Krizler tarihinde kuşbakışı gezdiğimizde toplumsal bir bunalıma meyleden bugünün işsizliği hangi yanlarıyla ayrılıyor? İşsizlik, dijital emek, kadın istihdamı konularına odaklanan akademisyen Senem Oğuz anlatıyor. Marx’ın “yedek işgücü ordusu” kavramı üzerinden Türkiye’de işsizlik meselesini, bugünle oranların yakın olduğu 2008 krizini ele alan kitabı nedeniyle Oğuz’un söyleyecekleri daha da fazla. Tam olarak ne oluyor? Gerçekten başka türlü bir işsizlik mi bu?
Bölüm II
Meselenin özüne dair birkaç soruyla başlayalım: İşsizlik sadece bir sonuç mudur? Bu dalga ardında neler bırakır? Açıklanan resmî işsizlik oranları hakikati ne kadar yansıtır?
Devletlerin resmî kurumları tarafından seçilen metodolojiyle hesaplandıklarından, işgücü istatistiklerinin gerçekle arasında her daim bir makas mevcut. Tabiatı itibarıyla böyle. Bir de bu makasa kendiliğinden eklenen virajlar var. Örneğin pandeminin can suyu verdiği neoliberal politikaların sonucu olarak çalışma biçimleri daha da çeşitleniyor, yahut işten atmanın örneğin KOD 29 gibi, zorunlu ücretsiz izine çıkarmakla başlamak gibi yeni biçimleri beliriyor. İşsizliğe odaklandığımızda, işgücünün kıyısında olanlar, iş bulmaktan ümidini kesenler, şu an iş aramayıp ama bulursa çalışmaya hazır olanlar, eksik istihdam edilenler derken, inceltilmiş kategoriler gerçeğe yakınlaştıracakken bilakis manzaranın vahametini bulandırabiliyor, hatta görünmez kılıyor. Örneğin sokaklardan, evlerden, iş yerlerinde başka feryatlar yükselirken, TÜİK’in mayıs ayına dair verilerinde işsiz sayısı 823 bin kişi azalırken istihdamın 602 bin arttığı görülüyor. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Federasyonu DİSK’in araştırma grubu DİSK-AR*, kendi hesaplamalarından yola çıkarak bu verileri izaha muhtaç buluyor, “TÜİK’in işgücü verilerinin gerçeklerle bağı kopmuştur” diyorlar. Her tür sorununa rağmen resmî verilerin hayatla bağının hepten kopuşu, son dönem yaşanan krizin ve işsizliğin en temel niteliklerinden.
Bu manzaraya rağmen resmî istatistiklere göre bugün, 2008 krizi nedeniyle 2009’da kaydedilen ve Cumhuriyet tarihinin en yüksek işsizlik oranı olan 14,8’e yakın durumdayız. Bu yüzden de yaşadığımızın nasıl başka türlü bir işsizlik olduğunu anlayabilmek için, daha da kuralsızlaşmış, esnekleşmiş, güvencesizleşmiş emek piyasasına bakarken, eski krizlerle farklarını öne çıkarmak, belki bilhassa da 2008 krizine odaklanmak gerekiyor. Bunu geçtiğimiz seneye kadar Başkent Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Senem Oğuz’la yapabiliriz, çünkü kendisi işsizlikle birlikte dijital emek, kadın istihdamı konularına yoğunlaşan bir akademisyen. Dahası 2020’nin sonunda çıkan kitabı “Türkiye’de Yedek İşgücü Ordusu” (Kor Kitap) bu minvalde zihin açıcı bir yol öneriyor. Öncelikle işsizliği bir sonuç ya da “geçici” durum olmaktan ziyade, kapitalizmin varlık ve devamlılık koşulu olarak ele alıyor. Bunu yaparken dayandığı kuramsal temel Engels’in, sonra Marx’ın tarif ettiği “yedek işgücü ordusu”, kapitalizmin nüfusun doğal sınırlarını aşan kalabalıkta bir işsizler ordusuna, neden ve nasıl ihtiyaç duyduğunu temellendiriyor. Bu, sermaye birikiminin hızlandığı dönemler için bir nevi hazırlık olmasının dışında, yaşadığımız gibi kriz zamanlarında kötü çalışma koşullarının, daha düşük ücretlerin ve daha büyük sömürünün “norm” haline gelmesine yol açıyor. İşsiz ordusu genişledikçe işsizler kadar, hâlâ çalışanların hissettiği baskı artıyor, “razı” olunan koşullar ağırlaşıyor.
Oğuz kitabında bunu sadece kuramsal bir tartışma olmaktan çıkarıp Türkiye’de 2000’li yılların başından itibaren hak kaybına yol açan yasal değişiklikler üzerinden ilerliyor, neoliberal politikaların bugüne düğümlenen hikâyesini aktarıyor. Sonra da 2004-2013 yılları arasındaki işgücü istatistiklerini “yedek işgücü ordusu” üzerinden okuyor. Yoğunlaştığı zaman aralığı 2008 krizini de içerdiği için, bugünle mukayese ve yarına dair öngörüler için elinde mebzul miktarda malzeme var.
Bu gerçekten “başka türlü bir işsizlik” mi? “Yedek işgücü ordusu” odağından baktığımızda, bu krizi daha önceki tecrübelerden, bilhassa da oranlar yakın olduğu için 2008 krizinden ayıran nasıl yanlar görüyorsunuz?
Öncelikle 2008 krizini aşan bir gerçeklikle yüz yüzeyiz. Küresel salgınla birlikte, öncesinde ancak dünya savaşları döneminde görebileceğimiz bir kitlesel işsizlik yaşıyoruz şu an. Ücretlerin düştüğü, sömürünün arttığı, emek üzerindeki baskının şiddetlendiği, hem işsizlik hem de çalışma koşullarının kötüleşmesi nedeniyle yedek işgücü ordusunun inanılmaz genişlediği bir dönem. Bir de örneğin savaş dönemlerinden farklı olarak bugün uzaktan çalışma diye bir kavram var hayatımızda. Dijitalleşmenin, yeni çalışma ve sömürü biçimlerinin, denetim araçlarının beklenenden çok hızlı bir şekilde hayata sirayet ettiğine tanık oluyoruz. Bunlar bekleniyordu, pandemiyle çok hızlandı. Salgından önce de aslında bir tür savaş, bir OHAL, bir afet hali yaşıyorduk. KHK’larla insanların hukuksuz biçimde hem mimlenerek hem çalışma haklarına el konularak işten çıkarıldığı, emeğin örgütlenmesinin önüne geçildiği, sendikal hareketlerin, grevlerin yasaklandığı bir tehdit, korku ve belirsizlik süreci yaşıyorduk, hâlâ da yaşıyoruz. Bunların hepsi sınıf mücadelesinde emeği baskı altına alan, çalışma koşullarını yeniden düzenleyen ve kötüleştiren bir sonuca yol açıyor. Bu dönemin bir özelliği de zorunlu göçle ya da emek göçüyle yerinden edilen insan sayısının küresel ölçekte inanılmaz büyüklüğü. Savunmasız, zor şartlar altında çalıştırılabileceği düşünülen bu insanlar da yedek işgücü ordusunun önemli bir parçası. Bu da sermayenin sömürü oranını arttırarak tabanını genişletmesine, kötü çalışma koşullarını daha yaygın ve kalıcı hale getirmesine neden oluyor.
Bir yandan enflasyon yükselirken ücretler en iyi koşulda yerinde sayıyor, asgari ücret insan onurundan her zaman olduğundan daha da uzak. Çaresiz, yorgun, umutsuz bir işsiz kitlesinin dışında işi olsa dahi kazandığı yetmeyen, yetmemenin ötesinde ancak borçlanarak var kalabilen kitle büyüyor. İşi var ama işsizliğe çok yakın bir yoksullukta ve yoksunlukta. İşle işsizliğin arasındaki fark da mı eriyor?
Ben de öyle düşünüyorum, istihdamla işsizlik arasındaki fark silikleşiyor. İşsizliği resmî olarak ölçmek için giderek daha esnek ve geniş kategoriler kullanılıyor. Bu hâlihazırda çalışanları ya da işgücünün dışında kabul edilenleri de kapsamaya başladı. Örneğin TÜİK’in yenice yer vermeye başladığı âtıl iş gücü, mayıs ayı itibarıyla yüzde 27. Bu, resmî işsizlik oranı olan yüzde 13’ün iki katı. Çalışmanın o kadar atipik ve enformel biçimleri yaygınlaştı ve yerleşti ki böyle tanımlamak zorunda kaldı. Bir yanda aşırı çalışma, öte yandan kısa süreli çalışmayı içeren enformel biçimler bunlar. Güvencesiz, kayıt dışı, düşük ücretli, günübirlik, süreksiz, geçici biçimler neredeyse norm hale geldi. Bu da insanları çalışırken bile başka işler aramaya veya iki işte birden çalışmaya itiyor. Düzgün ve iyi koşullarda iş bulmaya dair umut kaybolmaya başlıyor, belki iş aramaktan vazgeçiyor. Gerçekten bu dönemde ne işsiz, ne istihdam alanına dahil edebildiğimiz kategoriler ortaya çıkıyor. İşsizliğin yanında enflasyon nedeniyle satın alma gücü o kadar düştü ki, çalışsa belki daha fazla para harcaması gerekecek, böyle bir durum yaşanıyor. Her krizden sonra çalışma ve sömürü biçimleri ya da işsizlik koşulları daha kalıcı hale gelmeye başlar. Toplumsal gelirin paylaşımı her krizden sonra eşitsizleşir, işsizlik artar, bir iktisadi bunalım yaşanır ama bunlar kuramsal açıdan geçici olarak tanımlanır. Fark şu, artık bunlar geçici olmaktan çıkmış durumda. Önceki krizlere baktığımızda, yaşadığımızın sadece iktisadi bir krizden çıkıp toplumsal bir bunalıma dönüştüğünü görüyoruz.
Bu toplumsal bunalımın en düşündürücü kaynaklarından biri de genç işsizliğinin hiç olmadığı kadar yükselmiş olması. Bunun ne tür sonuçlar doğuracağını düşünüyorsunuz?
Genç işsizliğiyle beraber, salgının da etkisiyle çocuk işçiliğinin hem dünyada, hem Türkiye’de öncesine göre çok daha ciddi boyutlara varması da önemli. Uzun vadede, konuştuğumuz enformelleşmenin, farklı çalışma ve sömürü biçimlerinin, iş ile işsizlik arasındaki farkın kayboluşunun kalıcı sonuçlarını, geleceği tam da buralara bakarak öngörebiliriz. Özellikle genç kadın işsizliği çok yüksek oranda. Dolayısıyla hem iktisadi anlamda hem işgücü piyasası anlamında çok daha kötü çalışma koşullarının kalıcılaştığı bir gelecekten söz edebiliriz. TÜİK’in mayıs verilerine göre 15-24 yaş arası gençlerin yüzde 24’ü işsiz, genç kadınlarda yüzde 27; geçtiğimiz aylarda bu yüzde 30’ları da aşmış. Bunlar çok yüksek oranlar gerçekten. TÜİK’in 2021’in ilk üç ayı için hesapladığı veriye göre bu aralığındaki gençlerin yüzde 37’si ne eğitimde, ne istihdamda görünüyor. Şuna da bakmak lazım, gençler iş beğenmemekle suçlanırken acaba iş piyasası gençlere ne öneriyor? İŞ-KUR’un iş gücü piyasası araştırmasına göre 2020’de en fazla eleman aranan meslekler şunlar: Çağrı merkezi müşteri temsilcisi, satış danışmanı, dikiş makinecisi, konfeksiyon işçisi ve paketleme işçisi. Bu işlerin ortak noktası enformel çalışmanın en sık, en yaygın olduğu işler olması. Öte yandan en çok talep edilen eğitim düzeyine bakıyorsunuz, “Herhangi bir eğitim düzeyi talep etmiyorum” diyor işverenler. Ondan sonra gelen ise lise ve altı eğitim düzeyi. Üniversite mezunu yüzde 8 oranında aranıyor; düzeyi lisans üstüne çıkardığınızda talep binde 2. Üniversite mezunlarının büyük kısmının neden ne eğitimde, ne istihdamda olduğuna buradan da bakmak gerekli. Türkiye’deki bu ekonomik ve siyasi belirsizlik sürecinde yatırımların yapılması, istihdam artışı için politikaların yaratılması da enformel biçimlerde gerçekleşiyor. Yeni iş imkânları ekonominin kendisinde yok, olsa da insan onuruna yakışır olmaktan çok uzak.
Kitabınızda 2008 krizine yakından bakarken hane gelirinin düşmesiyle kadınların işgücüne katılımının arttığı sonucu dikkat çekiyor. Oysa şu anda kadın işsizliği, özellikle de genç kadın işsizliği oranları inanılmaz boyutlarda. Bunu pandemi etkisiyle mi açıklamalı? Fark ne?
Kadınların krizlerden özgün biçimde etkilenişi kapitalizm ve ataerki arasındaki ilişkilerle biçimleniyor. İkincil gelir getirdiği kabul edilen konumları, sorumlu tutuldukları ev ve aile içindeki işleri bahanesiyle daha kolay işten çıkarılabiliyorlar. İkinci sonuç da kadın emeği daha ucuz görüldüğü, daha esnek biçimlerde çalıştırılabileceği için işgücüne çekme etkisi olabiliyor. Her krizin etkileri küresel kapitalizmin neresinde olduğumuza ya da en çok hangi sektörde çıktığına ya da en çok hangi sektörü etkilediğine göre değişse de ortak özellikleri, bir çıkış stratejisi olarak yeniden yapılandırmaya, giderek daha kuralsızlaşan bir işgücü piyasasına yol açmaları. Emek piyasasındaki baskı artarken, sınıf ve toplumsal cinsiyet bağlamında eşit yük ve sonuç dağılımına sahip olmamaları. 2008 kriziyle karşılaştırmak gerçekten anlamlı. O zaman erkek istihdamı düşerken kadın istihdamı artıyordu. Çünkü erkek istihdamının düşmesiyle haneye giren gelir azalmıştı. Ancak bu istihdam enformel çalışma biçimleriyle gerçekleşmişti. Düşük ücretli, güvencesiz, esnek, geçici biçimlerde ve düzenli olmayan işlerdi bunlar. O zamandan sonra da bu kalıcı hale gelmeye başlamıştı zaten. Pazar yeri, tarla, bahçe, ev gibi düzensiz iş yerlerinde, kadın emeği erkek emeğiyle ikame ediliyordu. Bugüne baktığımızda 2020 Mart- 2021 Mart arasında erkek istihdamı çok daha fazla artmış, erkeklerin işsizlik oranı azalırken kadınlarınki yükselmiş. Mayısta açıklanan verilere göre de aynı sonuç geçerli. Yani 2008 krizinde olası iki etkiden ilkini yaşarken, şimdi gördüğümüz sonuç ikincisi. Kriz zamanlarında kadınların ücretsiz ve ücretli iş yükü zaten artıyor fakat salgın da çok belirleyici. Karantina, sokağa çıkma yasakları, okullarının kapalı olması, evde hasta bakımının artması bu süreçte kadınların ev içi yüklerini inanılmaz artırdı. Ataerkil kapitalizmde bu işleri yapmak için biri ücretli işinden ayrılacaksa bu kişi erkek yerine kadın oluyor. Bugün de bu etkiyi daha çok hissediyoruz.
Son dönemde kadınlar üzerinde artan siyasi ve toplumsal baskıyı da düşündüğümüzde bunun nasıl kalıcı sonuçları olabilir?
Kadınların istihdama katılımı kriz olmasa da ataerkil ilişkiler doğrultusunda şekilleniyor. Türkiye’de zaten işgücüne katılımı sınırlı olan kadınların, çalışmaya ara verdiklerinde dönmeleri de daha zor. Her krizden sonra, değişen çalışma koşullarının kalıcılaştığı düşünülürse, bu krizin de gelecekte toplumsal cinsiyet eşitsizliğini iyice artıran, derinleştiren bir etkisi olacağını söyleyebiliriz.
Hem Türkiye’de hem küresel anlamda 1990’lı yıllardan beri orta sınıfta bu ölçekte bir küçülme, bir yoksullaşma görülmüş müydü? Orta sınıfın eriyişini, mavi yaka ile beyaz yaka arasında koşullar anlamındaki yakınlaşmayı nasıl okumalı?
Krizle birlikte yaygınlaşan, normalleşen kötü çalışma koşullarının ve bütün bu konuştuğumuz krizlerin kalıcı etkilerinin toplumsal üretimi daha da kutuplaştıracağını, eşitsizliğin küresel ölçekte daha da artacağını düşünüyorum. Yüksek gelirli ülkeler bunu devam ettirirken, daha düşük gelirli ülkeler iyice yoksullaşıyor. Gidişat toplumsal ve sınıfsal açıdan da benzer sonuca yol açıyor. Toplumsal gelir giderek daha az kişinin elinde toplanmaya başlıyor. Geriye kendini ancak geçindirecek gelir seviyesine erişen ya da erişemeyen, açlık seviyesine inen büyük bir kitle kalıyor. Bu iki uçta belirginleşen ayrım giderek bir uçuruma dönüşüyor ve dolayısıyla orta sınıfın da giderek küçülmesi, kaybolması sonucunu doğuruyor. Bu uçurumda mavi yaka – beyaz yaka diye yapılan ayrımın, özellikle çalışma koşullarının atipik ve enformel biçimlerde giderek yaygınlaşmasıyla gittikçe birbirine yakınlaşmasına tanık oluyoruz.
İşten çıkarma yasağının bittiği temmuz başı bir eşikti, fakat yaz mevsiminin birçok sektör açısından işten çıkarmaları baskılayan bir yanı var. Önümüzdeki ayları nasıl görüyorsunuz?
İstihdama ve işsizliğe aylar bazında baktığımızda elbette yaz ayları mevsimsel olarak işgücü durumunu etkiliyor. Ancak önceki senelerle kıyasladığımızda özellikle kadınların işgücüne katılım ve istihdam oranlarının bu dönemde oldukça sınırlı kaldığını görüyoruz. Bunun da salgının kötüleşmesi, vaka artışı ve kapanmaların, konuştuğumuz gerekçelerle kadınların işgücü durumlarına yansıması olarak görebiliriz. Geçen yıl yaz aylarında bir açılma, rahatlama yaşanmıştı, o süreçte işsizlik azalmış, sonrasında artıyor. Şimdi de yazı tamamen bir kısıt olmadan yaşadık, benzer bir şekilde ilerlerse ve vakaların artışıyla yeniden bir tedbir dönemi başlarsa aynı tabloyu görebiliriz diye düşünüyorum. Kadınların yükü açısından okulların ne olacağı da önemli. Ya da uzaktan çalışanlar dönecekler mi? Bunların sonucu işsizliği etkileyecektir.
Derinleşen yoksulluk, intiharlar, artan psikolojik sorunlar, sosyal ilişkilere yansıması derken pandemiyle birleşen ekonomik krizin toplumsal bir krize evrilişinden konuştuk hep. Buradan çıkışa dair ne düşünüyorsunuz?
Tarihsel gelişmelere baktığımızda böyle bunalımların sessiz sedasız çözülmediğini görüyoruz. Toplumsal dayanışmanın, toplumsal mücadelenin, kadın hareketinin, belirsizlik ve baskı ortamında kendimize açabileceğimiz her alanda sürmesi çok önemli. Bunu yapıyoruz ama aslında çok büyük bir çatışma ortamı da söz konusu. Bu ortamda biriken öfke, iktidarla körüklenen nefret ve düşmanlık da artıyor. Öte yandan eşitsizlik, yoksulluk ve belirsizlik huzursuzluğu ayrıca besliyor. Eşitsizlik, adaletsizlik ve haksızlıklar karşısında dayanışmaya ve direnmeye devam etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Kaynak: Duvar