki önemli kriter mevcut: nispi temsil ve yerel temsil. Nispi, yani oransal temsil, partilerin aldığı oy oranlarının meclisteki üye oranıyla benzer olması ile sağlanır. Örneğin bir parti ülke çapındaki oyların %30’unu aldıysa, meclisteki koltukların da yaklaşık %30’unu kazanmasını isteriz. Bu dengeyi, kullanılan seçim sistemi belirler.

Nispi temsili etkileyen çok önemli bir faktör var: seçim barajı. Geçtiğimiz aylarda %7’ye düşen baraj, 1980 darbesinden sonra %10 olarak ayarlanmıştı ve 40 yıl boyunca seçim sistemimizdeki önemli antidemokratik unsurlardan biri oldu. Baraj, ülke çapında toplam geçerli oyların %7’sini alamayan partilerin (veya ittifakların) milletvekili çıkarmasını engelliyor. Bunun sonucu olarak büyük partiler pastanın aslında hak etmedikleri daha büyük bir dilimini alıyor ve görece ufak partiler ve destekçileri mecliste temsil edilemiyor. Yüksek barajın sebebi radikal görüşlerin meclise girmesini zorlaştırmak ve tek parti hükümeti kurulmasını kolaylaştırmak.

İkinci önemli kriter ise temsilcilerin yerelliği. Temsilcileri seçerken ülke çapında tek bir listeden seçim yapmak yerine ülkeyi seçim bölgelerine ayırıp bu bölgelerde ayrı seçimler yapıyoruz. Bunun amacı yerel halkın ve yerel sorunların mecliste daha iyi temsil edilmesini sağlamak. Bu genellikle olumlu bir durum olarak nitelendirilirken karşıt görüşler de mevcut. Örneğin Engels, dar bölge sisteminin milletvekillerini yerel çıkarlara hapsettiğini ve önemli ulusal kararların geri plana itildiğini söylüyor.

Seçim sistemlerinde nispi temsil ve yerel temsil kriterlerinin bir çatışma içinde olduğunu söyleyebiliriz. Seçim bölgeleri büyüdükçe daha adil ve oransal bir meclis oluşur ama temsilcilerin yerelliği azalır. Seçim bölgeleri daraldıkça da oy oranları ve vekil oranları arasındaki fark artar. Bunun en uç örneği olan dar bölge sisteminde ülke vekil sayısı kadar bölgeye bölünür ve her bölgeden tek bir temsilci seçilir.

Sonuç 5: Dar bölge sistemleri yerelliğe önem verirken nispi sistemler de adil temsil oranlarına önem verir.

Bu grafikte çeşitli meclis seçimi sistemlerini görüyoruz. Sistemleri kabaca dar bölge ve nispi olarak ikiye ayırıyoruz. Şimdi bunlara dünyadan bazı örneklerle bakalım.

D’Hondt Sistemi

Türkiye’de 87 seçim bölgesi var (İstanbul ve Ankara 3, İzmir ve Bursa 2 bölgeye ayrılmış) ve nüfusa orantılı olarak toplam 600 milletvekili bu bölgelere paylaştırılıyor.

Bir bölge içinde milletvekilleri partilere ve bağımsız adaylara paylaştırılırken D’Hondt yöntemi kullanılıyor. Vekiller teker teker belirleniyor ve her aşamada partilerin oy oranları, önceki aşamalarda aldıkları koltuk sayısı (s) + 1’e bölünüyor. Bu endeksin en yüksek olduğu parti bu aşamadaki koltuğu alıyor. Bir örnekle sistemi daha kolay anlayabiliriz.

Toplam 200.000 seçmeni ve 4 tane milletvekili olan bir seçim bölgesinde partiler ve aldıkları oy aşağıdaki gibi olsun.

PartiOy
A partisi100.000
B partisi45.000
C partisi30.000
D partisi25.000

Milletvekilleri sırayla dağıtılıyor. Birinci koltuk oyu en fazla olan A partisine gidiyor.

Ikinci koltuğa geldiğimizde, A partisi daha önce bir koltuk kazandığı için partinin oyları 2’ye bölünüyor.

PartiEndeks
A partisi50.000
B partisi45.000
C partisi30.000
D partisi25.000

Bu durumda ikinci koltuğu da A partisi kazanıyor.

Üçüncü koltuk için A şimdiye dek 2 koltuk kazandığından A’nın oyları 3’e bölünüyor.

PartiEndeks
A partisi33.333
B partisi45.000
C partisi30.000
D partisi25.000

Üçüncü koltuk bu aşamadaki endeksi en yüksek olan B partisine gidiyor. Benzer şekilde, dördüncü koltuk da A partisine gidiyor.

Sonuç olarak aşağıdaki tabloyu elde ettik.

PartiOyOy %MVMV %
A partisi100.000%503%75
B partisi45.000%27.51%25
C partisi30.000%150%0
D partisi25.000%12.50%0

A partisi oyların %50’siyle koltukların %75’ini alıyor, ve oyları MV kazanmaya yetmeyen C ve D partisi hiç temsil edilmiyor.

Sonuç 6: D’Hondt ile yapılan milletvekili dağılımı, seçim bölgesi ne kadar büyükse o kadar demokratik olur.

Bölgeler ne kadar küçükse de vekil dağılımı dar bölge sistemine o kadar yaklaşır, yani güçlü partiler hak ettiklerinden daha fazla koltuk kazanır.

D’Hondt sistemi yukarıda gördüğümüz gibi büyük partilere avantaj sağlıyor. Ancak küçük partilerin temsilini sağlayan sistemler de var. Örneğin Sainte-Laguë sistemi tek bir fark dışında tamamen aynı: endeks için oylar s+1 yerine 2s+1’e bölünüyor. Bu sayede daha küçük partiler de milletvekili çıkarabiliyor ve daha adil bir dağılım sağlanıyor. Bosna, Endonezya, Almanya, Danimarka, Norveç gibi ülkelerdeki bazı seçimlerde D’Hondt yerine Sainte-Laguë kullanılıyor.

Örnek 1: 2002 Türkiye genel seçimleri

Bu seçim, 21 yıllık AKP iktidarını başlatmasıyla tarihsel olarak önemli. Ayrıca seçim barajının meclisteki temsili ne kadar kötü etkilediğine dair derslerde işlenebilecek bir örnek.

2002 seçimlerinde toplam %46’lık bir oy baraj altı kaldı ve AKP oyların %34’ünü alarak meclisteki koltukların %66’sını doldurdu. Hiç demokratik olmayan bu sonuçlar, seçim sistemlerinin ne kadar belirleyici olduğunu gösteriyor. İllere yakından bakmak durumu daha da net ortaya koyuyor.

Örneğin Diyarbakır seçim bölgesinden 10 milletvekili çıkıyor, ve oyların %56’sı DEHAP’a, %16’si AKP’ye, %7’si DYP’ye ve %6’si CHP’ye gitmiş. 10 milletvekilini AKP ve CHP 8’e 2 bölüşmüşler. Yani AKP %16 oyla %80 milletvekili çıkarmış, bu gerçekten inanılmaz bir dengesizlik.

Peki baraj %5 olsaydı 2002 seçimleri nasıl olurdu? YSK’dan verileri il bazında indirip D’Hondt sistemi ile dağılımı da basit bir kodla yapmayı planlıyordum. Ne mutlu ki daha önce yapılmışını buldum: https://twitter.com/sberatunal/status/1531730066056568832 Buradaki veriler de Ankara Ticaret Odası’nın bir raporundan alınmış.

https://web.archive.org/web/20110615044439/http://www.atonet.org.tr/yeni/index.php?p=254&l=1

Bu verileri de ekleyerek seçim sonuçlarına bir bakalım.

PartiOyOy %MVMV %MV % – Baraj %5
AKP10.808.229%34,3363%66%48
CHP6.113.352%19,4178%34%21
DYP3.008.942%9,5%8
MHP2.635.787%8,4%6
GP2.285.598%7,3%5
DEHAP1.960.660%6,2%10
ANAP1.618.465%5,1%1
Bağımsızlar314.251 9  

Çok daha adaletli bir dağılım olmasına rağmen AKP halâ %34 oyla %48 koltuk alarak neredeyse tek başına hükümeti kurabiliyor. Yani sistem halâ dengeli bir temsil sağlamıyor ve demokratik değil. Bu dengesizlik az sayıda vekil çıkaran seçim bölgelerinde D’Hondt sisteminin adaletsiz olmasından kaynaklanıyor.

Örnek 2: 2019 Birleşik Krallık genel seçimleri

Dar bölge seçim sisteminin uygulandığı ülkelerden biri Birleşik Krallık. En son 2019 yılında yapılan seçimin sonuçlarına bakarak dar bölge sistemini ve etkilerini anlayalım.

Ülke nüfusa göre 650 tane seçim bölgesine ayrılmış, ortalamada bir bölgeye 70,000 seçmen düşüyor. Bu sayı daha az yoğun nüfuslu İskoçya ve Galler’de biraz daha düşük. Her bölgede parti adayları ve bağımsız adaylar seçime giriyor. En çok oyu alan aday doğrudan seçimi kazanıyor ve milletvekili seçiliyor. Yani %30 oy alarak bile MV seçilebiliyor.

Seçim bölgelerinin karakteristik özellikleri şunlar: yoğun nüfuslu şehirler çoğunlukla İşçi Partisine, İskoçya İskoç Ulusal Partisine, kırsal İngiltere başta olmak üzere ülkenin kalanı da çoğunlukla Muhafazakâr Parti’ye oy veriyor. Liberal Demokratlar hiçbir bölgede en güçlü parti değil.

Kaynak: Wikipedia
https://en.wikipedia.org/wiki/File:2019UKElectionMap.svg

Toplam oy ve meclisteki koltuk yüzdelerine bakınca dengesiz bir tablo olduğunu görüyoruz.

PartiOy %Milletvekili %
Muhafazakâr Parti43,6%56,2%
İşçi Partisi32,1%31,1%
İskoç Ulusal Partisi3,9%7,4%
Liberal Demokratlar11,6%1,7%

İskoç Ulusal Partisinin gücü yoğun olarak bir alanda korunduğu için ülke çapındaki oylarının çok daha üzerinde temsil ediliyorlar. Aksine, Liberal Demokratlar ülke genelinde %10 civarı oy alırken herhangi bir bölgeyi kazanacak kadar yoğun gücü sağlayamıyor. Ve tabii ki dar bölge sistemi en büyük partiye her zaman büyük bir avantaj sağlıyor.

Dar bölge sisteminin kağıt üzerindeki amacı, yerel halkın ve yerel sorunların mecliste daha iyi temsil edilmesini sağlamak. Bu genellikle olumlu bir durum olarak nitelendirilirken karşıt görüşler de mevcut. Örneğin Engels, dar bölge sisteminin milletvekillerini yerel çıkarlara hapsettiğini ve önemli ulusal kararların geri plana itildiğini söylüyor.

Geçtiğimiz yıl Türkiye’de dar bölge seçim sistemine geçilmesi gündeme geldi. AKP’nin bu sisteme geçmek istediği, ancak koalisyon ortağı MHP’nin izin vermediği gibi söylentiler çıktı. Bunun nedenini Birleşik Krallık partilerini oy alma şekliyle benzedikleri Türkiye partileri ile değiştirerek görebiliriz. Muhafazakarları AKP’yle, İşçi Partisini CHP’yle, İskoç Ulusal Partisini HDP ile ve liberalleri MHP ile değiştirin. Yukarıdaki tablo az çok korunacaktır. Seçimlerdeki temsil adaletsizliği da AKP lehine artacaktır.

Yukarıdaki iki örnekte de gördük ki yüksek barajlı nispi temsil sistemi de, dar bölge sistemi de demokratik olmayan, 1 kişi 1 oy prensibine çok iyi uymayan sistemler. Peki daha demokratik bir seçim sistemi nasıl olabilir? Tarihimizde çok güzel bir örnek var: 1965 seçimleri.

Örnek 3: 1965 Türkiye genel seçimleri ve Millî bakiye sistemi

Millî bakiye sistemi, partilerin seçim bölgelerinde “boşa giden” oylarını ülke çapında bir bakiyede toplayarak ve yeniden dağıtarak milletvekili dağılımını daha nispi bir şekilde sağlar. Yani oy kullanma değişmiyor, yine partilerin önceden belirlenmiş listelerinden birine (veya bağımsız adaya) oy veriliyor.

Seçim bölgelerinde milletvekili dağılımı yapılırken önce toplam geçerli oy sayısı, bölgedeki vekil sayısına bölünüyor (Not: yasaya göre 2 vekilli bolgelerde 3’e bölünüyor). Böylece 1 vekil çıkarmak için gereken oy sayısı hesaplanıyor. Bu oy miktarına seçim sayısı deniyor ve onu aşan bütün partiler doğrudan vekil çıkarıyorlar. Sonra kalan oylar her partinin ulusal bakiyesinde toplanıyor.

Bir örneğe bakalım: diyelim bir bölgede 100.000 geçerli oy kullanıldı ve 5 vekil seçilecek. Seçim sayısı 100000/5 = 20.000 olarak hesaplanıyor. Partilerin oyları ise A partisi 40.000, B partisi 25.000, C partisi 30.000, D partisi 5000 diyelim. O zaman A partisi 20.000’in 2 katı kadar oy aldığı için doğrudan 2 vekil, B ve C partileri de 1’er vekil çıkarıyor. Kalan oylar da partilerin bakiyelerine ekleniyor. B ve D partilerinin 5000, C partisinin de 10.000 artık oyu boşa gitmemiş oluyor.

Bütün seçim bölgelerinde bu işlem yapıldıktan sonra, bütün partilerin artan oyları toplanıyor ve ilk aşamada doğrudan seçilemeyen milletvekili sayısına bölünerek ulusal seçim sayısı hesaplanıyor. Sonra her parti, ulusal düzeyde artık oyları ulusal seçim sayısının kaç katıysa o kadar milletvekili kazanıyor. 1965’te toplam 2.442.000 artık oyla seçilemeyen 133 koltuktan AP ek olarak 35, CHP 32, MP 24, YTP 15, TİP 12, CKMP 11 koltuk kazanmış [Aleskerov s. 194].

Buraya kadar herhangi bir sorun yok ve sistem tıkır işliyor, hesaplamalar da D’Hondt sisteminden daha karışık değil. Sorun partilerin ikinci aşamada kazandığı koltukları seçim bölgelerine dağıtırken çıkıyor. Yasaya göre her partinin her seçim bölgesi için artık oylarının bölgenin seçim sayısına oranı hesaplanıyor ve seçim bölgeleri bu orana göre büyükten küçüğe sıralanıyor. Yukarıdaki örnekte B partisinin 5000, C partisinin 10000 artık oyu vardı ve seçim sayısı 20000’di. Yani B’nin oranı 1/4, C’nin oranı da 1/2 oluyor. Yüksek Seçim Kurulu, her parti için ek koltukların ⅔’ünü bu oranlara göre tespit ediyor, ve kalan ⅓’ünü partiler kendileri belirliyor. Örneğin MP’nin 24 ekstra koltuğunun 16’sının hangi illerden çıkacağını bu yöntemle YSK belirliyor, ama kalan 8 koltuğa parti karar veriyor.

Özellikle partilerin karar verdiği ⅓’ten dolayı sistem bazı garip durumlara yol açabiliyor. En acayip örnek Mardin’de toplam 6 vekil varken %1.8 oy oranıyla CKMP’nin 2 vekil kazanması, ve %22.7 oy ile AP’nin sadece 1 vekil kazanması.

Şimdi 1965’teki seçim sonuçlarına ve temsil oransallığına bir bakalım.

PartiOyOy %MilletvekiliMilletvekili %
Adalet Partisi4.921.235%52,9240%53,4
Cumhuriyet Halk Partisi2.675.785%28,7134%29,8
Millet Partisi582.704%6,331%6,9
Yeni Türkiye Partisi346.514%3,719%4,2
Türkiye İşçi Partisi276.101%3,015%3,3
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi208.696%2,211%2,4
Bağımsızlar296.523%3,2 
Kaynak: Aleskerov s. 195

Temsildeki adaletsizliği gösteren Loosemore-Hanby endeksi bağımsızlar dikkate alınmadığında %1,45 olarak hesaplanıyor. Bu gerçekten çok düşük bir oran. Aynı endeksi 2022 genel seçimlerine uygularsak %46 çıkıyor! Bu yüzden milli bakiye sisteminin D’Hondt’a göre çok daha demokratik olduğunu söyleyebiliriz. Bir sonraki seçimden önce sistemin neden hızlıca değiştirildiğini anlamak zor değil. Son olarak 1965 seçimleri Türkiye İşçi Partisinin kazandığı 15 milletvekiliyle ilk defa meclise sosyalist bir partinin girmesi açısından Türkiye solu için tarihsel bir öneme de sahip.

Bir sonraki örnekte “oyların boşa gitmediği” bir başka nispi temsil sistemini inceleyeceğiz: Almanya’da uygulanan karma üyeli sistem.

Örnek 4: Almanya sistemi (karma üyeli sistem)

Almanya’da uygulanan bu sistem iki tip milletvekili içerdiği için adına karma sistem veya karma üyeli nispi temsil sistemi deniyor. Birinci tip milletvekilleri her seçim bölgesinde bir kişi olmak üzere basit çoğunluk sistemiyle seçiliyor. Bu vekiller 299 koltuk ile meclisin yarısını oluşturuyor. Meclisin diğer yarısı da nispi temsil sistemi ile eyalet listelerinden seçiliyor. Kalan 299 koltuk eyaletlere nüfusa orantılı biçimde paylaştırılıyor, ve her eyaletten o kadar vekil meclise giriyor.

Bu sistemde iki tip milletvekilinin seçilmesi için aynı zamanda iki farklı oy kullanılıyor. Oy pusulasında sol tarafta dar bölge diyebileceğimiz seçim çevresindeki parti adayları ve bağımsız adaylar listeleniyor (birinci oy). Sağ tarafta ise partilerin eyalet listelerine oy veriliyor (ikinci oy).

Not: Aslında 1965 milli bakiye sisteminde de iki tip milletvekili var diyebiliriz, doğrudan seçilen vekiller ve artık oyların toplanması ile seçilen vekiller. Arka planda bu koltukların karışık bir hesaplamayla illere dağıtılması aslında iki tip vekil olduğu gerçeğini gizliyor.

Sistemin kilit noktası şu: eyalet vekillikleri dağıtılırken her partinin eyalet çapında aldığı oy yüzdelerinin eyalette kazandıkları vekil yüzdesine yakın olması sağlanıyor. Diyelim bir eyalette toplam 100 milletvekili var, yarısı bölgelerden ve yarısı listelerden gelecek. X partisinin eyaletteki oy oranı %20 olsun. O zaman nispi bir sistemde 20 vekil kazanmaları gerekiyor, ancak sadece 8 bölgeyi kazanmışlar. Bu durumda X partisi eyalet listesinden 12 kişiyi meclise gönderiyor. Bu, sisteme nispi özelliğini sağlıyor.

Parti listelerinden vekil çıkarabilmek için seçim barajı var: ülke çapındaki oyların (sağ taraftaki oylar) %5’i geçmesi veya en az 3 seçim bölgesinden yerel temsilci kazanmış olmak gerekiyor. Örneğin 2021’deki seçimlerde Sol Parti (Die Linke) %4.9 ile baraj altı kalmasına rağmen ilk aşamada tam 3 bölgeyi kazanmaları sayesinde eyalet listelerinden 36 vekil daha çıkarabildi.

Bu değişik sistemin bir çok avantajı var. Hem yerel temsilcilerin faydalarını, hem de nispi temsilin faydalarını birleştiriyor. Peki dezavantajı yok mu?

Sistemin en büyük sorunu bir parti eyaletteki ikinci oy oranının çok üzerinde yerel milletvekili kazanırsa ortaya çıkıyor. Bu parti pratikte CSU, yani Hristiyan Sosyal Birliği, CDU’nun sadece Bavyera eyaletinde çalışan ortağı. Bu parti hayli muhafazakar olan Bavyera’da o kadar güçlü ki, son seçimlerde Münih’teki bir seçim bölgesi hariç eyaletteki bütün bölgeleri kazandı. Bu 45 vekille Bavyera’ya atanan 93 vekilin %48’ini direkt kazanmış oluyor. Ama CSU’nun Bavyera’daki ikinci oyları sadece %37 (meclise giren partilerin oyları arasında). Ne demiştik, sistem bu iki oranı eşitlemeye çalışıyor. Bunun için halihazırda seçilmiş olan fazla CSU vekilliklerini (overhang seat, veya fazla koltuk) geri almak yerine Bavyera’nın toplam vekil sayısını artırıyor. Yani kesrin pay kısmını küçültmek yerine paydasını büyütüyor. CSU’nun 45 vekilinin toplam Bavyera vekillerinin %37’si olabilmesi için Bavyera vekil sayısı 93’ten 116’ya çıkıyor. Yani meclis artık 27 sandalye daha kalabalık.

İşler maalesef burada bitmiyor. Toplam 598 milletvekilinin eyaletlere nüfusa orantılı olarak paylaştırıldıklarını yazmıştım. Ama Bavyera ekstra 27 koltuk kazanmış oldu. Bunu dengelemek için diğer eyaletlerin de toplam vekil sayıları artıyor. Bavyera’da da durmuyoruz ve Baden-Württemberg başta olmak üzere CDU’nun aldığı fazla koltukların dengelenmesi gerekiyor vesaire. Bütün hesapların sonunda 598 vekil olması gereken parlamentonun mevcudu 138 ek vekille 736’ya çıkıyor.

İşlemler gerçekten çok karışık ve ben de bütün detaylara hakim değilim. Örneğin ilk 3 fazla koltuk dengelenmiyor ve bir eyaletteki fazla koltuklar partilerin başka bir eyaletteki parti listesinden düşebiliyor. İlginç bir not olarak CSU’nun fazla koltukları ittifak partisi CDU’nun diğer eyaletlerdeki listelerinden düşmüyormuş. O zaman tüm partiler her eyalet için ayrı bir parti kurarsa meclisin hali ne olur bilemiyorum…

Bunu biraz daha anlatan çok güzel bir Twitter thread’i var: https://twitter.com/HzBrandenburg/status/1437766263745490963 Almanca bilenler için de resmi seçim sonucu hesaplama örneği var (15 sayfa!): https://www.bundeswahlleiter.de/dam/jcr/05c1185a-173f-4bab-80d6-51027c94b1bc/bwg2021_mustersitzberechnung_ergebnis2017.pdf

Peki bu sorun nasıl çözülebilir? Hem yerellik hem de oransallık istediğimiz için ortaya çıkan bu sorun, tam da bu iki ilkenin birini zayıflatarak çözülebilir. Dengelenmesi gerekmeyen fazla koltuk sayısı yükselirse dağılım daha az nispi olur. Eyalet listeleri yerine Almanya listeleri yapılıp nispi dağılım federal düzeyde yapılırsa da yerellik ilkesi zayıflar. Yerel partilerle ilgili yeni bir düzenleme getirilebilir, ama nasıl olabilir bilemiyorum. Belki de vekil tipi 3’e çıkarılabilir: bölge, eyalet, ülke şeklinde. Ama bu da daha fazla hesaplama ve daha fazla liste demek. Halihazırda karmaşık bir sistemi daha da karmaşıklaştıran bir çözüm çok doğru olmayacaktır.

Sonuç

Toplumsal seçim, bütün topluluklarda görülen bir olgudur ve matematiksel olarak incelenmesi önemli sonuçlar doğurduğu için değerlidir. Bu yazıda önce farklı oy pusulası şekillerini ve bireylerin tercihlerinin toplumsal tercihe nasıl dönüştürülebileceğini gördük. Seçim kurallarının bazıları, örneğin basit çoğunluk kuralı, çoğunluğun desteklemediği adayların kazanması gibi haksız durumlara yol açabiliyor. Bazı kurallar da daha adil sonuçlar verebilmek için karmaşık oy kullanma ve sayma işlemleri gerektiriyor.

İstediğimiz tüm kriterleri sağlayan bir “ideal seçim sistemi” yaratmak maalesef imkansız. Bu pratikte şu anlama geliyor: seçmenler stratejik oy vererek, yani birinci tercihleri dışında bir adayı seçerek seçimleri manipüle edebilir, ve çoğunlukla etmelidir de! Ancak sistemden sisteme bu manipülasyonun derecesi değişir. Bu nedenle amacımız manipülasyona en kapalı, toplumun tercihlerini olabildiğince en iyi yansıtan sistemleri kullanmak olmalıdır.

Meclis seçimlerinde genellikle toplumun kesimleri oransal olarak temsil edilir. Bu temsil iki şekilde olabilir. Birinci seçenek ülkenin her birinden bir vekil seçilen “dar bölge”lere ayrılmasıdır. İkinci seçenek ise partilerin oy oranlarına göre mecliste koltuk kazandığı nispi temsil sistemleridir. Bu sistemler adil temsil oranları ve yerel temsil ilkeleri ile değerlendirilir. Adil temsil oranları, partilerin ülke çapındaki oy oranları ve meclisteki koltuk oranlarının mümkün olabildiğince yakın olmasıdır. Yerel temsil ise bir seçim bölgesindeki insanların yerel ihtiyaç ve taleplerinin temsil edilebilmesidir. Nispi temsil sistemleri adil temsil oranlarını, dar bölge sistemleri ise yerel temsili ön plana çıkarır. Bu iki sisteme de benzeyen karma sistemler de vardır ve ikisinin de iyi özelliklerini birleştirmeye çalışırlar. Buna Almanya’yı ve Türkiye’de 1965’te uygulanan Milli bakiye sistemini örnek verebiliriz. Ayrıca, bazı sistemlerde partilerin mecliste temsil edilmesi için bir seçim barajı uygulanır. Baraj, mecliste çoğunluk sağlanmasını kolaylaştırmayı hedefler, ancak ufak grupların temsilini azalttığı için antidemokratik bir uygulamadır.

Sonuç olarak, bu bilgiler ışığında Türkiye’de seçim sistemleri nasıl değişmeli? Öncelikle belediye seçimleri iki turlu olmalı. Yukarıda gördüğümüz gibi basit çoğunluk sistemi tamamen adaletsiz bir sistem. Seçmenin yarısından fazlasının onaylamadığı bir adayın seçimi kazanması demokrasi ile bağdaşmaz. Genel seçimlere gelince, toplumun tüm kesimlerinin mecliste oransal temsili sağlanmalı ve kimse “oylar boşa gitmesin” diyerek asıl tercihi dışında bir adaya zorlanmamalı. Bu amaçların sağlanması için seçim barajı acilen kaldırılmalıdır. Milli bakiye sistemi veya karma üyeli sistem gibi daha demokratik sistemlerin düşünülmesi faydalı olacaktır. İlerleyen aşamalarda da tercih sıralamalı oy pusulaları ve özellikle doğrudan demokrasi fikirleri tartışılmalıdır.