fbpx

Ölüm ve “bir nevi ölüm” arasında… – Mehmet Fırat Özgür

Paylaş

“Ah moremo! Tanrı kimsenin başına vermesin yurtsuzluğu. Hürriyetini kaybetmiş prangalı mahkuma dönüyor insan. Bu mahkumiyette insanın zihin kapısı hiç kapanmaz. Her zaman başka düşünceye, başka acıya, hasrete, umuda açılır. Yaşama geçmek istersin ama başaramazsın. Yaptığın şey sadece ayakta kalma uğraşıdır.”

Yukarıdaki alıntı, Musa Karbadağ’ın Belge Yayınları’ndan çıkan “Su Karadan Güvenli Anne” adlı kitabından. Mülteciliği, kimliksizliği, yurtsuzluğu anlatmaya yetecek belki de yegane cümleler bunlar. 

Birbiriyle bağlantılı üç sürükleyici öyküyü içeren 55 sayfalık mütevazı eserine Karbadağ, kitaplarca yaşamı, umudu, hevesi, “kartalların yeniden doğuş” mücadelesini sığdırmış. 

Anlatı, daha ilk sayfadan sizi içine çekiyor, hikaye Türkiye’de tanığı olduğumuz zulmün, organize kötülüğün hafızalarımıza tekrar tekrar çarpmasıyla başlıyor. Kürdistan’da yaşatılan zulmü, Karbadağ’ın anlatımıyla iliklerinizde hissediyorsunuz. Taybet Ana’nın çocukları, cenazesi buzdolabında saklanan Cemile’nin kardeşleri oluveriyorsunuz. Acı, anlatıya gözünüzü açar açmaz sizi kemirip bitiren işgalci kurtçuklara dönüşüyor. 

Kapitalizmin faşizan yüzünü göstermeye çekinmediği günlerde, insanın her şeye rağmen içinde bir yerde ekili duran umudu, mücadelesi, yaşama tutunma çabası, Karbadağ’ın siyasi ve toplumsal tahlilleriyle kitapta yerini alırken, yazarın, siyasetle ilişkili pek çok insanın, gündelik yaşamın farklı veçhelerine politik ve edebi boyutlar kazandırma uğraşı üzerine bir tartışmaya girdiğini de görüyoruz. Sayfalar okuru bu tartışmanın cevabına sürüklüyor. Her cümlenin altını çizmek, hafızanıza çivilemek istiyorsunuz. 

Karbadağ her ne kadar anlatısında ülkesinden “ölüm ve bir nevi ölüm” arasında tercih yapmak zorunda kaldığı için kaçmak zorunda kalan insanların öykülerine yer verse de betimlemelerinde ve eleştirilerinde ülkesindeki çelişkileri ve zulmü anlatırken, binlerce insanın terk etmeye mecbur bırakıldığı ülkeye olan sevgisini ve ilgisini de öykülerinde hissettiriyor. 

Tanıklık

Kitabın ilk bölümünde, Kürt bir “siyasi” olan Alan’ın Türkiye’den çıkış hikayesi bizleri açık denizlere sürüklüyor. Karbadağ’ın anlatımıyla, okuduğu her anı, Alan’ın yanında, o kırmızı Doblo’nun içinde; bütün konuşmalara, gülüşmelere, sıkkınlıklara adeta kendi gözleriyle tanık oluyor okur. Alan’ın gözünden farklı tarihi ve mitolojik esintilerle anlatı, ezilenlerin çok eski zamanlardan beri ortak bir kaderi paylaştığını okura yansıtıyor. Tarihe, edebiyata ve mitolojiye dayanan örnekler, okuru anlatının ve öykünün bütünlüğünden koparmıyor. 

Akıcı ve sade anlatıda, betimlemeler size samimiyetini hissettiriyor. Alan’ın zodyak bottan karaya çıkış mücadelesinde kalçasında ve beyninde hissettiği acıdan, omzuna dokunan bir el ile biraz olsun hissettiği “mülteci yalnızlığından” uzaklaştığı anlara geçerken hiç zorlanmıyor okur. O mülteci yalnızlığı ki tüm göçmenlerin boğazında bir yumru gibi duran ama bir türlü tarif edilemeyen duygudur. 

Yalnızlık duygusu, insanı en çok kimliksiz, yabancısı olduğu bir yerde vurur. Bu süreçte en ufak bir aşinalık, tanıdık bir isim, bir tanıdığınızın tanıdığı hatta kendi dilinizden bir kelime bile soluğunu ensenizde hissettiğiniz yalnızlık karşısında direnir, umut olur.

Televizyonda görünen… 

Karbadağ, Türkiye’deki rejimin denize gömdüğü genç umutlara, Meriç Nehri’nden Yunanistan’a kaçmaya çalışırken bindiği tekne alabora olan Mahir Mete Kul nezdinde selam gönderiyor. Genç Mahir de yüzlerce insan gibi, “suyun karadan daha güvenli olduğu” umuduyla çıkmıştı yola. Daha 20 yaşında 10 ay haksız yere hapis yatmış, ülkesinde kendisine bir yaşam izni verilmediği gerçeğiyle karşılaşmıştı. Alan, Mahir’in haberini bir kahvehanenin televizyonunda görüyor. Alan’a o denli yakın olan bir gerçeklik, yüzünü herkese gösterdiği gibi gösteriyor bu kez: Televizyondan… Mültecilerin çok aşina olduğu, en çok korktuğu ve insanlığın en büyük acılarından biri, yani binlerce insanın sularda kaybedilişi beynimize bir balyoz gibi vuruyor Mahir’in hayattan koparılışını okurken… 

“Bilinmez”e uzanan hikayeler…

Eserdeki ikinci hikaye, bu kez pek çok acıya sebep olmuş ama Türkiye’nin ince ve gergin bir ipte yürümeye çalışan siyasetinden nasibini almış ve Alan ile aynı kampa düşmüş birinin acılarına, iç dünyasına, yerle bir olan yaşantısına da bir pencere açıyor. Kurban isimli karakterin kendi içindeki çelişkileri, yalnızlığı, sevgisizliği ve pişmanlıklarıyla olan çalkantılı hesaplaşması ve ardından hiç tanımadığı birinin, yaşamına dokunmasıyla hayatının yeni bir boyuta evrildiğini görmek okurun içinde yükselen dalgaların ardından önce bir dinginlik, ardından yerini ne olduğu bilinemeyen bir uzay boşluğuna bırakıyor… “Her şeyden” uzaklaşmasını seyrediyorsunuz Kurban’ın… 

Üçüncü hikaye ile Karbadağ, yüreklerimizde o aniden beliren, hoşluğun ve güzelliğin midemizden yüreğimize sıçrayan umuduyla karşı karşıya bırakıyor bizi. Yani, “Sevgi; tragedyanın kaynağı, yaşamın kökeni, insanı var kılan umut…” Farklı kültürlerden iki insanın, bambaşka bir ülkede karşılaşmasını, aşkı, bir an olsun kazanmayı ve hepten kaybetmeyi okuyorsunuz. Ve ardından tüm bunların bir bütünün parçaları olduğunu…

Yazar Musa Karbadağ, 55 sayfalık bu eserine tartışması saatler, okunması kitaplar sürecek şeyler sığdırmış. Okuru hiç yormayan, bekletmeyen “Haydi! Tamam, geç orayı!” dedirtmeyen ancak bazen de “Ne çabuk?” dedirten bir akışla çıkıyor okurun karşısına. Özellikle günümüzün “görmeye dayalı” anlatıları karşısında, okura “tahayyül etsin” diye sunulmuş sayfalar… Tahayyül etsin ki okur, kendisini her an Alan’ın yerinde bulabileceğinin farkına varsın. 

* “Kitabın Almanca çevirisi yakında okurlarıyla buluşacak”

1 http://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/156062#:~:text=%C4%B0nan’%C4%B1n%20kay%C4%B1n%C4%B1%20Yusuf%20%C4%B0nan,ya%C5%9Fat%C4%B1lan%20vah%C5%9Fetin%20sembol%C3%BC%20haline%20geldi.

2 https://www.evrensel.net/haber/441945/emine-cagirga-buzdolabini-her-actigimda-cemile-aklima-geliyor

3 https://www.indyturk.com/node/21516/haber/satran%C3%A7-%C5%9Fampiyonu-

4 Arkadaş Zekai Özger. Beyaz Ölüm Kuşları